“Kimse barış
hakkında epik bir şarkı söylemeyi başaramadı”.
(Homer - Der
Himmel über Berlin)
10 Ekim 2015 yahut Kanlı Cumartesi. Ankara asfaltında can kırıkları. Barış için yol alanların kimi öldü, kimi can çekişiyor. Kalanlar acı içinde, kalanlar panik içinde, kalp masajı yapıyorlar yerdekilere. Yerde yatan; insanlık. Hayata dönsün istenilen; insanlık. Ambulanslardan önce polis geliyor gaz fişekleriyle, “dağılın ulan” diyor, “dağılın”, burası Türkiye, umutsuzluk parça tesirli...
Cumhurbaşkanı açıklama yapıyor; hepimizi “terörün yanında değil karşısında olmaya” çağırıyor. HDP’ye sataşıyor kendince; “terör eylemleri karşısında çifte standartla hareket edenler var” diyor, “teröre en büyük desteği onlar veriyor” diyor. Birkaç saate kalmadan onun ana sınıfı uzantısı başbakan da aynı kelamı ediyor; “terör terördür, ‘amasız-fakatsız’ karşı olunması gerekir, Demirtaş çifte standartla hareket ediyor”. Bu kadar canın ardından bile dertleri aynı, dertleri HDP. Muktedirin ayakkabısının içindeki çakıl taşı gibi HDP, iktidarın obsesyonu. “Üstüne terör çalalım, belki kurtuluruz” diyor. Terörüm, terörsün, terör. Terörüz, terörsünüz, terörler…Devletli ceberutların dilinde bir ezber, bir bahane terör. Terör eşlik edilen bir ses. Bazen bir mecaz, bazen bir mesele. Terör metalaşmış bir de, alınıp satılıyor. Kullanım değeri ayrı, değişim değeri ayrı. Yeri geliyor, istenilen türden terör sipariş ediliyor, taşeronlar istenilen türden terörü tedarik ediyor talebe göre. Gerçekten.
Terör ne peki? Kelime anlamı “yıldırı” diyor TDK. “Tedhiş” ya da “korku salma” yazıyor eski sözlüklerde. Siyaset bilimi literatüründe genellikle “şiddet” ile ilişkilendirilmiş, sistematik ve konvansiyonel türleri belirlenmiş, çok çeşitli örnekleri tespit edilmiş, “devlet terörü” itina ile ayırt edilmiş, vesaire… Bunların hepsinde ortak olan belirgin özelliklerden biri “kanun tanımazlık”. Ama öyle yasalarla ilgili filan değil, ahlaki ve teolojik bağlamlarda bile daha üst ilkeler gereği kendi benimsediği kanunlara da karşı gelmeyi içeren bir “kanun tanımazlık” bu. Bir de “keyfi” olabilmesi ile “ayrım gözetmeyen doğası” var, yani deyim yerindeyse terörün herkesi harcayabilmesi. Buna göre hedef kitlenin “herkes” olabilmesi terörün tesirini en çok artıran şey. Sosyologlar için ise daha sade bir “olgu” terör, çok basit, pragmatik bir nedeni var: “Herhangi bir siyasal odak, meşru siyasi parametreler dâhilinde amaçlarına ulaşamadığında teröre başvurur”. (Tanıdık geldi mi?) Bu nedensel bağlantıya hemen Cemil Meriç’in şu uyarısını da ekleyebiliriz: Terör diye diye tarihsizleştirilen olguyu her daim “belirli bir dönemin çerçevesi içerisinde” kavramalıyız. Ben de sosyoloğum. Siyaseti pek bilmem. Kim terörist kim değil ben ilk bakışta anlamam. Ama devlet teröre âşıktır, bunu “son bakışta” anladım. Çok iyi anladım…
Ankara… Memleketin en çok “devlet” barındıran şehri Ankara. İçine bomba koyarlar belki diye çoğu yerinde çöp konteynırı bile olmayan, her yeni güne bir patlama ihtimalini göz önüne alarak başlayan “başkent” Ankara. Her şeyden şüphelenen, zırt pırt kimliğimizi soran polislerin kenti. Devletli burjuva tedirgin olmasın diye çoğu zaman caddeleri kapatılan, bir kortej geçecek diye hep yolumuzu değiştirmek zorunda kaldığımız, gündelik olarak “yüksek güvenlikli” bir tutsaklığı tecrübe ettiğimiz kent Ankara. Nasıl izin verdin buna?
Pratik anlamıyla “terör” ilk bomba patladıktan birkaç saniye sonra başladı. Polis yaralıların arasına “dalıp” vahşeti kemale erdirdiğinde. Alana giriş noktalarını tıkayan polis araçları ambulansların geçişini zorlaştırdığında. O araçların çekilmesini isteyen insanlar olunca polis havaya ateş açtığında. Yaralılar taşınırken “vatandaşın güvenliğini sağlamak” yerine polis provokatif pozlar kestiğinde. Alana girip döven söven, insanlara racon kesen bir çete gibi davranmaya başladığında polis. Hiçbir örgüt yazılı ya da sözlü bir açıklama yapıp bombalamayı üstlenmedi belki ama polis en azından “performatif olarak” bunu yaptı. Ölümleri onayladı.
“Güvenlik zafiyeti yok” dediler kodamanlar bir ağız olup. “Talimatlar verildi” dediler, “kimsenin tereddüttü olmasın” dediler. Bir gazeteci “istifayı düşünür müsünüz” diye sordu, güldüler. “Miting alanının dışında oldu patlama” dediler, sanki miting alanının dışı onların sorumluluğunda değil, sanki orada patlama olması “olağan” bir şey gibi.
Üçüncü bir patlama ihtimaline karşı kaynağı belirsiz uyarılar geldi sonra. Spekülasyon sel oldu aktı: “Metroya binmeyin”, “Kızılay’a gitmeyin”, “kalabalıklarda dolaşmayın”. İnsanlar birbirine “canlı bomba mısın la” bakışıyla baktığında tırmandı terör. Herkes eşini dostunu arayıp hayatta olup olmadığını öğrenmeye çalışırken. Siren sesleri kentin her tarafından duyulurken, Ankara’da yaşayan herkes terörün “gerçekte” ne olduğunu tecrübe ederek öğrendi.
Orman Bakanı çıkıp orman kanunlarını hatırlattı o sıra. HDP Diyarbakır mitingindeki patlamayı işaret etti, “sırf barajı aşsınlar diye, mağdur görünsünler diye” dedi, kendileri yaptılar demeye getirdi. Kelime haznesi yetseydi daha fazlasını derdi belki. Konuşmayı beceremiyor. Yine de vahşi Nazi’nin tüfek dipçiği gibi sözleri. İftira, iftira, iftira…
HDP’li dostlar ise bir nebze olsun yaraları sarabilmek adına kurdukları kriz masasında ter döküyorlardı. Hangi hastanede hangi kan gurubundan donöre ihtiyaç var, hayatını kaybedenlerin yakınları nasıl haberdar edilecek, Ankara’ya geldiklerinde nerede kalacaklar, yaralılar nerede, refakatçi eksiği olan var mı, vesaire… Devlet HDP’yi dert ederken HDP’liler “insanlığı” dert edinmiş haldeler. “Nasıl yardım edebiliriz” diye sorduk, bilgisayar istediler. Malum kısa süre evvel faşist fedailer yakmıştı binalarını, yağmalamışlardı. Yeterli teknik teçhizatları yoktu.
Hastanelerin önünde kalabalıklar birikti. Devlet “kan ihtiyacı yok” dedi, “kan ihtiyacı var diyenlere prim vermeyin” diye açıklama yapıldı Sağlık Bakanlığı’ndan. Aynı anda şifa dağıtmaya çalışan doktorlar-hemşireler ellerinde megafonlarla çaresizce kan anonsu yapıyorlardı. Ankara ahalisi olarak kan grubumuz pek negatif değilmiş, bunu da öğrenmiş olduk.
Şehir dışından mitinge gelen katılımcılardan en azından “sağ kalanların” evlerine “güvenli” dönüşü endişesi türedi sonra. Kolektiflerin üyeleri Yüksel Caddesi’nde toplandı bu iş için. Güvenpark’tan otobüslere transferi sağlamaktı amaçları. Ama resmi kıyafetli başıbozuk çete yine rahat vermedi, Kızılay Meydanı’na ve ona bağlı sokaklara ardı ardına gaz bombaları attı. Ankara bebeleri direndi bir müddet, sokaklara barikatlar kurdular, çare olmadı. Çünkü iyi niyete izin yok, çünkü devlet herkesi kendisi kadar “kötü” sanır. Hastanelere öteberi yetiştirdiler bebeler sonra, yaralıların başında nöbet beklediler.
Devletli ceberutlar yayın yasağı ilan ettiler en son. Patlamayla ilgili “haber yapmak yok” gayrı dediler. Sorular soranları susturdular, “elimizde birtakım bilgiler var, şu an paylaşamayız” dediler. “Demirtaş da Demirtaş, hepsi onun yüzünden”. Akşam olunca iktidarın entel aparatları da televizyon kanallarına hücum edip aynı şarkıyı söyledi. “Demirtaş yanlış kelamlar etti”, “Demirtaş şöyleydi”, “Demirtaş böyleydi”… Çünkü devlet, kendisini sevenleri de kendisi kadar kötü kılar.
Peki, ne yaptı Demirtaş? Yalanları ifşa etmekten başka ne yaptı? Terörün devletin demokratik sorumluluk alanında olduğunu söylemekten başka ne yaptı? Patlamanın ardından polisin saldırısını, ihlal ve ihmalleri göstermekten başka ne yaptı? “Onlar” gibi metaforik olarak “terörü” kınayıp geçmedi. Herkesin bildiği ama yüzüne söyleyemediği günahını haykırdı devletin. Bu yüzden şiddetin çare olmadığını, barış için haykırmaya devam edeceğini söylemesi bile “halkı tahrik” olarak lanse edildi.
Türkiye’de bugün devlet organını “tamamen” ele geçiren Saray ve AKP iktidarı tarafından “terör” bir mizansene dönüştürülmüştür. Devletin istediği gibi sahneye girip çıkabileceği, istediği kişileri içinde şeytanileştirebileceği bir mizansendir bu. Üstelik bu mizansene ihtiyaçları göründüğünden çok daha fazla. Muktedirliğini yitirmek korkusundaki sarayın fedaileri, kendi yarattıkları kargaşanın davetiyelerine devlet mürekkebiyle “her türlü teröre lanet” şerhi düşüyorlar şimdi. Terör mecazına kıstırdıkları söylemi genelleştirerek HDP’yi ve sosyalist muhalefeti hedef gösteriyorlar.
Ama neye yarar? Nicedir sokaklara ölümü kuşanıp çıksak da her fırsatta barışı çığırmaya devam edeceğiz biz. Bu devletin selim aklının sahipleri değil miydi önceleri kadrolarına görgüsüzce boca ettikleri cemaati, sonradan terör örgütü ilan eden? Sonra bu devlet IŞİD’le oynaşmadı mı, hakkında uluslararası dedikodular çıkmadı mı, kendi sosyetesine rezil olmadı mı? Nereye yol aldığı bilinmeyen tırları yok mu bu devletin? Yüzde elliyi evinde zor tutuyorum demedi mi Erdoğan? Sınırın beri tarafından ağrı buraya iki bomba da ben sallarım demedi mi Fidan? “Onların” şablonuyla diyebiliriz aslında; “siz terörü iyi bilirsiniz”.
Hatırlarım, ben çocukken Susurluk civarında bir araba kaza yapmıştı da, bagajından devlet ile terör aynı anda çıkmıştı. Annemler ışıkları filan kapatıp açmıştı sonra. Yirmi yıl filan oldu, “her şey değişti” dediler. Anladım; hiçbir şey değişmemiş. Devlet teröre âşık, terör devlete. Barış Mitingi ’ne yapılan saldırının olduğu gün Ankara sokakları tam da buna tanıklık etti işte. Terör devletin en aleni sırrıydı.