İçi acıyla kavrulan, parça parça olan onca insan var işte, bir an artık devam edemeyecekmiş gibi hissedenler... Hiç olmazsa böyle zamanlarda, nerelere koyacağını bilemediği üzüntüsünü basit iktidar hesaplarına, ucuz komplo teorilerine, çirkin kıyaslamalara, hoyrat gürültüye, dünyanın uğultusuna, gündelik siyasetlere teslim etmeden çeken, cesur bir sürü insan. Kendi içine gömülüp sessizce kederlerini üstlenenler. Başkalarının korkunç acıları ve çaresizlikleri karşısında en çok, kendini, en olmadık biçimlerde birbirine bağlanan, karışan, iç içe geçen ve genişleyen bir büyük insanlığın parçası sayan, bundan kıvanç duyan, gurursa bununla gururlanan insanlar.
Hiç tanımadığı insanların ölümünün, apansız kaybının acısıyla sahiden yas tutanlar var işte. Başkalarına yönelmiş vahşet karşısında, sadece acıyı paylaşmakla yetinmeyi bilmeyenler. O acıyla bir olan, onun daha da derine işlemesiyle hayatları ikiye bölünenler. Kalplerine bakıp öncesi ve sonrası var bundan böyle artık diyenler. Bu sırada başka bir şeyin usul usul işlediğini fark edenler: Acının dağladığı yerin, en içteki varlıklarının; ego denilen yüzeyden çok uzaktaki o derinliğin, nihayet kendilerini bulacakları yer olduğunu sezmeye başlayanlar. O zamana kadar hiç farkına varılmayan o esrarlı kendilikleriyle sabırla yüzleşenler.
Bazen bu olur işte: Varıp varacağı en nihai durağı gösterir o derin sızı insana: “Ben buymuşum meğer”. Bir özneleşme sürecine girerek ölümsüz ve yüce bir nitelik edinmeye muktedir bir varlık… Acı ruhumuzu baştan başa kat etmişken, bitap düşmüşken, belimiz bükülmüşken, evet, mucizevi bir biçimde bu olur. Dağılmış, parçalanmış olmanın çilesi, kahrı öznenin kendini bulmasının, kendine varmasının olağanüstü zeminini yaratır. Durup dinlenmeden İyi’yi hayal eden, bütün ortak ve yaratıcı güçlerini ona adayan, o zamana kadar bilinmeden kalmış bütün imkan ve kapasitelerini gerçekleştirmek için didinip duracak olan, bunları insanlığının koşulu sayacak olan İnsanın zeminini.
Hep sürecek, arkası hep gelecek olan barış, hak, adalet, eşitlik ve kardeşlik mücadelesinde ölenleri, masum kayıplarımızı, can saydıklarımızı daima hatırlamaya, zihinlerinde yaşatmaya kararlı olanlar. Onları, mevcut olandan radikal biçimde koparak geleceğe yönelmiş bakışlarında daima yaşatacak olmaktan hiç geri durmayacak olanlar: "Ne pahasına olursa olsun o kavgayı sürdüreceğiz, ve bunun için nerede üçümüz beşimiz bir araya gelirsek onlar da orada olacaklar" demekten bir an bile vazgeçmeyecek olanlar.
İnsan en temelde kendini tanıma araçlarından yoksun bir varlık ya. Benzersiz bir dayanağa kavuşuyoruz bunun için birden. Bu korkunç acı buna yarıyor bir de. İyiliğin ve kötülüğün bütün kavramlarının birbirine karıştığı sefil bir zamanda, saf nefret ve kötülüğün karşısında tertemiz, ışıl ışıl bir iyilik ve güzelliği ete kemiğe büründürüp bize kim olduğumuzu, yerimizi ve istikametimizi gösteren birer kutup yıldızı oluyorlar. Güllerden karanfillerden bir ayna… Onların çoktan yüce ve erişilmez bir nitelik edinmiş ve kendilerinin çok ötesine geçmiş olan eylemleri bizim için kendi içimizdeki iyilik çekirdeğiyle temas etmenin, bizi bambaşka kılmanın eşsiz bir imkanı olup çıkıyor.
İnsan müthiş bir varlık hasılı. Bu da bizim küçük tesellimiz olsun: Asla öldüremeyecekleri, ortadan kaldıramayacakları şey direnmeye, örgütlenmeye, büyümeye devam edecek. Bütün insanlığın kökünü saptayacağımız yerdir burası. Bu esnada sefil bir güç, iktidar ve zenginlik kavgası yürüten kara vicdanlı zalimlerin adı bile okunmayacaktır.
* Yazının başlığında Alfred Hayes’nin yazdığı ve Earl Robinson’un sözlerini biraz değiştirerek söylediği “Joe Hill” şarkısından ilham aldım. Joe Hill (1879-1915) İsveç doğumlu bir sendikacıdır. Utah mahkemesince idam kararı verilerek öldürülür.