Bir İmtiyazın Reddi: “Bu Suça Ortak Olmayacağız”
“Her halükarda, beyazlar arasında siyahlar üzerine düşünüş bakımından gerçekten temel bir farklılık olsa bile, hoşnutsuz beyazların sistemin meyvelerini toplamaya devam ediyor olmaları gerçeği Nürnberg’de yargılanmaları için tek başına yeterli bir sebep olurdu. Dolayısıyla, genel olarak beyazlar mademki siyahların başına gelenlerden hoşnut değiller, bunu hemen burada durdurtacak güce sahiptirler. Öyle olmadığında da biz, onları bütün olarak ele almakta ve hepsini birden suçlamakta çok haklıyız.”

Steve Biko, Siyah Bilinci


Modern cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin ve gayri Müslüman olanların başına gelenlerden hoşnut olmayan çok sayıda Türk ve Müslümanın olduğundan bahsetmek gayet tabii mümkündür. Hatta Kürtlerin ve gayri Müslümanların başına gelenler, gelmesin diye çaba harcayan çok sayıda Türk ve Müslümanın varlığı da kuşku götürmez bir gerçekliktir. Ancak benzer şekilde, Kürtlerin ve gayri Müslümanların başına gelenlerden rahatsız olmayan ve hatta doğrudan ve çoğu kez de dolaylı olarak bunun bir parçası olan Türk ve Müslümanların ezici bir toplama tekabül ettikleri de bilinen bir hakikattir. Bu yazıda münhasıran cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin başına gelenlere ses çıkarmayan, Kürtlerin başına gelenleri onaylayan ya da başka bir ifade ile ses çıkarmayarak olan bitene açık ya da zımni destek sunan Türk olma hali ve Türk olmanın beraberinde getirdiği “imtiyazlı” konumun reddini “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi ile Kürdistan’da Kürtlere karşı işlenen suçlara itiraz eden Barış Akademisyenleri örneği üzerinden tartışmaya çalışacağım. Bu tartışmada kullanacağım “Türklük sözleşmesi” ve “Türklük imtiyazları” gibi kavramlar Barış Ünlü’ye aittir.

Barış Ünlü’ye göre “Türklük” 1915-1925 yılları arasındaki savaş yılları arasında inşa edilen “Türklük Sözleşmesi” zeminine dayanmaktadır. Yine Ünlü’ye göre, yazılı olmayan bu mutabakatın üç maddesi vardır. İlki, Türkiye’de güvenli ve imtiyazlı bir yaşam sürmek için ya Türk olmak ya da Türkleşmek gerekmektedir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, Türkleşmek çoğu zaman imtiyazlı bir kimlik elde etmek için yeterli olmamıştır. Nitekim Türklüğü kabul eden, Türkleşen, Türkleşmeye çalışan, birçok toplum, başta Kürtler olmak üzere çoğu zaman adı geçen imtiyazlı kimliğin bir parçası olamamışlardır. Nitekim Soner Çağatpay’ın da belirttiği gibi 1924 ile birlikte Türklük, “yurttaş Türk” ve “milli Türk” olarak tanımlanmıştı. Türklük hamurunda her ne kadar Müslüman olmak bir bileşen ise de Müslüman Kürt’ün kendi kimliğinden kaçıp Türkleşmesi pek de muteber görülmeyebilirdi. Jenny White’ın ifadesi ile “Türklük, bir uyrukluk olarak değil, ırk ve inancın karışımı olarak tanımlanıyordu. Yani Türk soyundan gelen ve Müslüman olan kişi Türk’tü”. Sözleşmenin ikinci maddesi, bahsedilen tarih aralığında gayri Müslümanlara yönelik soykırım, imha ve yağmadan bahsedilmeyecek, bu konuda herhangi bir çalışma yapılmayacaktır. Ve son olarak, 1925’te sözleşmeye eklenen üçüncü maddeye göre Kürtlere yapılanlardan ve dolayısıyla yapılacak olanlardan kati suretle bahsetmemek, Kürtlere yapılanları görmemek, duymamak ve en önemlisi Kürtler yokmuş gibi davranmak. Nitekim erken cumhuriyet döneminde bir yandan Kürtlerin, Türkleşemeye mukavemet eden Kürtlerin, imhası ve asimilasyonu ile meşgul iken öte yandan da başta Türk Tarih Kurumu olmak üzere döneminin birçok kurumu Kürtlerin kavmi mevcudiyetinin “bilimsel” inkârı ile meşgul olmuştur. Yeni kurulan cumhuriyete karşı Kürtlerin Beytüşşebap’taki ilk silahlı başkaldırısı ve imhasına müteakip, Şeyh Said, Ağrı ve nitekim Dersim’deki soykırım ile ilk dönem silahlı Kürt direnişinin imha edilmesi tıpkı gayri Müslümanlara yapılanlarda olduğu gibi konuşulmasının ve hatırlanmasının kati suretle yasaklandığı bir dönemdir. Ancak Kürtlerin imhası ve asimilasyonu Türkleşmek istemeyen Kürtlüğün devamlılığına koşut olarak sistematik bir şekilde devam etti. Bu imha ve asimilasyon, zaman zaman Kürt aşiret liderlerinin toplama kamplarına götürülmesi (1960 darbesinden sonra Sivas’ta), zaman zaman 49’lar davası gibi kitlesel tutuklamalarla ve yetmişlerin ikinci yarısından itibaren Kürdistan’da yürütülen komando operasyonları ile yenilendi. Nitekim 1980’lerin ilk yarısından itibaren de Kürtlere dönük imha ve asimilasyon kısa aralıklarla devam eden ve hâlâ içinde olduğumuz uzun soluklu bir savaşa dönüştü.

Hikâyeyi bir miktar uzattığımın farkındayım fakat tam da bütün bu olan biteni Türklük Sözleşmesi içinde bir yere oturtmak gerekirse, tüm bu hakikatlerden kaçmak, tüm bu hakikatler(i) bilmek istememek, yokmuş gibi davranmak sözleşmenin imtiyazlarından yararlanmanın temel koşullarından biridir. Barış Ünlü’nün “Türklüğün negatif halleri” olarak tanımladığı görmeme, algılamama, düşünmeme, bilgilenmeme, yokmuş gibi davranma halleri imtiyazlı kimliği sürdürmenin şartları arasındadır. Ancak yine Ünlü’nün vurguladığı üzere, bu “negatif haller” bilinçsiz değil, çoğu zaman iradi bir biçimde gerçekleşmektedir. Zira aksi halde yüzleşmek, sorumluluk almak ve daha da ötesinde karşı çıkmak beraberinde ağır yükümlülükler getirmektedir ki bu yükümlülükler rahatsız edici, konfor bozucu, çoğu zaman ise ağır bedelleri yanında getirir. Sırandan bir Türk yurttaşının bu imtiyazlı kimlik alanından çıkıp bahsedilen zorluklarla yüzleşmesi ve bunlara göğüs germesi insani bir sorumluluk olmakla birlikte çoğu zaman yurttaşların çoğu böyle bir sorumluluk almaktansa mevcut avantajlı koşullarını devam ettirme eğilimde olurlar. Ancak yine Barış Ünlü’nün belirttiği gibi Türkiye’de aydın entelektüel ve akademisyenler de bu imtiyazlı alandan çıkma konusunda oldukça isteksizlerdir. Kimliğe dair meselelerde kendilerini “kimlikler üstü” bazı evrensel anlatılar (Ümmet ya da Marksizm) içinde tanımlayarak ve çoğu zaman farkında olmadan verili imtiyazlı kimliklerini ve pek tabii konforlu alanlarını terk etmek istemezler ve etmemişlerdir de, İsmail Beşikçi örneği dışında. Nitekim İsmail Beşikçi imtiyazlı kimliği reddettiği için fazlasıyla bedel ödemiştir.

“Türklük Sözleşmesi” ve onun üçüncü maddesi gereği Kürtlere ve onlara yapılanlara dair söz söylemek Türk akademisinde 2000’li yıllara kadar neredeyse yasaktı. Ancak 2000’li yıllarda Kürt kimliğine dair herkesin bildiği birtakım yumuşamalar eşliğinde bu alana dönük bir ilgi canlanmış olsa da 2009 gibi geç bir tarihte dahi Nesrin Uçarlar Marmara Üniversitesi’nde Kürt dili ile ilgili hazırladığı doktora tezinden ötürü “bölücülük” yapmakla suçlanmaktan kurtulamamıştır. Demek istediğim, Türklük ve onun sınırlarını belirleyen “Türklük Sözleşmesi” erken cumhuriyet döneminden itibaren farklı iktidarlar ve dönemler boyunca kendini yeniden üreterek farklı dönemlerde nevzuhur etmiştir. Bu yazının esas konusu olan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metnin imzacısı olan akademisyenler, İsmail Beşikçi’den sonra cumhuriyet tarihinde ilk defa “Türklük Sözleşmesi”nin gereği olarak Kürtlerin yaşadıkları imhaya sessiz kalma, görmeme karşılığında devam edebilecekleri avantajlı konumu iradi olarak reddederek sözleşmede bir gedik açtılar. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metnin imzacıları, erken cumhuriyet döneminden beri Kürtlere dönük uygulanan imha ve asimilasyona dönük Türk akademisindeki sistematik ve iradi “yokmuş gibi” davranma halini yıktılar. Biko’nun ifade ettiği gibi, “farkındalık ve hoşnutsuzluk” haline rağmen “sistemin meyvelerini toplamak” yerine “farkındalık ve hoşnutsuzluk” (bu nokta Barış Ünlü’nün “pozitif Türklük” dediği, belirli bilme, duyma ve algılama hallerine tekabül eder) halinin bir adım ötesine geçerek, bilmekten eylemeye, karşı çıkmaya dönüştürdüler bu “farkındalık ve hoşnutsuzluk” halini. Başka bir ifade ile iradi olarak bilmeme ve ilgilenmeme halini, iradi olarak bilme ve karşı çıkma haline dönüştürdüler. Fakat yine “Türklük Sözleşmesi”nin bir gereği olarak, “negatif Türklük” halinden çıkmanın beraberinde getireceği çeşitli bedeller vardı. Bu bedelleri daha önce bireysel olarak ödemiş, başta İsmail Beşikçi olmak üzere işinden olmuş, hakkında soruşturma başlatılmış ya da ülkeyi terk etmek zorunda kalmış tikel örnekler vardı. Ancak cumhuriyet tarihinde ilk defa olarak 2 binden fazla akademisyen sözleşmeye açıkça itiraz etti. Üstelik kuvvetle muhtemel akademisyenlerin pek çoğu bu itirazın beraberinde çeşitli bedeller getireceğini (örneğin ikinci imzacılar, itirazın karşılığında nelerin kendilerini beklediğini açıkça biliyor, tahmin ediyorlardı) biliyorlardı. Nitekim sözleşmeye itiraz edenlerin başına gelebilecek potansiyel belaların hemen hepsiyle “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metnine imza atan ve metnin arkasında duran akademisyenler yüzleşti, yüzleşiyor. Adli, idari ve cezai soruşturmalar, işten atmalar, meslekten uzaklaştırmalar, maaş kesintileri, ev baskınları, siyasal linç, tutuklamalar ve hatta yurttaşlıktan çıkarılma tehditleri… Tüm bunlar “Türklük Sözleşmesi”ne itiraz eden her yurttaşın ya da topluluğun yüzleşmek ve ödemek zorunda olduğu bedellerdir. Ancak belki de Türk devletinin nazarında şaşırtıcı olan şey, birçoğu Türk olan ve verili “konforlu-avantajlı” bir alanda yaşayan, Türklüğün ve Türk devletinin birçok olanağından faydalanan akademisyenlerin, “imtiyazlı” alanlarını kaybetmeleri pahasına sözleşmeye karşı çıkmaları ve bu karşı çıkıştaki ısrarları oldu. Böylelikle sistematik olarak 2000’li yılların başına kadar “mütegallibe”, “gayri medenilik”, “gelişmemişlik”, “şakilik”, “feodalite”, “gericilik”, “bölücülük”, “terörizm” diskuru eşliğinde “tehlikeli” bir alan olarak tanımlanan Kürt ve Kürdistan meselesine dair akademinin söz söyleme “yasağı” ve “iradi olarak söz söylememe” hali kırılmış oldu. Yine Barış Ünlü’nün belirttiği üzere, “Türlük aynı zamanda bir etiktir. Neyin yapılmasının ve söylenmesinin doğru, neyin yanlış olacağını anlatan bir etik”. Bu “etiğin” bir gereği olarak da, üstelik “Türklük sözleşmesini” imzalamamış olsa bile en azından onun getirilerinden faydalanan bir topluluğun, devletin Kürtlere karşı işlediği suçları reddetmesi, başka bir ifade ile “söylenmemesi gerekilen” bir şeyi söylemeleri “sözleşmenin” açıkça ihlali sayıldı ve cezalandırıldı.

Barış İçin Akademisyenler’in “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metni ve sonrasında yaşanan ve yaşanmakta olan tüm olaylar, Türkiye’de 93 yıllık bir suça iştirak etme haline kitlesel bir başkaldırı niteliği taşımaktadır. Bu metin, 93 yıldır Türk devletinin Kürtlere yapıp ettiklerine sessiz kalınmasını sağlayan “sözleşmeye” toplumun görece “korunaklı”, “avantajlı” ve birçoklarına göre “tuzu kuru” bir kesimi olan akademinin başkaldırısıdır. Bu yönüyle, itirazın “kaybedecek pek çok şeyi” olan ve toplumda kanaatine değer verilen bir topluluktan, akademisyenlerden gelmesi, iradi “görmeme, bilmeme, duymama” karşılığında garanti altında olan Türklük imtiyazını sarsıcı bir niteliğe sahiptir. Tutuklanıp serbest bırakılan akademisyenlerden biri olan Muzaffer Kaya’nın mahkeme savunmasında ifade ettiği “Ülkemizin bir kısmında tüm bunlar yaşanırken biz bu ülkenin yurttaşları, akademisyenleri olup korunaklı yaşamlarımızı sürdürmeyi onurumuza yediremedik. Bir kabahatimiz varsa budur,” cümlesi tam da “Türklük Sözleşmesi”nin yasakladığı alana girmektedir. Barış İçin Akademisyenler’in “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metni, basitçe vicdani bir sorumluluğun yerine getirilmesinden öte, bu ülkede 1924’ten beri başta Kürtler olmak üzere, “Türklük Sözleşmesi”nin bir parçası olmayan, sözleşmeyi reddeden topluluklara dönük sistematik imhaya kendi “imtiyazlı” alanlarını kaybetmek pahasına bir karşı koyuştur. Bu yönüyle, “Türklük imtiyazı” krize sokulmuş, yapıbozumuna uğratılmıştır. Barış İçin Akademisyenler’in “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metni, bedel(ler) ödemek pahasına devletin suç işleyebileceğini, işlediğini tüm dünyaya göstermiştir. Bu bedeli ödeyen akademisyenlerden biri olan Çetin Gürer’in tabiri ile bu metin “devleti suçüstü yakalamıştır”. Barış İçin Akademisyenler’in “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metni ve bu karşı koyuş etrafında oluşan mobilizasyon, Türklüğün “negatif hallerinin” farklı çevreler tarafından en azından şimdilik doğrudan iradi olmasa da sorgulanmasını beraberinde getirmiştir. Ve son olarak Barış İçin Akademisyenler’in “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metni, Türkiye’de solun ve muhalefetin başaramadığı, üstlenemediği ya da üstlenmek istemediği demokratik bir mukavemet zemini olanağını ortaya çıkarmıştır. Belki de bu demokratik mukavemet zemini yeni bir heterojen yurttaşlık sözleşmesinin ilk adımıdır, olacaktır.

Türk devletinin Kürtler ve Kürdistan üzerinde erken cumhuriyet döneminden bu yana farklı yol ve yöntemlerle uyguladığı imhanın en vahşi veçhesi belki de son yedi ayda yaşandı, yaşanıyor. Paradoksal bir biçimde Türkiye’de Kürt meselesine dair en somut adımlar da Ak Parti iktidarları döneminde atıldı. Ak Parti, 2002 seçim zaferinden sonra selefi olan Milli Görüş çizgisinin açıkça vurguladığı “ümmet” söylemini tam anlamıyla terk etmese de, eski Osmanlı sınırlarını (Müslümanların yaşadıkları topraklar) esas alan yeni İslâmi bir milliyetçi çizgi geliştirdi. Jenny White’a göre Ak Parti’nin yeni Müslüman milliyetçiliği, Kemalist milliyetçiliğin aksine tam anlamı ile kana dayalı bir milliyetçilik değildir. Bunun yerine Türk kültür ve mirasına ve Müslüman (Sünni) olmaya dayanan yeni bir millet anlayışıdır. Ancak bu yeni Müslüman milliyetçiliği de, Kemalist milliyetçilikte olduğu gibi Türklüğün üstünlüğünü kabul eder. Kuşkusuz bu yeni Müslüman milliyetçiliğinde Türklüğün yeri tam olarak nedir, ya da genel olarak Türkiye’de İslâmcı hareketler Türklük mutabakatı ile ne tür bir ilişkilenme içindedirler sorularının yanıtları kapsamlı çalışmalara ihtiyaç duymaktadır. Ancak White’ın verili belirlemesini esas alacak olursak, Türkiye’de tek parti döneminden bu yana farklı siyasal kavrayışlara sahip çevrelerin ve iktidarların Türklüğü verili ve avantajlı bir kimlik olarak kabul ettikleri ve bu kimlikle en azından yapısal bir çatışmaya girmediklerini söylemek mümkün gözükmektedir. Ak Parti’nin son yedi aydır Kürtlere dönük yürüttüğü imha savaşının temel motivasyon ve mobilizasyon kaynağının İslâm ya da Ümmet değil Türklük olduğu tespiti en azından Kürdistan’da asker ve polislerin duvarlara yazıp kasıtlı olarak servis ettikleri yazılardan dahi bir parça anlaşılmaktadır. Türklüğün farklı dönemlerde, farklı siyasal kavrayışlara ya eklemlendiğinden ya da yeni biçimler alarak nevzuhur ettiğinden bahsetmiştim. Çünkü Türklük ve onun sunduğu olanaklar pek çok siyasal çevre için pek de vazgeçilmek istenmeyecek kadar avantajlıdır. Barış İçin Akademisyenler’in “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metni, başta Türk toplumuna ve “Türklük imtiyazlarından” bilerek ya da bilmeyerek yararlanan tüm çevrelere, bu vazgeçilmeyecek kadar avantajlı olan alanın iradi reddini göstermiş oldu.