"Hava kapalı ama açacak,
Yağmurdan sonra iyi havalar beklenir,
Gürültüden sonra çeşitli mutluluk sesleri,
Barış gelir ve kötülük sona erer.
İkisi arasında insanlar acı çeker!”
[Habsburg Hanedanı'ndan Avusturyalı Margarete (1480-1530)] [1]
"Her şey yolunda giderken bir anda ne oldu da birçok Kürt ili ve ilçesinde Kobanî'yi aratmayan görüntülerle karşılaşır olduk?"
Son zamanlarda birçok kişinin kafasını kurcalayan bu sorunun cevabını belki de her şey yolunda gidiyor gibi görünürken aramak daha doğru olacak. "Çözüm süreci" adı verilen zaman aralığında çözüme dair “ciddi” bir adım atılmamakla beraber, barış adına kıymetli olan çatışmasızlık atmosferi, çözüm sürecinin esasına dair tartışmaları teşvik edecek düzeye gelemedi. "Barış süreci" taraflar (KCK-Türkiye) arasındaki çatışmasızlık süreciydi ve evet kuşku yok ki çözüm ve barış adına değerliydi ama bu, çözümden ziyade mücadeleyi her iki taraf için de farklı formlar altında sürdürmekten öteye geçemedi.
Ve yine kuşku yok ki bu süreç Ortadoğu'daki Arap Baharı'nın Kürtlere de sirayet etmesine taraflarca verilen cevaptı. "Arap Baharı" denilen kalkışmanın Suriye ayağında Kürtler de kısa sürede söz sahibi olan önemli aktörlerden biri haline geldi. Suriye'de muhalifler ve rejim yanlıları arasındaki çatışmadan yararlanan KCK'nin Rojava’daki örgütü PYD ve onun silahlı kolu YPG, 2012 yazında Efrîn, Kobanî ve Dêrik gibi Kürt kentlerinde kontrolü ele geçirdi. Bu aynı zamanda tüm KCK yapısının buraya yönelmesini beraberinde getirdi. Bakûr (Kuzey) Kürdistan'daki HPG gerillaların bir kısmı da bu oluşuma güç katmak için buraya kaydırıldı. Bölgeyi izlemekle yetinmeyen Türkiye bir taraftan bölgede artan imajına güvenerek Suriye'deki çatışmayı çözebileceğinin özgüveniyle girdiği yolda bir anda Esad karşıtı muhaliflerin sözcüsü, ÖSO'nun oluşumuna ön ayak olan, rejimce terörist olarak nitelenen muhaliflere her türlü desteği sağlayan bir güç konumuna düşüyor;[2] bir taraftan da oluşmakta olan Kürt statüsünü boğma refleksiyle hareket ediyordu. Türkiye'deki AKP iktidarı, içte Kemalistlerle mücadele ederken eşzamanlı olarak ikinci bir cephede Kürtlerle çatışmaktan kaçındı. Bu laik-muhafazakâr hesaplaşmasında Kürtleri laik tarafa itmemek, tersine muhafazakâr tarafa çekmek amacıyla tam bu süreçte "demokratik açılım"ı gündeme aldı.
Özetle her iki taraf da başka alanlarda başka güçlerle çatışırken Kuzey Kürdistan'daki çatışmayı durdurmayı kendi çıkarlarına uygun gördü. Kuzey'de ise mücadelenin formatı değişti. Kürt Hareketi Rojava'da olduğu gibi "demokratik ulus" tezi doğrultusunda köy köy, mahalle mahalle komünler yoluyla halkın aşağıdan yukarıya örgütlendiği ve doğrudan yönetime katıldığı; etnisite, din, dil, cins, tür her alandaki homojen ulus-devlet yapısına karşı çoklukların birliği olarak formüle edilebilecek "cinsiyet özgürlükçü, demokratik, ekolojik toplum modelini" hayata geçirmeye çalışırken;[3] Türkiye TRT6, Kürtçe seçmeli ders, birkaç üniversitede açılan Kürdoloji bölümleri vb. reformlarla Kürtleri kendi tarafına çekmeye ve Kürt Hareketi’ni marjinalize etmeye çalışıyordu. Süreçten başarılı çıkacağı konusunda iki tarafın da kendine güveni çatışmasızlık sürecinin birkaç yıl devamını sağladı. Sürecin gerçek bir çözüm yoluna girip girmeyeceği Türkiye'nin Rojava'ya yaklaşımına bağlıydı. Öcalan'ın Newroz'da yaptığı çağrı bu yönde bir çağrıydı. Devlet çağrıyı önemsemiş göründüyse de gerçekte, çözümü erteleme yönünde bir basamak olarak kullanmayı tercih etti.
Kuzey'de bu stratejiyle hareket eden KCK ve Türk devleti, Rojava'da üstü örtülü bir savaş yürüttü. Çünkü Türkiye, Suriye'de Esad rejimini tarihe gömmek isterken kendi ulus-devletçi yapısıyla kolayca hazmedemeyeceği "Batı Kürdistan" (Rojava) özerk bölgesiyle karşı karşıya kaldı.[4] Türkiye, bu oluşuma karşı önce El Nusra'yı, YPG kontrolündeki Serêkaniyê'ye saldırttı. El Nusra ve diğer Sünni-Selefi örgütler beklenileni karşılamayıp yavaş yavaş alanı IŞİD'e bırakınca, Türkiye bu kez ibreyi IŞİD'den yana kırdı. Beraber yaşam üzerine temellenen PYD'nin ete kemiğe bürünen modeline, tekçi ataerkil toplum inşa etmeye çalışan IŞİD saldırı başlattı.[5] Türkiye'nin IŞİD'e desteği PYD'nin bu yönetim anlayışıyla da alakalıydı. Önceleri reddedilen IŞİD'e destek, en son YPG Til Ebyad'ı IŞİD'den alınca, Ankara'da "gizli" toplantıda üzerinde mutabakat sağlanan devlet görüşü olarak, devletin onlarca yayın organından biri olan Sabah gazetesinde "PYD, IŞİD'den daha tehlikeli" manşetiyle "açıkça" ilan edildi. Bu kararın ilanı aslında Kobanî'nin düşeceğine inanılan günde Erdoğan tarafından "Kobanî şu an düştü düşüyor, sıra Afrin'e gelecek," konuşmasıyla yapılmıştı. Kobanî, dünyada yankı bulan bir direniş ile başını ABD'nin çektiği IŞİD karşıtı koalisyonun dikkatini çekip desteğini de almak suretiyle ayakta kalmayı başarınca, Erdoğan ve kimi diğer devlet yetkilileri, artık gerçeği dillendirmekten çekinmediler. "PYD, IŞİD'den daha tehlikelidir," "Suriye'nin kuzeyinde bir oluşuma bedeli ne olursa olsun izin vermeyeceğiz," "PYD Fırat'ın batısına geçerse vururuz," "İki kez vurduk," gibi açıklamalar birbiri ardına dillendirilir oldu. Kuzey'de de Kürt Hareketi'nin "demokratik ulusu inşa" konusunda ciddi bir gelişme kaydettiği, güç kaybetmeyip tersine güçlendiği, HDP'nin ciddi bir oy potansiyeline ulaştığı, batıda da sosyalistler, etnik ve dinî azınlıklar, demokrat Müslümanlar, liberaller, feministler, LGBT bireyler, çevreciler, anarşistler vb. muhaliflerin adresi olmaya başladığı anlaşılınca, süreç Erdoğan tarafından tam da çözümün madde madde hayata geçirileceğinin ilanı olan Dolmabahçe Deklarasyonu tanınmayarak bitirildi.
HDP'ye yönelik yoğun saldırıları Suruç'taki patlama izledi ve hemen akabinde Kandil bombalanmaya başladı. Devamında Varto, Lice, Yüksekova, Şemdinli, Cizre, Sur, Silvan, Nusaybin, Silopi, Dêrik gibi Kürt Hareketi’nin en güçlü olduğu, dolayısıyla "demokratik özerkliğin" hayata geçebileceği muhtemel ilçelere yoğun saldırılar başlatıldı. Devlet artık Kürt mücadelesine karşı baskı ve şiddet yolunu seçip, Türk'ün gücünü gösterme psikozuyla hareket etmeye başladı. Kürtler ise direnişte ısrar ediyor. Kürt Hareketi ve mobilize ettiği gençler bu direnişte Bozarslan'ın bahsettiği gibi şiddet kullanma meşruiyetini kendinde gören devlete karşı şiddet yoluyla kendilerine hükmedilemeyen, başka bir meşruiyeti savunan aktörler haline geliyorlar.[6]
Şu sorular ise cevap bekliyor: Türk Devleti, 1925'te Diyarbakır'da, 1930'da Ağrı'da ve 1938'de Dersim'de olduğu gibi Kürtleri baskıyla durdurabilecek mi? Devlet o yıllarda yaptığı gibi uçaklar, tanklar ve toplarla toplu bir katliama girişir mi? Girişirse, Kürtler bu bedeli göze almaya hazır mı? Diyarbakır, özgürlük için Kobanî'deki ödenen bedelle karşılaşmaya hazır mı? KCK nasıl tavır alacak? Uluslararası güçlerin tutumu ne olacak?
KCK'nin geri adım atmayacağı hem Kandil'den yapılan güncel açıklamalara hem de Öcalan'ın çok önceden çizdiği yol haritasına bakılarak anlaşılabilir. Öcalan, KCK'yi, demokratik ulusu hedeflediğinden her zaman çözüm ve barış yanlısı, ulus-devlet güçleriyle diyalog ve müzakereye açık ama eğer buna fırsat verilmezse, kendi yolunda özgüçleriyle demokratik ulusu başarıyla inşa etmeyi sürdürecek, yönetmesini ve korumasını bilecek bir yapı olarak tanımlıyor.[7] Halkın tavrı ise seçim sonucu ve sahadaki veriler bağlamında kısmen de olsa anlaşılabilir. Devletleşen AKP'nin 7 Haziran-1 Kasım arasındaki baskı ve korku stratejisi Kürtler üzerinde az da olsa etkisini gösterdi. Özellikle kimi orta sınıf ve yaşlı nüfusun bu bedeli hissedip geri adım attığı görülüyor ama alt sınıf ve genç nüfus büyük oranda geri adım atmadı. Özellikle çatışmaların yoğun yaşandığı ilçelerde halkın geri adım atmak yerine daha da radikalleştiği gözleniyor. Cizre'deki ilk sokağa çıkma yasağının sona erdiği gün yapılan toplu cenaze törenine ve Silvan'dan yasaktan sonra tanklarla ayrılan askere verilen halk tepkisine bakılırsa, beklenilen "itaat" gerçekleşeceğe benzemiyor. Bölgedeki Kürtlerin Kobanî kuşatmasını Türkiye kaynaklı okuduğu ve benzer kuşatma ve katliamlara karşı bireysel silahlanma yoluna gittiği de biliniyor. Dünün taş atan çocukları bugün ellerinde silahla, bulundukları kentleri Kobanî ile özdeşleştirerek direniyor. Devletin bu bilinci bir gün Cizre, öbür gün Silvan, başka bir gün Nusaybin diye kent kent kuşatarak kırmaya çalışması Kuzey'de de Kobanî gibi kentler görme olasılığını her geçen gün arttırıyor. Cizre, Sur veya diğer yerlerde bu direniş, direnişçileri bodrum katlarında infaz ederek, onları yakarak kırılacağa da benzemiyor. Direnişçilere ve sivil halka yönelik "kolektif cezalandırma" yaklaşımı ve şehirleri yakıp yıkma, Kürt halkındaki öfkeyi ve ayrışma hissini arttırıyor. Silopi'de yasağın kalkmasından hemen sonra ilçeden yaklaşık 500 gencin PKK'ye katıldığı iddiası[8] devletin Kürt Sorunu'nun üstesinden bu şekilde gelemeyeceğini yeterince açıklıyor.
Türkiye için makul yol Rojava’nın statüsünü tanımak ve Kuzey Kürdistan'da da şu an Kürtlerce kabul gören özerkliği benimsemek gibi duruyor ama gelişmelere bakılırsa, devlet henüz bu anlayıştan uzak. Türkiye, Kürt meselesinde bir kriz anını yaşıyor ve sağlıklı düşünmesi, bu krizi çözebilmesine bağlı. Çünkü son Kürt kalkışması öncekilerden çok farklı. Tarihte ilk defa bu denli özgüven sahibi özgür bir benliğe[9] ve yüksek bir milli bilince ulaştı Kürtler. Ayrıca son zamanlara kadar uluslararası kurumlarda adı "hak, hukuk, özgürlük" deyince değil, "terör" deyince geçen Kürtlere yönelik uluslararası anti-Kürd nizam, IŞİD saldırılarından sonra yerini uluslararası desteğe bırakıyor.[10]
Tüm bunlar, 21. yüzyılı, Kürtler için, yeniden şekillenen Ortadoğu'da özgürleşebilecekleri ama özgürlüğün bedelini katliama uğrayarak da ödeyebilecekleri bir yüzyıl haline getiriyor. Özgürlüğün bedeli Kobanî ve Şengal'deki gibi bir Kürt katliamı mı yoksa Diyarbakır'a Kobanî benzeri bir yönelmenin tesiriyle İstanbul gibi metropollerde bir Türk-Kürt boğazlaşması mı olacak? Ne olacağı en çok da Türkiye'nin yakın süreçte alacağı tavra bağlıdır. Kürtler, parçalanmalarının 100 yıl sonrasında özgürlük ve katliam arasında yine araftalar ve bu kez çevrelerindeki diğer halk ve güçleri de etkileyen ve buna bağlı olarak Ortadoğu'da uluslararası dengelere yön veren önemli bir aktör konumundalar. Ve Kürtlerin bu araf hali tarafsızlığı da kaldırmıyor artık. Etkisinin ulaştığı her güç ve bireyi siyah aktivist Eldridge Cleaver'in "Eğer çözümün bir parçası değilsen, o halde sorunun bir parçasısın," sözündeki gibi tarafını seçmeye zorluyor.
[1] Zweig, S. (2014). Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castellio Calvin'e. İstanbul: Can Yayınları, s. 212.
[2] Taştekin, F. (2015). Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal. İstanbul: İletişim, s. 100-108.
[3] Öcalan, A. (2012). Kürdistan Devrim Manifestosu. Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü (Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak). Diyarbakır: Ararat, s. 47-52.
[4] Taştekin, F. a.g.e., s. 202.
[5] Jongerden, J. ve Şimşek, B. (2015). "Ortadoğu'da Korku ve Umut Arasında: Türkiye, İslam Devleti ve Kürdistan Özgürlük Hareketi", içinde Joost Jongerden, Ahmet Hamdi Akkaya, Bahar Şimşek, İsyandan İnşaya Kürdistan Özgürlük Hareketi. Ankara: Dipnot, s. 257-258.
[6] Hamit Bozarslan ile Söyleşi. http://m.bianet.org/biamag/siyaset/167753-hamit-bozarslan-siddet-ve-devlet-zoru-arasinda-diyalektik-bir-iliski-olusabilir. (Erişim Tarihi 30 Kasım 2015.)
[7] Öcalan, A. a.g.e., 442.
[8] Şırnak İli Silopi İlçesi İnceleme ve Gözlem Raporu - Mazlumder. http://www.mazlumder.org/webimage/files/%C5%9E%C4%B1rnak%20%C4%B0li%20Silopi%20%C4%B0l%C3%A7esi%20%C4%B0nceleme%20ve%20G%C3%B6zlem%20Raporu%2010.02.2016%20.pdf
[9] Biko, S. (2014). Siyah Bilinci. Ankara: Dipnot, s. 59-61.
[10] Beşikçi, İ. (2014). Uluslararası Anti-Kürd Nizam ve Yüksek Kürd Bilinci. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları, s. 9-16.