“Muhafazakâr-erkek” niteliği giderek artan ve giderek hoyratlaşan bir iktidar tipiyle karşı karşıyayız. Bu anlayış, sadece cinsiyet eşitsizliğinin değil, aynı zamanda farklı yaşam tarzları arasındaki ayrım ve gerilimlerin türlü nimetlerinden faydalanmaya talip. İktidar, daha fazla kadını bu sürecin “gönüllü aktörü” haline getirmek üzere, kültürel anlamda verili erkeklik-kadınlık düzlemini manipüle etmeye, bu alana dönük algı yönetimi araçlarını etkinleştirmeye dayalı bir strateji izliyor.
Şüphesiz yaşam tarzları arasında gerilim yaratma ve kadın dünyası/bedeni üzerinde tahakküm kurma eğilimleri sadece bu iktidara özgü değil; ancak, kadınlık ve cinsiyet algısını çok daha stratejik ve yeni araçlarla yönetebilme becerisi, bana kalırsa, bu iktidarın ayırt edici nitelikleri arasında yer almakta. Farklı erkeklik biçimleriyle baskılanmış, ataerkil ilişkilerle kuşatılmış kadın dünyasında, “iyi, himayeci, güçlü erkek” imgesinin canlandırılması ve iktidarın bu imgeyi farklı şekillerde işlevselleştirerek rıza üretim aracı haline dönüştürebilmesi, bu başarının temel kaynaklarından birisini oluşturuyor. Muhafazakâr-eril iktidarın, kendi sınırladığı alan dışında kalan alternatif yaşam biçimlerini “şeytanileştirme” ve bu sayede diğerlerine, yani “marjinal” kesimlere uygulanan despotik tutumları geniş kitleler nezdinde meşru kılma becerisi ise, başarısının bir diğer kaynağı. Böylelikle tanımlanan “makbul” yaşama özgü kadınlık durumunun inşasında, kadın-erkek dünyasının biyolojik-erotik boyutu da dahil, türlü unsurlardan faydalanılırken, aynı unsurlar, bu yaşam tarzına mesafeli, direngen kadınların, kadınlık varoluşlarını küçümsemek, daha da önemlisi onların toplumsal ve siyasal taleplerini bastırmak üzere araçsallaştırılıyor da.
İstisnalar dışında bu anlayışın, AKP siyaseti ile vücut bulan toplumsal-siyasal ortamda hem sürecin aktörleri, hem de geniş kitleler tarafından sahiplenilmekte olduğunu, bununla birlikte bizzat R. T. Erdoğan’ın bu yaşam algısının sembolik bir figürü olarak kadın-erkek dünyasında varlık gösterdiğini düşünüyorum. Konuyu bu minvalde ele alacak bir çalışma için, AKP’nin siyasi geçmişi incelendiğinde, analize konu olacak çok sayıda örneğe ulaşmak mümkün olacaktır. Bu yazıda ise, sadece ilişkili birkaç örnek olay üzerinden konuyu tartışıyoruz.
Eşitliğe talip değil, adalete “razı” kadınlar
7 Mart 2016 günü, Hak-İş Sendikası, bir Kadın Emeği Buluşması düzenlemişti. Toplantıya davetli Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasını yapacağı kürsüye gelmeden hemen önce, Hak-İş üyesi bir kadın işçi, duygularını dile getirdiği mektubunu okumak üzere söz aldı:
“… Allah'ım Cumhurbaşkanımıza hayırlı, uzun ömür ver. Hizmetlerini tamamlamasını nasip et. Ülkemizin, insanlığın ve İslâm âleminin ona ihtiyacı var. Şayet buna ömrü vefa etmeyecekse ve benim ömrüm var ise, Rabbim lütfen benim ömrümü ona ver. Ömrüm size annenizin ak sütü gibi helal olsun. Benim iki tane yavrum var. Onlara herkes annelik yapabilir ama güzel yurduma, İslâma, insanlığa herkes güzel hizmet edemez."[1]
Bir insanın bir başka insan için canını feda etmeyi dilemesi, tarifsiz bir mahcubiyet ya da kuvvetli bir itiraza yol açmadı. Aksine Cumhurbaşkanı, belki de pek çok şeyden vazgeçilebilecek kadar yüce bulunmaya, böyle taşkın duygularla sevilmeye alışkın olmasından dolayı, duydukları karşısında duygulanarak, gözyaşlarını tutamadı. Herkesin malumu, kendisi, kadınların anaların sevgisi ve desteğiyle bu günlere geldiğini bilen, bunu sık sık dile getiren birisi. Ertesi gün 8 Mart’ta Türk Metal Sendikası Kadın İşçiler 21. Büyük Kurultayı’nda yaptığı konuşmasında da, “bu ülkenin kadınlarını yanına alanın sırtının yere” gelmeyeceğini söyleyecek, “kadın elinin değmediği hiçbir işin başarıya ulaşma şansı” olmadığını vurgulayacaktı. Salondaki kadınlar, konu doğurganlıklarına gelmeden hemen önce, bu ifadeleri kuvvetlice alkışladılar.
“Kadın çocuk doğurduğu için cezalandırılmaz, kadın çocuk doğurduğu için mükâfatlandırılır! ... Benim için kadın, öncelikle annedir. Birileri bundan rahatsız olabilir,” dedi Cumhurbaşkanı. Doğurup evlat verdiği için kadınını mükâfatlandıracak gönlü geniş, lütufkâr koca imgesinin hemen ardından, her iki konuşmasında da hürmetkâr erkek evlat imgesini zihnimizde canlandırmamıza vesile olacaktı. Son derece mahrem/ailevi bir konu da olsa, annesinin ayağının altını öptüğünü söylediğinde, pek çok ananın yüreği sızlamıştı şüphesiz. Nihayetinde kızlarına ve torunlarına duyduğu muhabbeti de bizlerle paylaştı; şefkatli baba rolünün dışavurumuyla, “üçlü-güçlü erkek” imgesi bütünlenmiş oldu.
Cumhurbaşkanı bir kez daha, “Kadınlar için eşitliği değil, adaleti konuşmalıyız!” vurgusu yaptı konuşmasında. Ardından, kendisine sevgi ve sadakatle bağlı kadınların bu görüşü sahiplenmesini beklediğini açıkça belirtti: “Eşitlik adı altında kadının her türlü sömürüye ve istismara açık hale getirildiği anlayışa, herkesten önce inanıyorum ki kadınlar karşı çıkacaktır.” Eşitlik talebi hakkındaki görüşlerinin yanında, özgürlük talebiyle ilgili görüşlerini de öğrendik: “Aile kurumunu yıkarak, değerleri yok ederek kadını özgürleştirmezsiniz. Tam tersine bu, kadının her alanda istismarının önünü açan bir yaklaşımdır. Kadın emeğinin ve bedeninin sömürüsüne yönelik her girişim aslında toplumların geleceğini hedef alıyor.”
Kadınların özgürlük taleplerinin, Batılı toplumlarda değerlerin çöküşüne yol açtığı yönündeki tespitlerinin ardından konu, kendilerinin çok dertli olduğu “nüfus” meselesine taşındı. Anlaşılan toplumun geleceği, değerler ve nüfus arasında önemli bir bağlantı bulunmaktaydı. Böylelikle devletimizin kadınlardan beklentisi de, kısaca “değerlerin taşıyıcısı ve ailenin temel direği” olmaları şeklinde tanımlandı. Etkinliğe katılan ya da ekran başındaki bazı kadınların, anlatılanlar üzerine duygulandıklarını, gururlanmış olduklarını tahmin etmek zor değil. Değerler ve nüfus konusunda hassasiyetleri paylaşan kadınlar olmak, yeri geldiğinde her şeylerinden, kendi canlarından dahi vazgeçebilmeyi gerektirirdi. Kendi canları işe yaramadığında ise, canlarından vazgeçebilecekleri en az 3 evlatları mutlaka olmalıydı; bu büyük bir ayrıcalıktı. Söylemişti Cumhurbaşkanı; “Elbette, en büyük saygıyı, en büyük selamı, en samimi anmayı hak edenler, şehitlerimizin anneleridir, eşleridir, çocuklarıdır,” diyerek, “her şey”lerini feda etmiş bazı kadınlara teşekkür etmeyi ihmal etmemişti.
“Değerlerin Taşıyıcısı” Kadınlar?
Peki tam olarak kimdi değerlerin taşıyıcısı kadınlar? Öncelikle “bereketli toprak”lar[2] gibi kocasına, ailesine, toplumuna çokça evlat/ürün veren, haliyle de saygıyı ve mükâfatı hak eden kadınlardılar. İsterlerse bol bol çalışıp, evde ve işyerinde üretip, gelir elde edebilirlerdi; buna katiyen bir engel bulunmamaktaydı. Değerlerini taşımayı bilen bir kadın için, peşine düşülmesi gereken tek özgürlük “örtünme özgürlüğü”, karşı çıkılacak tek ayrımcılık ise “başı örtülü-açık” ayrımcılığı olmalıydı. Bu anlayışta, yaşayageldiğimiz bin bir çeşit acı ve şiddetin kaynağı olan toplumsal cinsiyet, sınıf, etnisite, din, mezhep ayrımcılığı ve toplumsal eşitsizlikler mucizevi şekilde ortadan kaybolmuştu.
Farklı sınıf aidiyetleri gösteren, farklı kademelerde görevler alan toplumun her kesiminden kadın, değerleri taşımanın uygun bir tipini bulabilirdi. 9 Mart’ta bu kez Cumhurbaşkanının eşi Emine Erdoğan, bize bunu yapmanın yollarından birini tarif edecekti. Erdoğan, “Kadın ve erkeğin birlikte mamûr ettiği” bir geleceğe ulaşmak için, kendisini dinleyenlere Osmanlı haremlerini model olarak gösterdi. “Harem, Osmanlı hanedan üyeleri için daha çok bir okuldur. Kadınların hayata hazırlandıkları, hayır faaliyetlerini örgütledikleri bir eğitim yuvasıdır. Bu yuvanın başında da, valide sultanlar yer alır.”
“Hayır faaliyetleri” her zaman, çok ama çok önemli bir konu olmuştu; biliyorduk. İsminden “kadın” kaldırılmış olsa da, hükümet tarafından senelerdir kadınlara uygun görülen tek bakanlık olan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, özellikle 2000’li yıllar Türkiye’sinin en etkili “hayır kurumu” olarak vazifesini yerine getiriyordu. Bakanlığın görevleri sadece sosyal yardım ve dayanışma görünümü altında dar gelirli/yoksul aileler için kurulan “himmet sistemi”ni yönetmekle sınırlı değildi. Ne olursa olsun korunması gereken değerler algısını kuvvetlendirmeye yönelik bir sürü faaliyeti olduğunu görmekteydik.
Bakan Dr. Sema Ramazanoğlu, tam anlamıyla değerlerin taşıyıcısı ve koruyucusu kadınlardan birisi olduğunu bizlere gösterdi. “Ensar Vakfı” vakası, herkesin malumu, bu duruma ne yazık ki çok yerinde bir örnek teşkil etti. Kendisinin koruduğu ve muhafaza ettiği “değerler”, iktidarı sımsıkı elinde tutan, işte tam da bu sebepten “her şeyi yapmayı kendine hak gören insanlar” dünyasının ayıp ve pisliklerinin üzerinin örtülmesini dahi kapsamıştı. Bir kadın bakan olarak Ramazanoğlu, olayın ardından yaptığı “bir kere rastlanmış olması, hizmetleriyle ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz” açıklamasından da anlaşıldığı üzere, 45 çocuğa tecavüz edilen suç mahallini suç sürecinin dışında tutmak, tecavüzlere istismarlara olanak tanımış kurum olan Ensar Vakfı’nın sorumluluğunu görünmez kılarak, olayı ferdi suça indirgemek için olağanüstü bir çaba gösterdi. Bu çabayı gösterenin bir erkek değil de bir kadın olması ise, olayın kamuoyu nezdinde sıradanlaşmasına, öfke katsayısının düşmesine hizmet etti. Bu vaka ile bizler de, “kadınları yanına alanın sırtının yere gelmeyeceği”nin ne anlama geldiğini bir kez daha görmüş, anlamış olduk.
Çift Taraflı Strateji
İktidarların hem içinden çıktığı, hem de yeniden üretildiği bir alan olarak gündelik yaşam, bizim coğrafyamıza özgü kadın-erkek dünyasından fazlasıyla dolayımlanarak var olmakta. Öyle ki, halk-iktidar etkileşimiyle varlık bulan cinsiyet algısı, muktedirlere son derece bereketli manipülasyon olanakları sağlamakta. Politik dünyanın cinsiyet dünyasıyla ilişkilenme biçimi, “iktidarın bekası” gözetilerek oluşturulan çift taraflı stratejiyi mümkün ve gerekli kılıyor. Bir taraftan sistemin ihtiyaçlarını karşılayacak “makbul” yaşama uygun, çalışkan, sadık, muhafazakâr ve itaatkâr kadın kitlesini, onları “geniş harem”de tutma kabiliyeti bulunan, yani “itaat etmeye değer, güçlü ve iyi erkek” imgesini etkinleştirerek büyütmeye çalışıyor. Diğer taraftan, hem bu eylemlerin amacını ortaya çıkaran hem de insanlar için başka yaşam alternatifleri sunma özelliklerini fazlasıyla taşıyan toplumsal hareketleri, artan özgürlük ve eşitlik taleplerini devre dışı bırakma hedeflerini güdüyor.
Özgürlük! Eşitlik! Dürüstlük!
Oysa kişisel/toplumsal değerler ile kadının özgürlük-eşitlik talepleri arasında bir karşıtlık varmış gibi göstermenin, hatta özgürlük-eşitlik talebinin kadınlar aleyhine sonuçlar doğuracağı iddialarının hiçbir mantıksal karşılığı bulunmadığı alenen ortada. Zira yeryüzünde bulunan bütün değer sistemleri, başta eşitlik ve özgürlük olmak üzere, evrensel değerleri bünyelerinde toplamak zorundadırlar; aksi takdirde bunları “değer” olarak adlandırmak mümkün değildir. Mikro ölçekteki kişisel/özel yaşamlardan, ülke genelindeki sosyopolitik düzleme kadar tüm alanlarda varlık gösteren iktidar yapılanmalarının ürettiği eşitsizliklere boyun eğmek, çirkinlere göz yummak ya da muktedirlerin ayıplarını örterek onların suç ortağı olmak, değerleri yaşatmak anlamına asla gelemez.
Elbette burada sorumlu sadece hassasiyetlerden faydalanarak stratejiler geliştirenler ya da kurgulanan sisteme gönüllü ya da gönülsüz şekilde müdahil olan kadınlar değil. Bu noktada alternatif politik/toplumsal hareketlerin, farklı yaşam/değer sistemlerinin birbirleriyle temasını mümkün kılan siyasal mecralar oluşturmadaki yetersizliğiyle de yüzleşmemiz gerekiyor. Toplumun geniş kesimleriyle, kadın-erkek özel alanının, hane yaşamının ve elbette diğer toplumsal alanların baskı, şiddet, eşitsizlikten arındırılması gayesini ortaklaştırmak gerekiyor. Birlikte yaşatabileceğimiz gerçek yüce ilkelerin özgürlük, eşitlik ve dürüstlük olduğunun, tüm toplumsal ilişkilerin bu esaslara göre kurulması amacının ne kadar önemli olduğunun altının çizilmesi gerekiyor. Böylelikle bir gün, katliamları, yolsuzlukları, tecavüzleri olağanlaştırmak, haklı/meşru çıkarmak üzere muktedirlerin mutlak itaat ve sadakate dayalı “geniş haremler” yaratma çabalarına ve kadınlara reva gördükleri cariyelik ya da en iyi ihtimalle valide sultanlık rollerine, bu ülkenin tüm kadınları birlikte karşı çıkmayı başarabilir.
Aytül Fırat: Öğr. Gör. Kemerburgaz Üniversitesi
[1] https://www.youtube.com/watch?v=NuQjTNmZSyk
[2] Carol Delaney’in, Tohum ve Toprak: Türk Köy Toplumunda Cinsiyet ve Kozmoloji isimli çalışması konunun bu boyutunun anlaşılması için bizlere zengin bir zemin sunuyor. Arka kapakta da belirtildiği üzere, yazar, “Sünni bir Orta Anadolu köyünde yaptığı saha araştırmasından yola çıkarak, ‘yaratılış’la ilgili inanış ve simgeleri, ve bunların köylülerin, beden, cinsellik, evlilik, yeme-içme ve zaman-uzam algıları ile hanenin yeniden üretimindeki işbölümü ve milliyetçilik retoriğinin şekillenmesindeki rolünü inceliyor.”