“Bu canavarları çeken, çocukların kendilerini koruyamamaları, melekçe saflıkları, kaçıp gidebilecek bir yerlerinin bulunmayışıdır. İşte bütün bunlar canavarın iğrenç kanını kaynatır.”
(Dostoyevski, Karamazov Kardeşler)
Damarlarına zehirli kanların döşendiği karanlık suratlı birtakım adamlar, küçücük bir kız çocuğunu attıkları havan topuyla paramparça ettiler. Düşman değildi. Suçlu değildi. Terörist, anarşist ya da komünist de değildi. Vatana ihanet etmek hakkında herhangi bir fikri yoktu. Hiçbir şeyi “yıkmaya” ya da “bölmeye” teşebbüs etmemişti. Edemezdi! Zira çocuktu. On dört yaşındaydı daha. Bu haliyle de “yetişkinlerin” dünyasından uzaktı. Kopuktu. Kendi evrenindeydi. O Allahın belası ulusal kimliklerle, cumhuriyetçi, laikçi ucubeliklerle zehirlenmemişti henüz ruhu. “Türküm, doğruyum”u ezberleyememişti daha. Saçlarından uçuşup aydınlık bakışlarına konan yaşamdı, saf yaşam. Bu çırılçıplak, bu doludizgin, bu tepeden tırnağa hesapsız, çıkarsız bir varoluşla akmakta olan yaşamı, Ceylan’dan çekip aldılar. Yaşamı, yetmezmiş gibi en pespaye bir biçimde yeniden lekelediler. 28 Eylül’de Diyarbakır’ın Lice ilçesinde Ceylan Önkol adlı bir Kürt kızı, askerlerin attığı havan topundan püsküren şarapnel parçalarıyla katledildi.
Edip Cansever “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde Ahmet abisine umutsuzluğu yatıştırması, umudu dürtmesi için çocuklardan, “çocukların dünyayı düzeltecek ellerinden” bahseder: “O çocuklar büyüyecek/ O çocuklar büyüyecek/ O çocuklar…” Yıllar var ki, bu ülkede çocukların elleri kırıklar içindedir. Umut için için eziliyor; umutsuzluksa parçamızdır artık. Elleriyle işleyecekleri dünya, havan toplarının, uçaksavar mermilerinin tozu dumanı içinde yitip gitmiştir. O çocuklar büyüyemiyor! Uğur Kaymaz büyüyemeyecek, Ceylan Önkol büyüyemeyecek. Ölü çocuklar büyüyemezler. Çocukların birbiri ardına toprağa verildiği bir ülkede hiçbir şey büyüyemez. Canlı hayat iğdiş olur, özlemler kursaklara dizilir. Demokrasi yeşermez, insan hakları susuzluğundan kurur. Haklardan önce bizatihi insanın kendisi kurur, çölleşir. İnsanın kuruyup çöle dönüştüğü bir ülkede hakların ne anlamı olabilir ki? Ölü çocuklar büyüyemezler. Kalırlar kan kıvamında. Kan gibi orta yerde. Ülkenin kabuk bağlamış yüreğinde, lanetlenmiş yazgısında. Dönüp dolaşıp kanattığımız, kanattıkça daha bir çoğalan, durmaksızın artan bir yara gibi. Kalırlar oldukları yerde.
Ceylan, tabiata yanlış bir soru dahi sor(a)madan, “Devlet ve ordu dersinde” gaddarca öldürüldü. O küçücük göğsünden kopan son çığlığı düştü kanlı mendillere. “Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar?” Sahi bir mendil neden kanar? Ceylan’lar vuruldukları içindir. Mendillerde Ceylan’ın kan sesleri. Çoğaldıkça çoğalıyor. Hazindir ki, kulaklar sağır ve mühürlü. Toplumun vicdanını canlı canlı kesip biçenler, tam da bu nedenle müsterih ve rahatlar. Hiçbir surette çekinmiyorlar böylesi bir vahşetle, hayvan boğazlar gibi çocuk katletmeye. Düpedüz ayıptır, terbiyesizliktir bu katliam. Ne gibi bir tehdit oluşturdu Ceylan? Ateşlerken elindeki silahı, tam o anda, o sonsuz küçüklükteki o anda ne düşündü cellât? Hedef tahtasına oturttuğu kurbanının havaya uçuşan kanlı et parçalarını görüp de Mehmet Akif’ten “Ordunun Duası”nı mı okudu acaba: “Türk eriyiz, silsilemiz kahraman…” Bu ne biçim bir kahramanlıktır ki, ağır bir utançla asılacaktır boyunlara! Kara bir leke gibi gezdirilecektir alınlarda. Aklından ne geçti o cellâdın, yüreğini ne kapladı? Neyi kurtardı, neyin güvenliğini tesis etti? Bu katliamı kendisine nasıl ve ne ile meşrulaştırdı? Hangi söz, hangi söylem böylesi bir çılgınlığa yol verip, anlam bahşeder ki?
Gönül rahatlığıyla silahını ateşlediği her halinden belli. Bu ateşlemelere onay verildiği de aşikâr. Yer yerinden oynamayacak ne de olsa. Yaptıkları yanlarına kâr kalacak. Ortada suç yok. Ceza yok. Adalet mülkün temeli ya çocukların mülkten sayıldığı görülmüş şey midir? Banka camı ya da reklam panosu değiller ki, zarar tazmininde bulunulsun. Ne gibi bir ehemmiyeti olabilir ki on dört yaşında bir kız çocuğunun anlı şanlı Türk ordusu ve devleti nazarında. Devlet ve ordunun nazarında olduğu gibi toplum nazarın da bir pahası, kıymeti bulunmamakta. Bundandır ki, toplumun vicdanı denilen kör kuyuda “infial” falan zuhur etmeyecektir. İnfiali linç teşebbüslerinde demokrat insanların üzerine kustukları hınçlarında yaşarlar ancak. Toplumun bir vicdanı yok. Hassasiyetleri, refleksleri, sinirleri alınmış bir insan kütlesi yaratıldı. Darbelerden, kıyımlardan, piyasaların sefil orman kanunlarından sonra vicdan mı kalırmış geriye?
Ceylan’ı vurdular. Ateş öncelikle ve sadece düştüğü yeri yakarmış. Doğrudur. Anasının kalbinin zarı yırtıldı feryadından da, şu kör olası yetişkinlerin dünyası bana mısın demiyor bu çığlığa, bu sahipsiz figana! Çılgınlık mahşeri bir yozlaşmışlıkla devam ediyor: Yalana batmış haberler, klişe demeçler, kınamalar; kıravatlara damlayan en ucuzundan timsah gözyaşları… Eyvahlar, yazıklar olsun ki, kızının oraya buraya saçılmış parçalarını toplayan o annenin çığlığı hiç kimseciklere değmeyecek, çarpmayacak! Tarih yazmayacak, siyaset sefil diline dolamayacak bu acıyı. Yazmasınlar da dolamasınlar da.
Adorno, “toplama kamplarından sonra şiir yazmak barbarlıktır” der. Göçmüş çocuklar ülkesinde de durum bundan farklı değildir. İçinde peş peşe çocukların katlettiği bir ülkede şiir yazmak, gerçek ya da gerçeküstücü resim çizmek, sergiler kurup sanat icra etmek, siyaset oluşturmak, bilimle haşir neşir olmak da barbarlıktır! Bu ağır utancın izini taşımayan, acısını duymayan, sızını görmeyen her türden insan edimi barbarlıktır. Cinayete ortak olmaktır. Göz göre Ceylan’ı vurdular işte. Öyle bir vurulma ki, en ağırından, en utanç verici cinsinden. Ahmed Arif’in “ölüm bu, fukara ölümü/geldim geliyorum demez” dediği türden. Fukaranın ölümü bu ülkede böyle gerçekleşiyor. Ceylan’ı şimdi hangi sinema, hangi şiir, hangi resim anlatabilir? Ondan geriye kalan, şarapnellerle parçalanmış minicik ciğerler, körpe bedeninden oraya buraya savrulmuş kanlı et parçaları…
Böylesi bir ölüm için ne yapmıştı? Ölümün böyle rezil rüsvası hangi günahın azabı ya da hangi suçun cezasıydı? Oysaki yeryüzünde günahsız, suçsuz bir canlıydı. Göğünde gürleyen savaş uçaklarına, mayınlar döşenmiş tozlu yollarına; ellerinde ağır makineli tüfekleriyle tabur tabur üniformalı askerlerin geçitler yaptığı dağlarına bakıyordu. Bakıyordu ama hiçbir şey görmüyordu. Savaş ve barış! Yetişkinlerin bu sözcüklerini hiçbir surette anlamıyordu. İyi ki de anlamıyordu. Yıllardır kirli bir savaşın sürdüğü lanetli bir coğrafyada “olağanüstü hal” çocuğuydu. Ne var ki, olağanüstü hal çocuğu da olsa, bir çocuk her zaman bir çocuktu işte. Sevincinden, gülümseyişinden, çocukluğundan hiçbir şey kaybetmiyordu. Dağlarının kahverengisine, nehirlerinin ve ağaçlarının yeşiline ruhunu karıyordu. Çobanlık yapıyordu. Kuşlarla, kuzular ve keçilerle konuşuyordu; kimi zaman yasaklı olduğunu bilmediği diliyle kimi zamansa resmi, kırık dökük Türkçesiyle. Ulusal güvenlik ne demekti, hiçbir fikri yoktu. “Vatanın bölünmez bütünlüğü” ruhunun kıyısından dahi geçmemişti. Hem bir bütünlüğün bölünmezliği de ne demekti? O keçilerinin, kuzularının peşinde şarkılar söyleyip, sağa sola dalgalanarak koşan bir kız çocuğu… Melekler kadar saf!
“Anne bana makarna yap” diyerek çıktı evden. Keşke çıkmasaydı. Çıkıp da vurulmasaydı. Vurulup da yetişkinlerin ülkesinin o aşağılık gündemine bir vesikalık fotoğrafla düşmeseydi. Düşüp de elimizi böğrümüzde koymasaydı.