Kimilerine göre yüzyılın davası Ergenekon duruşmaları salonun yeterliliği, dinlenme polemikleriyle başladı. Bir yandan da yeni dalga gözaltılar sürüyor. Duruşmaların başlamasından önce “Silivri’de Ergenekon turizmi” başlıklı haberlerin ana haber bültenlerinde kapladığı yer, duruşmaların içeriğinin ne kadar tartışılacağının bir habercisi gibi görünüyordu. Ancak ilk işaretleri bunlar değildi yazık ki bu içerik boşalmasının.
Açıkçası Ergenekona kişisel ilgimi kaybettiğimi söylemek zorundayım. Tüm maymun iştahlılığım ve dikkat dağınıklığım bir yana bu anlamda iki önemli kırılma noktam var ve bu ilgi kaybını yaşayan tek kişi olduğumu da düşünmüyorum.
Bu noktalardan birincisi sisi ve Nurseli İdiz’in de gözaltına alınmasıdır. Cumhuriyet kadınları adlı bir gösteriyi organize etmekteydiler o dönemde ve Tansu Çiller’e benzemek için estetik operasyon geçiren bir manken etrafında dönen tartışmalar dolayısıyla magazin basınında görünür olmuşlardı. Gösterinin başarısı oldukça tartışılır çünkü bu süreçte ancak birkaç kasabada sergilenebilmişti.
Bu gözaltı ile birlikte yazık ki bu magazin karakterleri ile diğer Ergenekon sanıkları aynı düzleme çekilmiş oldular. Burada rahatsız edici olan nokta ise tartışma zemininin toplumsal anlamda haber/tartışma programlarından gündüz kuşağına kayması oldu. İstatistiklere göre toplumun en güvendiği kurum olan TSK’nin apoletlerini taşıyan Ergenekon imgesi magazin dünyasının ışıltıları arasında kaybolmaya başladı.
Cumhuriyet kadınları gibi projeler, örneğinde de görüldüğü gibi sokaktaki insana ulaşabilen projeler değil. Çünkü zaten hedeflediği sokaktaki insandan çok taraf belirleyerek bir şekilde medyanın ilgisini çekmek gibi görünüyor. Medya ilgisi elbette insanlara ulaşmak için etkili bir yoldur ancak gündüz kuşaklarındaki ilgi daha çok bir acıma ve şükür duygusuyla birlikte gelişmekte. Cem Yılmaz’ın şovunda “hani marjinal olan bizdik” diye çok güzel özetlediği bir formatla izleyicilere olmadık garabeti sergileyip, bulundukları yerden ve halden memnun olmalarını sağlayan programlar. Magazin dünyasının karakterleriyle birlikte acılarını, hayatlarındaki gariplikleri anlatan kişiler izleyicinin hayatının uzağındadır ve bu durum izleyiciye bir tür güvenlik duygusu verir. Bu dışta görme de haliyle anlatıların/yaşantıların gerçekliği duygusunu tamamen olmasa da büyük oranda yok eder.
Ergenekon davasının çeşitli sanıklar yoluyla aynı düzleme itilmesi de Ergenekon davasının bizim hayatlarımızın dışında ve pek az gerçeklik barındıran bir tür gösteriye dönüşmesine neden olmakta. Konuştuğum birçok kişi Ergenekon davasının tek tek kendi hayatlarını ilgilendirmediği, çeşitli güç odakları arasında bir çatışmanın su yüzüne çıkan kısmı olduğu konusunda neredeyse hemfikir. Neredeyse magazin basınında sıkça rastladığımız şarkıcılar arası polemiklerle eşitlenebilir, bekâret raporlarının havalarda uçuştuğu polemikler kadar eğlenceli ve iç gıcıklayıcı olmasa da. Bu tip tartışmaların reyting araçları olduğunu bilenler için –ki sanırım bu ezici bir çoğunluğa tekabül ediyor- tartışmanın içeriğinden çok skor ilgi çekici hale geliyor. Yine çevremdeki birçok insanın –buna AKP’ye oy verenler de, CHP’liler de dahil- Ergenekon ve Deniz Feneri davalarını, magazin polemiklerini takip etmenin uyandırdığı duyguyla izlediğini söyleyebilirim.
Elbette işin bir diğer tarafında da özelde yargıya, genel olarak devlet örgütlenmesine duyulan güvensizlik var. Gerçeklerin ortaya çıkmayacağı, sadece göstermelik birkaç cezanın verilmesiyle derin devlet örgütlenmesinin safra atmış olacağı, dolayısıyla daha güçlü ve tabii daha derinlikli bir şekilde hayatına devam edeceği beklentisi de oldukça yaygın bir kabul görüyor. 1000 kişiyi öldürdüm diyenlerin yaşam standartlarıyla sıradan insanların yaşam standartlarını karşılaştırmak da haliyle cezalandırma denilen şeyin gerçekten var olup olmadığının sorgulanmasına neden olabiliyor. Birçok kişiden Tolon ya da Şenuygur’un aslında cezaevinde olmadığı yönündeki düşünceleri duymak ise bu inanç zayıflığının en iyi kanıtları sayılabilir.
Ortaya dökülen bilgi bulamacı da dava sürecine yönelik şüpheleri destekliyor. Çünkü bu kalabalıkta olayı anlamak ve tutum belirlemek için gereken mesaiyi ayırmak ciddi bir fedakârlık anlamına geliyor. Binlerce sayfalık iddianamenin herkes tarafından okunmasının mümkün olmaması, “biri bize anlatsın” düşüncesine sebep oluyor. Gazeteciler, entelektüeller; herkes kendi meşrebince dosyanın bir ucundan tutuyor elbette. Ancak konunun en ciddi şekilde ele alındığı gazetelerin yorum sayfalarında bile bir süre sonra “kim daha sol, kim gizli AKP’li, kim liberal, kim Kemalist?” tartışmaları dosya içeriğinden fazla yer kaplamaya başlıyor. Bu didişmenin, genel olarak eleştiriye uğrayan “AKP, derin devlet, ordu; yesinler birbirlerini,” tavrından daha ilerici veya siyasal açıdan daha özgürleştirici olduğunu iddia etmek ise pek mümkün görünmüyor. Özellikle sol içindeki bu yedeklenme tartışmalarını, dava içeriği hakkında bilgilendirilme ihtiyacın giderilmesinin önündeki en önemli engellerden saymak mümkün. Belki bu tartışmalarla ortaya çıkacak arı-duru; ama bilgi vermek yoluyla geniş insan gruplarıyla iletişime geçme şansını kaçırmış, içe kapanık bir sol’un kime ne faydasının olacağı sorusunu sormaktan kendimi alamıyorum.
Ergenekon’un sınırlarının sürekli genişlemesi, mizahın ana konularından birisi olmasının nedenlerinden. Elbette soruşturma olabildiğince derinleştirilmeli ve bu örgüt tüm bağlantılarıyla ortaya çıkarılmalıdır ancak “suçlu sistem” söylemi yerine geçmekte olan “suçlu Ergenekon” söylemi, suçun soyut bir alana tahvil edilmesi anlamına geliyor. Kolaylıkla herkes bir kurban rolüne bürünebiliyor ve gerçek bir hesaplaşma yaşanmamış oluyor. Gerçek hesaplaşmaya şahit olmayınca dava sürecinin bir siyasi hesaplaşma olduğu yönündeki inanışın yaygınlaşması kolaylaşmakta, haliyle herkesin bu davayla ilişkilendirilebileceği yönündeki şakalarla da güvensizlik ortaya konulmakta. Sıkça duyulan, Ergenekon davasının bir restorasyon harekatı olduğu, bir safra atma karşılığında oluşmuş yıpranma ya da şüphelerin giderileceği, böylece derin devletin faaliyetlerinin daha da güçlenebileceği yönündeki yorumlara cevap vermenin zorlaştığı oldukça açık. Çünkü hem önümüzde susurluk örneği var hem de hepimiz devletin bekası için feda edilebilir insanlar olarak görülebileceğimizi biliyoruz.
İlk duruşmadan sonra 32. gün programında tutuksuz sanıkların ve tutuklu sanıkların yakınlarının konuk edilmesi; artık insan hikayeleri dönemine girildiği, bizlerden sanıklarla ve yakınlarıyla empati kurmamız beklendiği anlamına geliyor. Kendi adıma paşalar ile empati kurmanın zor olduğunu düşünsem de eşleriyle ya da çocuklarıyla empati kurmak konusunda bu kadar direnç gösterebileceğimi düşünmüyorum. Mahkûm ya da tutuklu yakını olmayı deneyimlemiş insan sayısının oldukça fazla olduğu bir ülkede bu kartın açılmış olmasıyla beraber, Birand eliyle gündüz kuşağına kayış tamamlanmış gibi görünüyor. Bırakalım Ergenekon davasının içeriğini, sanıklara isnat edilen suçların mağdurlarının hikâyelerini; yaprak dökümünü izlemeye devam edelim. Emekli kaymakam Ali Rıza bey’in onuru hepimizi kurtaracak.