Aygün Röportajı ve Türkiye basınında üçüncü Dersim depremi.
CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün’ün 10 Kasım 2011 tarihinde Zaman’da yayınlanan röportajı ertesinde basın tarihimizde eşine az rastlanır bir dönem yaşadık. 10 Kasım’dan 29 Aralık’a kadar süren bu dönemde 20 ulusal gazetede Dersim meselesiyle ilgili 535 köşe yazısı yayınlandı. 1937’den bu yana, Şükrü Aslan’ın deyimiyle, ‘Herkesin bildiği bir sır’ olarak kalan Dersim günün siyasal çekişmelerine koşut olarak herkesin üzerine konuştuğu bir mesele haline geldi. Yakın zamanın tabu konusu Dersim’in ulusal basının gündemine taşınıyor olması ilk defa yaşanan bir durum değil. 2009 Öymen Vakası ve 2010 Referandum sürecinde Dersim dönemin siyasi çekişmelere koşut olarak gündeme gelmiş ve Aygün Vakası’ndaki kadar olmasa da dikkate değer gündem depremleri yaratmışlardı. 28 Aralık 2011 gecesi Uludere’de yaşananlar olmasaydı “basında üçüncü Dersim depremi” olarak andığım dönem belki bir süre daha devam edecekti.
2009 ve 2010 yıllarında Dersim meselesinin gündemdeki seyri 2011’i anlamak açısından önemli. Hatırlarsak, 1 Haziran 2009 tarihinde AKP grup toplantısında konuşan Başbakan Erdoğan açılımlara ilişkin “Biz analar ağlamasın, akan kan dursun diyerek demokratik açılım, milli birlik ve kardeşlik projesini bir sürece soktuk, bir takvime bağladık” demiş ve “analar ağlamasın” lafzı açılımların resmi sloganına dönüşmüştü. Başbakan’ın açıklamalarına cevaben Onur Öymen 10 Ekim’de Meclis Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “Maalesef bu ülkenin anaları çok ağladı. Tarihimiz boyunca çok şehit verdik... Hepsinin anası ağladı. Kimse çıkıp ‘bu savaşı bitirelim’ demedi. Kurtuluş Savaşı'nda, Şeyh Sait isyanında, Dersim isyanında, Kıbrıs'ta analar ağlamadı mı? Kimse ‘analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım’ dedi mi? İlk siz diyorsunuz. Çünkü sizin terörle mücadele cesaretiniz yok.”
Öymen’in konuşmasına tepkiler gecikmedi. Dersim ve Alevi örgütleri Türkiye ve Avrupa’da protesto gösterileri düzenledi. Öymen’i Hitler bıyığıyla resmeden posterler bu gösterilerden akılda kalan en çarpıcı görüntü oldu. Tepkilerin en anlamlısı 15 Ekim 2010 tarihinde Avrupa Dersim Federasyonu (ADF) tarafından Seyyid Rıza’nın idam edildiği Elazığ Buğday meydanında düzenlenen mitingdi. İlk kez düzenlenen ver her yıl tekrarlanması düşünülen bu mitingle birlikte 1937-8 meselesi merkezinde Dersimlilerin talepleri dile getirildi. Parti içinde yükselişini sürdüren Kılıçdaroğlu 16 Ekim tarihinde Öymen’i istifaya davet etti ve bu talebini 11 Kasım tarihinde Tunceli ziyaretinde tekrarlarken şunları söyledi: “Şunun altını özenle çizmek isterim. Dersim coğrafyasında yaşanan olay, bir insanlık dramıdır. Bu bölgede yaşayan insanlar, o dönemin acılarını, o dönemin kaybolan hayatlarını, o dönemin ağıtlarını dinleyerek, bugünlere geldiler.” Tunceli doğumlu olması kendi rızası dışında siyaseten özel bir anlam kazanan Kılıçdaroğlu’nun istifa önerisi kuşkusuz bu çerçeveden önem kazandı. Fakat, bu açıklamalar tepkileri dindiremediği gibi Öymen’in istifa etmemesi ve söylediklerinin arkasında durduğunu belirten açıklamalar yapması, Gürsel Tekin bir konuşmasında meseleyle ilgili soruya “Metrobüs zamları Dersim'den daha önemli” açıklaması krizi derinleştirdi. Kılıçdaroğlu 21 Kasım’da gerçekleştirdiği Viyana ziyareti sırasından Avrupa’daki Alevi örgütleri tarafından protesto edildi.
Konu sadece Alevi ve Dersim kamuoyunda gündeme gelmemişti. Öymen’in açıklamaları Yeni Şafak ve Zaman gibi hükümet yanlısı gazetelerde önemli bir ilgi görmüş ve ağır bir biçimde eleştirilmişti. Aleviler açısından CHP’deki suskunluk ne kadar bildik ama yine de üzücüyse hükümete yakın basından gelen destek ise bir o kadar beklenmedik ve şaşırtıcıydı. Fakat, meselesinin “CHP’de derin çatlak” olarak sunulması ve Alevilerin CHP’yle olan tarihsel ilişkisinin üsten bakan bir dille eleştirilmesi rahatsızlık vericiydi. Söz gelimi, bu dönemki en çarpıcı köşe yazılarından birinin başlığı şuydu: “Dersim: Alevi’nin Stockholm Sendromu” (Özlem Albayrak - Yenişafak, 17.10.2009). Basınımızdaki ilk Dersim depremi 12 Eylül’de gerçekleştirilen 2010 Referandum’a kadar küçük artçılarla devam etti. Bu dönemdeki en önemli vakalardan biri Erdoğan’ın Dersim’de yaşananları CHP’ye işaret ederek ‘katliam’ olarak anması oldu. 14 Ağustos 2010 tarihinde Sakarya’da düzenlenen mitingde konuşan Erdoğan şunları söyledi: “Dersim'in köylerini kim bombaladı? Zamanının, o zaman ki Cumhurbaşkanı'nın emriyle... Kimdi? İsmet İnönü, CHP'nin başındaydı. Yani CHP bombaladı.”
Türkiye’nin en küçük seçim bölgesi olmasına karşın Mart 2009 Yerel Seçimlerinde kimsenin beklemediği bir önem kazanan Tunceli Eylül 2010 Referandumu sürecine doğru yeniden tüm siyasi eğilimler kıran kırana mücadele ettiği bir yerel oldu. Özellikle, Kılıçdaroğlu’nun Tunceli doğumlu olması bu önemli derinleştirdi. Bu duruma işaret ettiğini düşündüğüm bir köşe yazısına işaret etmek isterim. Mustafa Erdoğan bu dönemde yazdığı bir makaleye “Dersimli Seyyid Rıza da 12 Eylül’de yakalanmıştı” başlığını uygun görmüş ve şunları yazmıştı: “Yine sıcak bir tartışma. Yine Dersim'in hayaleti karşımızda. Aslında neredeyse bütün yakın tarihimiz, kendisiyle usulünce vedalaşılmadığı, cenazesi kurallara uygun olarak kaldırılmadığı için bir hayaletler ormanına dönüşmüş durumda. Olur olmaz yerlerde karşımıza çıkmalarının sebebi bu” (19.08.2010 – Zaman).
Kısacası, hükümet temsilcileri ve yanlısı gazeteciler 1937-8 hatırlatarak Dersimlileri doğru safta yer almaya davet ediyordu. Fakat, sonuç kendileri açısından memnun edici olmadı. Tunceli’deki seçmenlerin %33.28’i referanduma katılmazken, %53.09’u Hayır ve sadece %12.59’u Evet dedi. Tunceli davete icabet etmemiş ve safını değiştirmemişti. Merkezi hükümet basın yoluyla Dersim’i fethe çıkmış ama bu defa da başarısız olmuştu. Bu tutuma tepkiler gecikmedi ve basınımızda ikinci Dersim depremi yaşandı. Fakat, bu defa, Öymen Vakasında Alevilerin yanından konuşan şefkatli sesleniş yerini karşıdan haykıran hırçın eleştirilere bırakmıştı. Referandum sürecindeki “Celladına aşık olmak” (Mehmet Kamış - Zaman, 08.08.2010) ve “CHP’de yaşayan Simonlar!” (Salih Tuna - Yenişafak, 26.08.2010) gibi başlıkların ardından Hakan Albayrak “Dersim dedik Tunceli çıktı!” başlığıyla yayınlanan yazısında şunları söylüyordu, “Kürt'ün Kürt olarak varlığına tahammül edemeyen, Dersim'in canına okuyan, üstelik Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kurarken 'Burada Alevilerin esamesi bile okunamaz' diyen tek parti diktatörlüğünün kalıntılarını yahut izdüşümlerini ortadan kaldırmaya çalışıyorsunuz ve Seyit Rıza'nın torunları buna yüzde 80'lik ezici bir çoğunlukla HAYIR diyor… Hey gidinin Dersim'i... Sen hakikaten Tunceli olmuşsun. Demek ki yarın ‘Sabiha Gökçen Havaalanı'nın adı değiştirilsin mi?’ diye referandum yapılsa ona da hayır diyeceksin” (15.09.2010 - Yenişafak).
Aygün: Kırmızı çizgiler üzerinde yürüyen adam.
Aygün’ün Zaman röportajı sonrasında Türkiye basınında yaşanan üçüncü Dersim depremine çerçeveden baktığımızda Aygün’ün Kılıçdaroğlu’nun genel başkanı olduğu CHP’den Tunceli milletvekili adayı gösterilmiş olmasının bir anlamı olduğu söylemek mümkün. Hatırlarsak, Baykal dönemindeki rahatsızlar ve Öymen Vakasıyla yaşananlar sonrasında Alevilerde ‘siyaseten sahipsizlik’ hissiyatı derinleşmiş ve CHP çeperinden çözülmeler başlamıştı. Böyle bir dönemde uzun zamandır açıktan dile getirilmeyen yeni bir parti kurulması fikri ‘çatı partisi girişimi’yle 15 Ağustos 2009 tarihinde Hacı Bektaş Şenlikleri’nde gerçekleştirilen geniş katılımcı bir toplantıyla gündeme gelmişti. “Nasıl bir Türkiye istiyoruz?” sorusu etrafında bir araya gelen onlarca siyasi parti, siyasi oluşum, sivil toplum örgütü ve sendikanın Alevi örgütleri ev sahipliğinde bu müstesna şenliklerde bir araya gelmiş olması elbette ki siyası kodlarımız açısından manidardı. Fakat partileşme süreci tamamlanmadan beklenmedik gelişmeler yaşandı ve Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanlığı koltuğuna oturdu. Açılımlar sürecinde yalnız kalmış, AKP iktidarındaki seçimlerde siyasal imkanlarıyla malul olmuş Aleviler bu gelişmeyi büyük bir coşkuyla karşıladı.
Türkiye 12 Haziran 2011 Genel Seçimlerine hazırlanırken CHP yeniden yapılanma sürecini tamamlamaya çalışan fakat hükümetin her fırsatta mezhepsel bir rabıtayla hedef gösterdiği genel başkanla 12 Eylül Referandumunda önemli bir varlık gösterebilmiş bir partiydi. Dolayısıyla, bu yeni dönemde kimlerin aday olacağını özel bir önem kazandı ve gözler yeniden Tunceli’ye çevrildi. 40 bin civarında seçmeniyle Türkiye’nin en küçük seçim bölgelerinden biri olan Tunceli 2007 Genel Seçimlerinde meclise iki bağımsız milletvekili gönderdi. Tunceli’nin kadrolu milletvekili Kamer Genç’in yanı sıra ‘Bin Umut Adayları’ndan Şerafettin Halis %27.14’lük bir oy alarak Meclis’e girebildi ve bölgenin sorunlarına ilişkin bir çok yazılı ve sözlü soru önergesi verdi. 2011 seçimleri yaklaşırken BDP Tunceli’deki varlığını Ferhat Tunç ile devam ettirmek istedi. CHP ise Kamer Genç’i ve adı bölge dışında pek duyulmamış bir avukat olan Hüseyin Aygün’ü aday gösterdi. Böylece, bölgenin siyasi tarihine aşina olmadan anlaşılması kolay olmayan yerel siyasi fay hatları hareketlendi ve CHP-BDP çekişmesi AKP-CHP yarışından daha keskin bir önem kazandı. Nihayetinde seçim sonuçlandı. Genç ve Aygün CHP’ye %56.2 oy getirerek partiye Doğu’daki tek seçim zaferini hediye etti. BDP’nin bağımsız adayı Tunç ise %22.9 oy alarak meclis dışı kaldı. Bunu seçim yenilgisi olarak yorumlayan BDP’de uzunca bir dönem bu sonucun nedenleri konuşuldu. Ahmet Türk seçimle birlikte partisinin Alevi yurttaşlara gereğince ulaşamadığını idrak ettiklerini söyledi ve bu konuda çalışmalar yapacaklarını açıkladı.
Peki Hüseyin Aygün kimdi? 1970 doğumlu olan Aygün Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olduğu 1990’ların başından bu yana Tunceli’de avukatlık yapmış, 1937-8’de yaşananlar başta olmak üzere bölgenin tarihindeki ve kendi dönemindeki insan hakları ihlalleriyle ilgili hukuki çalışmalar yürütmüştü. Bu çalışmalarına ek olarak ilki anadilinde olmak üzere Dersim meselesiyle ilgili üç kitap yazmıştı: “Eve Tarixê Ho Têri Amaene” (Kendi tarihiyle yüzleşmek) (2007), “Dersim 1938 ve Zorunlu İskân” (2009) ve “0.0.1938 Resmiyet ve Hakikat” (2011). Bunun yanı sıra Birgün gazetesinde yayınladığı bir dizi makaleyle bölgeden Türkiye kamuoyuna seslenen bir isimdi: “Dersim ulu bir çınarını kaybetti” (20.07. 2006), “Dersim 1938’e canlı bir tanık” (29.12.2006), “Ermeniler ve ‘Biz’ Kavramı” (29.08.2007), “Alevi’nin haklı korkusu” (29.08.2007), “Başka bir tarihle yüzleşmek” (23.01.2007), “Dersim: 1915’in temiz bir sayfası” (05.03.2007), “Başbakan’a Dersim mektubu” (22.11.2009). Aygün, Tunceli Barosu’na üye bir avukat olarak sürdürdüğü çalışmaları Tunceli milletvekili olarak meclis çatısı altında sürdürmeye devam etti. Çeşitli konu başlıklarıyla ilgili hazırladığı raporlar ve basın açıklamalarının yanı sıra dört kanun teklifi ve 12 yazılı soru önergesi vererek çevre sorunlarından tutuklu öğrencilere, Dersim’de yapılması düşünülen barajlardan toplu mezarlara kadar bir çok yakıcı konunun resmi-belleğimiz olan Meclis tutanaklarına girmesini sağladı.
Bu dönemde Aygün’ün gündeme taşıdığı en çarpıcı meselelerden biri Alevi Çalıştayı’yla ilgili oldu. Hatırlarsak, hükümet tarafından bir kaç çekingen girişimin ertesinde büyük vaatlerle başlayan Çalıştay uzunca bir döneme yayılmış ve ardında binlerce sayfalık bir doküman yığını bırakarak sessizce sonlanmıştı. Aygün gündemdeki yerini kaybettiği için kimsenin el atmadığı bu dokümanlara yakından bakmış ve asıl niyeti ifşa eden önemli bir ayrıntı yakalamıştı. Bir toplantıda Tunceli Müftüsüyle görüşen Açılım Moderatörü Necdet Subaşı bölgedeki “ateizm tehlikesi”ne karşı ilahiyat mezunu mu yoksa “devşirilmiş/üretilmiş Alevi” öğretmenlerle mi karşı durulacağına ilişkin sohbet ediyor ve Müftünün aktardığı görüşleri dinledikten sonra şunları söylüyordu: “Teşekkür ediyorum hocam. Umut verdiniz. Umarım bu umut, mesela şöyle anlaşılabilir: Oralarda şöyle iyi çalışılırsa, halk kısa sürede Sünnileştirilebilir.” Kuşkusuz, Aygün’ün CHP Tunceli milletvekili olması bu konunun gündemde kendine yer açabilmesini kolaylaştırdı.
Tam da aynı kimliğin kazandığı önem nedeniyle Aygün’ün Zaman’a verdiği röportaj büyük bir tartışma süreci başlattı. Bu röportajda Aygün partisinin kırmızı çizgilerini hayli zorlayan şu açıklamalarda bulunmuştu: “Dersim, etnik kimliği ve dini inançları bakımından farklı özellikler taşıyan, bu farklılık sebebiyle de 500 yıldır yok edilme siyasetiyle karşı karşıya kalan bir bölge... Resmiyette ise bir isyan olduğu ve devletin de bunu bastırdığı tezi savunuluyor... Dersim isyanı, sonradan icat edilmiş bir şeydir, öyle bir şey gerçekte yoktur... Bu dönem boyunca izlenen bütün politikalarda Atatürk devletin başındadır.” Ayrıca Kılıçdaroğlu dönemi CHP’sinde “Kendi tarihiyle yüzleşme ve uygulanan politikaların toplumun önünde saydam bir şekilde tartışılması yönünde bir tavır alındığını” söylüyordu.
Aygün hem memleketin hem de partisinin kırmızı çizgileri üzerinde yürüyen bir siyasetçi olarak meclise girdiğinden bu yana Türkiye kamuoyunda kendine özgü bir alan açtı. İşte tam da bu nedenle Tunceli milletvekili olarak 1937-8 üzerine yaptığı açıklamalar ‘gündeme bomba’ gibi düştü. Ayrıksı duruşu nedeniyle bir yandan ‘Yeni CHP’ lafzından rahatsızlık duyan kimi CHP’lilerin eleştiri oklarına hedef oluyor, diğer yandan CHP’yle hesaplaşmasını Dersim gibi hadiselerle yürüten hükümet yanlısı kesimler tarafından özel bir ilgi görüyor, bir diğer yandan ise Tunceli gibi sembolik öneme sahip bir yerelde BDP’yi geride bırakmış bir siyasetçi olarak Kürt hareketi tarafından yakından izleniyor. Bu denklemden baktığımızda, Aygün’ün kırmızı çizgiler üzerindeki yürüyüşünü bir tabu, bir metafor ve çıplak bir gerçek olarak Dersim’in yakın dönem Türkiye siyasetinde kazandığı özgül ağırlığın meclise uzanan bir gölgesi olarak okumak mümkün. Herkesin kendi siyasal meşrebine göre bir şekilde okumaya çalıştığı ama hiç kimsenin tek başına çözemediği Dersim açmazı Aygün’ün CHP Tunceli milletvekilliğinde ete kemiğe bürünüyor. Aşağıda kısa bir değerlendirmesini sunduğum Türkiye basınında üçüncü Dersim depremini bu çerçeveden tarihe not düşülmesi gereken bir vakadır.
Bir gündem depremi nasıl ölçülebilir?
Hüseyin Aygün’ün 10 Kasım tarihinde yayınlanan röportajı ardından 29 Aralık tarihine kadar 20 ulusal gazetede konuyla ilgili 535 köşe yazısı yayınlandı.[1] Tablo 1’de göreceğiniz üzere 535 köşe yazısının gazetelere göre dağılımı şu şekilde oldu: Radikal: 63, Sabah: 53, Hürriyet: 46, Star: 45, Zaman: 39, Taraf: 38, Yeni Şafak: 37, Milliyet: 36, Yeni Akit: 34, Cumhuriyet: 27, Bugün: 22, Yeni Çağ: 19, Birgün: 14, Evrensel: 13, Milli Gazete: 12, T24: 12, Takvim: 12, Akşam: 7, Haber Türk: 5, Posta: 3 (Tablo 1). Bu yayınların kronolojik dağılımını ise Tablo 2’de izleyebilirsiniz (Tablo 2).
Aynı dönemde meseleyi beş ya da daha fazla defa konu eden köşe yazarları ise: Eyüp Can (Radikal): 10, Hasan Karakaya (Yeni Akit): 10, Mahmut Övür (Sabah): 9, Oral Çalışlar (Radikal): 9, Taha Akyol (Hürriyet): 9, Ahmet Hakan (Hürriyet): 8, Melih Aşık (Milliyet): 8, Murat Aksoy (Yeni Şafak): 8, Fehmi Koru + Taha Kıvanç (Star): 8, Nazlı Ilıcak (Sabah): 7, Cüneyt Arcayürek (Cumhuriyet): 6, Ahmet Altan (Taraf): 5, Emre Aköz (Sabah): 5, Mehmet Barlas (Sabah): 5, Mümtaz’er Türköne (Zaman): 5, Sevilay Yükselir (Sabah): 5.
Köşe yazısı başlıklarında geçen kelimeleri değerlendirmeye aldığımızda toplam 2155 kelime, kısaltma, ek ve işaretlerden on defadan fazla tekrarlananlar şu şekilde sıralandı: Dersim (215), soru işareti (111), CHP (76), ve (67), mi (55), özür (52), ünlem işareti (52), tarih (23), ne (22), yüzleşmek (20), Alevi (20), Kılıçdaroğlu (16), devlet (15), Başbakan (12).
Bu dağılıma baktığımızda şu sonuçlara işaret etmek mümkün: (A) Mesele CHP ve Genel Başkanı olarak Kılıçdaroğlu’na işaretle tartışıldı. Örneğin, “Dersim ve Kılıçdaroğlu,” “Bütün tarih Kılıçdaroğlu’nun zayıf omuzlarında.” (B) Bir bağlaç olarak ‘ve’nin sıklığı Dersim’in kendi başına tekil bir mesele olarak değil bir başka mevzuyla ilişik değerlendirildiğine işaret eder. Örneğin, “Dersim ve 1915,” “Dersim ve Atatürk” ve “Dersim ve hafızakırım.” (C) Diğer yandan, ‘özür’, ‘tarih’ ve ‘yüzleşmek’ gibi kavramların sıklığına Dersim meselesinin açılımlar döneminde kazandığı önemin altını çizer. Örneğin, “Başbakan Dersim’le resmi tarihi yırttı” ve “CHP tarihte olanları yerli yerine koymadan yarına bakabilir mi?” (D) 535 köşe yazısı başlığında 111 adet soru (?) ve 52 adet sevinç, kıvanç, acı, korku, şaşma gibi duyguları imleyen ünlem (!) işareti kullanılmış olması yukarıda tartıştığım Dersim açmazını Türkiye siyasetinde yol açtığı kargaşaya işaret eder. Örneğin, “CHP özgürleşmeyi düşünüyor mu?”, “CHP’nin açmazı nedir?” ve “CHP, Dersim ve Ermeni kırımı!” (Tablo 3, kelime bulutu).
Belirtilen makalelerin ilk elden incelemesinde değerlendirmeye alınan 20 gazete konuyu ele alış biçimlerine göre beş temel eğilimde sınıflandırıldı:
Eğilim 1: Birgün, Evrensel, Radikal, Taraf (129)
Eğilim 2: Sabah, Star, T24 (110)
Eğilim 3: Akşam, Haber Türk, Hürriyet, Milliyet, Posta, Takvim (107)
Eğilim 4: Milli Gazete, Yeni Akit, Yeni Şafak, Zaman (122)
Eğilim 5: Bugün, Cumhuriyet, Yeni Çağ (66)
Köşe yazısı başlıklarında geçen kelimelerin eğilimlerine göre dağılımına baktığımızda benim açımdan şaşırtıcı gözüken bir tabloyla karşılaşıyoruz. Değişen yüzdelerle de olsa tüm eğilimler başlıklarında en sık geçen kelime, kısaltma, ek ve işaretlerde ortaklaşıyor: Dersim, ‘?’, CHP, ve, özür. Bu tabloda öne çıkan en bariz ayrıntılar olarak not etmek gerekir ki ‘CHP’ kısaltmasının en çok Eğilim 3 (%5.08) ve 4 (%5.85) en az ise Eğilim 1 (%1.91) ve 5 (%3.22) tarafından kullanılırken bu eğilimler arasındaki bu komşuluk ‘özür’ kelimesinde en çok Eğilim 1 (%4.4) ve 5 (%3.22) ve en az Eğilim 3 (%1.61) ve 4 (%2.19) olarak tekrarlanıyor (Tablo 4).
AKP milatçılığı, tarihle yüzleşmek ve unutmadan hatırlamak
Mevcut hükümet iktidara geldiğini 2002 yılından bu yana Türkiye siyasetini önemli ölçüde yeniden şekillendirdi. Bu çabasındaki en önemli dayanaklarından biri Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana yaşanan ve süreç içerisinde kemikleşmiş temel sorunlarını çözme iddiası oldu. Bu iddiayı destekler biçimde AKP iktidarı dönemi Kasım 2002 Genel Seçimleri öncesi Türkiye’den keskin bir kopuş olarak sunuldu. “Milatçılık” olarak anabileceğimiz bu söyleme koşut olarak başta Kürt sorunu olmak üzere çeşitli meselelere dair “Açılımlar” başlığı altında bir dizi reform başladı. Bu süreç meselelerin muhatapları açısından kimi rahatlamaları da beraberinde getirdi. Alevilik meselesi özelinde bakarsak 2005 yılında değişen dernekler kanunuyla birlikte “cem evi” ismi artık dernek tabelalarında kullanılabiliyor. Diğer yandan, tarafları açısından açılımların hali hazırda büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlandığını da belirtmek gerekir. Söz gelimi, 2011 yılında Madımak Oteli’nin Bilim ve Kültür Merkezi’ne dönüştürülmesi yukarıda işaret edilen rahatlamayı gölgede bırakan bir sertlikte gerçekleşti.
Açılım çabalarına dair kuşku ve hoşnutsuzluk uyandıranın temel olarak hükümetin kullandığı dilde olduğunu düşünüyorum. Cumhuriyet sonrasında şekillenen merkez siyasetin çeperinde kalmış eğilimlerden biri olan siyasal İslam’ın diğer tüm kesimler gibi resmi tarihe karşı derin bir kuşkusu ve bu tarihe dair farklı okumaları vardı. Söz gelimi, Sivas 1993’te yaşananlar resmi tarihe “irticacı kalkışma” olarak geçmişken siyasal İslam hep karmaşık bir devlet komplosundan söz açmış ve mesele her gündeme geldiğinde Başbağlar’ı hatırlatarak mesafeli durmuştu. Bu eğilim şimdi güçlü bir şekilde merkez siyasete yerleşti ve kendi tarih okumalarından yeni bir resmi tarih yazıyor. Ülke siyasetini ve gündelik hayatımızı bu tarihe göre yeniden şekillendiriyor. Madımak Oteli’nin dönüştürüldüğü süreç tam da bu duruma işaret ediyor. Aleviler yıllardır Otel’in, tıpkı aynı yıl benzeri bir şiddetin yaşandığı Solingen’de olduğu gibi, utanç müzesine dönüştürülmesini isterken şimdi bambaşka bir durumla karşı karşıyalar. 2011 yılına kadar 1993’ü yaşananları anacakları bir mekanları varken şimdi orada 1993’e dair her türlü gösterenden muaf bir Bilim ve Kültür Merkezi duruyor. Girişindeki levhada ise şunlar yazılı “2 Temmuz 1993 tarihinde meydana gelen elim olayda 37 insanımız hayatını kaybetmiştir. Böyle acıların bir daha yaşanmaması dileğiyle.” Alfabetik sırada anılan isimlerin başında ise olaylarda Otel dışındaki göstericiler arasından hayatını kaybeden iki kişiden biri geliyor. Böylelikle, Sivas 1993 bir şekilde hatırlanmış oluyor. Elbette ki Alevilerin değil siyasi İslam andığı biçimiyle. Böylelikle, kurbanlarının rızası olmadan tarihi bir travmamızla yüzleşmiş olduk. Unutarak hatırlayarak.
AKP iktidarıyla birlikte toplumsal belleğimiz üzerinde kalın ve eski bir halı gibi duran resmi tarih vesayeti kalktı. Hiç konuşulmayanlar hep konuşulur oldu ve “tarih,” “yüzleşmek,” “özür” gibi bir dizi kavram gündelik hayatımıza girdi. Fakat, AKP hızlı bir biçimde kendi resmi tarihini dokumaya giriştiği için bunun kendi başına olumlu bir şey olduğunu söylemek güç. Hüseyin Aygün’ün Tunceli doğumlu bir genel başkan liderliğindeki CHP’nin Tunceli milletvekili olarak hükümete desteği ve yakınlığıyla bilinen Zaman gazetesine vermiş olduğu röportaj sonrasında Türkiye basınına yansıyan tartışmalara baktığımızda tam da bu güçlüğü görüyoruz. Aygün röportajının 50 gün gibi Türkiye basını açısından oldukça uzun bir dönemde 20 ulusal gazetede 535 köşe yazısıyla gündemde kalmış olması ise bu güçlüğü anlamamız açısından önemli. Tıpkı tüm diğer benzeri sorunlarda olduğu gibi Dersim açmazını nasıl çözeceğimiz, Dersim’le nasıl yüzleşeceğimiz Dersim’i nasıl hatırlayacağımız sorusuyla ilgili bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Bu soru o denli siyasallaşmış bir durumdaki neredeyse toplumsal hafızalar üzerinden bir iç savaş yaşanıyor. Bertaraf olma tehlikesi hissetmeden bitaraf kalarak konuşabileceğimiz zeminin daralıyor olması hepimiz açısından kaygı verici bir durum. Aygün’ün verdiği röportaj sonrası yaşanan tartışmaların gündeme geldiği 29 Kasım 2011 tarihli grup toplantısından yansıyan fotoğrafı siyasal tarihimizde bu kaygının bir ifadesi olarak yer aldı. Unutmadan hatırlayacağımız bir dil kurmadan bu süreçten sağlıklı bir çıkış bulmamızın mümkün olamayacağını söyleyerek bitirmek isterim.
[1] Bu yazının sınırları içerisinde sunulması mümkün olmayan bu köşe yazılarına ilişkin taramanın tam dökümüne ulaşmak için Basın Tarama kelimesini tıklayabilirsiniz. Değerlendirmeye alınan 535 köşe yazısı İnternet üzerinden ilgili gazetelerin arşiv arama araçlarıyla gerçekleştirildi.