Tırnağı kan içinde.
“Paşaköşkü’ne! Paşaköşkü’ne!”
Etle tırnağın arasını biraz daha mezalime bulamak için bir nida: Paşaköşkü’ne! Devşirme Müslümanlığımızda, kelamımız olduğu kabul edilen kitap “La feta illa Ali, la seyfe illa Zülfikar,” diyor. Anlayamamanın, kavrayamamanın -belki de bu fiillerin olumlu hallerine direnmenin, onları reddetmenin- ekşiliğinde bunu tekrar edip duruyorum, Paşaköşkü’ne. Tırnağının ucuna kadar utançtan yoksun bir biçimde varolanla karşılaşmak dört kapıda, kırk makamda yük ettiğimiz/ “başka” olanın adına sırtladığımız bir kefeye dönüştü. Sanırım kefeyi yüklenmek de yetmedi, içine yük olarak sarılacağımız kefenleri talep ettiler.Ali Ekber Çiçek, kısık bir sesle “Haydar, dost!” diyor. Kulağına fısıldar gibi; bir yeni doğanın kulağına ismini fısıldar gibi... Bizim ailelerde yeni doğanlar birer Ali, Haydar, Hasan, Hüseyin, Cem olurlar. Tüm yeniliğin ve doğumun içinde isimler önceden, fıtrata göre biçimlenmiştir. Ölüm de bu biçimlenmeyle dillenir: (Hakka) yürümek. Uğruna Hakka yürünen bir vatandan çok, öldüre öldüre uğurlandığı farz edilen bir vatan burası. Birilerinin vatanı. Bize dar edilen ve durduğumuz darlardan bir hayli uzak olan. Yol kenarlarının, yol ortalarının, tenhalıkların, çöken akşamların sana bağıra çağıra küfürlenen bir dil edindirdiği yer. Yaşamanın tekinsizliği, kırkyamaya benzetilmiş bir kendilikle açıklanabiliyor. Yamasız yerler var -çünkü yoksulluk kader olabiliyor-, oralardan üşütülüyor. Buza kesen sevisizliğin soğuğu çarpıyor, kâbesi sevi olanı.
Böyle alıştırılmıyorduk, böyle büyütülmüyorduk. Kan içinde tırnaklar olabileceğinden bahsediliyordu tabii. Annemiz olan kadınları, babamız olan adamları ah edip ağlarken bulabiliyorduk. Külün sıcağı üzerindeyken bir ateşe ağlamış oluyorlardı, örneğin. Örneğin evlerimizin kapıları, çarpısızlığa şükürle açılıp kapanabiliyordu. Bildik bunu, bunu bildik de büyüdük. Bu büyüme sürecinde, tırnaklarımızı kan içinde bırakmak gibi bir hınçla tanış olmadık, eyvallah Şah! Acıya ikame olma görevi, kara düzene bırakıldı. Çekilen içlere eşlik olsun diye belki, sazın oyuğunda biriken utançlar dinlendi. Bir süre sonra hepimiz, şu dağlarda kar olabilirmişiz gibi hissettik. Çünkü tırnak içinde kan olabilme ihtimalimizi, o oyuğun içindeki utanca teslim ettik. O oyuk, zulmün utancını biriktirdikçe nara kesildi. Teller titredikçe koca bir narın evlerimizin ortasına kırıldığını, saçıldığını, belkisiz korkunçlukları anlattığını görebilirsiniz. Maraş’tan gelen bir haberle Meyrik’in canına, elimizi kolumuzu feda edebileceğimizi duyabilirsiniz. Ellerimiz ve kollarımız, Meyrikleri geri getirmeye yetmiyor. Keşkesi yetmiyor. Kelamda geçen feta ve seyfe; kapılar ve makamlar, “Hû!”ler, dostlar, ayan günler, durduğumuz darlar da yetmiyor. Rızalık almak ve vermek yetmiyor. Razı mıyız? Derrida’nın bağışlamak dediğinden bahsediyorum biraz da, affetsin, belki bir zaman sonra Jankélévitch gibi kendimden de utanabilirim; sen de affet Şah. Razı değilim. Lanet Yezit’e.
Zulmün ihtimali, kendisi kadar beter. Üstelik zulmün de ihtimalin de sürerliği var. İhtimallerin akılda seğiren, geçmişten bugüne eyvallah bırakmayan halini bal eyleyemiyorum. Katlimiz vacip mi? Katlimizi her halde ve koşulda vacip görenin nidası tükenmiyor. Bu nidaların utancını hangi sazın oyuğu, daha ne kadar kendine sır edecek? Zahidin eremediği sırra da dahildir bu. Utançla sırlandıkça oyuk, saz çatlamaya meyleder. Lanet, çatlamaya meylettirene.
Yeni doğanlara fısılda Şah: Ne tırnağa kan, ne kana tırnak.