Suriye’deki iç savaş ve çatışmalı süreç, mart ayında, altıncı yılına girdi. Suriye içinden gelen ölüm, katliam haber ve görüntüleri artık kimsenin ilgisini dahi çekmiyor. Arada bir, vicdanlara seslenen (Alan Kurdi ve Ümran Dakneş) fotoğraf ve görüntülerle toplumun bir kesimi irkilip hatırlasa da, kısa bir şok halinden sonra anlar “ahlâki bir tepkiye dönüşmeden” sönümleniyor.
Türkiye ise, bu altı yıl boyunca, kutuplaşmış, parçalanmış, oldukça politikleşmiş kamuoyuyla, Suriye kaynaklı kitlesel katliamların tedirginliğiyle, ülke içinden her gün gelen ölüm haberleriyle, daha bir ay önce darbe tehlikesi atlatmış, “olağanüstü” bir zamanı yaşıyor.
Dün gece Antep’te, hemen yanı başımızda, bir düğünde, bir çocuk kullanılarak gerçekleştirilen canlı bomba saldırısında, çoğunluğu çocuk, elliyi aşkın insanımızın acısı dikkatleri yeniden Suriye ve oradan kaynaklı şiddete ve Antep’e çevirdi. Hepimiz yeniden 15 Temmuz öncesi Türkiye’nin gerçekleriyle, acı bir şekilde, yüz yüze kaldık.
Türkiye’yi yönetenler, başta başbakan ve bakanların söyledikleri üzere, Suriye politikasının yanlışlığını artık rahatça söyleyebiliriz. Evet, altı yıldır uygulanmaya çalışılan Suriye politikası ne yazık ki, bu ülke halkına büyük bedeller ödeterek çökmüş durumda. Hemen belirtmeliyiz ki, bu politikanın “tek doğru yanı” savaştan kaçan Suriyelilere sınırların açılması, yani “açık kapı” politikasıydı. Savaştan kaçan insanların koruma altına alınması, arkasındaki başka hesaplara bakılmadan desteklenmesi gerekli bir durumdu. Çünkü milyonlarca insan, özellikle ilk yıllarda, rejimin hava saldırılarına karşı canlarını kurtarmak için komşu ülkelere sığınmak zorunda kalmıştı. Daha sonraki yılarda çatışmaların tüm ülkeye yayılması, IŞİD gibi radikal örgütlerin sahaya egemen olması, insanları yaşama koşullarını ortadan kaldırmış ve insanlar zorunlu olarak diğer ülkelere sığınmışlardı. Yapılması gereken şey, bugün de dahil, Türkiye ve uluslararası toplumun bu insanların insanca yaşayabileceği bir ortamı sağlamaya çalışmak, çocuklarının onurluca yaşayabileceği bir gelecek sağlamak olmalıdır.
Türkiye hükümeti, iç savaşının başlamasından bu yana, Suriye politikasını iki ana eksen üzerine oturtmaya çalıştı. Savaşın ilk yıllarında, rejimin birkaç ayada devrileceğini ve kendisine yakın düşüncede olan Müslüman Kardeşler gibi siyasal İslâmcıların iktidara geleceği üzerinden hesaplar yapıldı. Aslında bu gerçekleşseydi, diğer eksen olan Suriye Kürt muhalefetine etki edebilecek ve kontrol altında tutabilecekti. Çünkü ta ilk günden beri, Suriye muhalefetine, gelecekte kurulacak Suriye’de Kürtlerin statü sahibi olmaması telkin ediliyordu. Aslında hesap basitti, rejim gidecek, yeni gelen muktedirler, Kürtleri ve taleplerini bir şekilde, Baascılar gibi, baskıyla kontrol altında tutacaktı. Şimdi 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, açıkça dillendirildiği üzere, bu politikanın “stratejik bir derinliğinin” olmadığı, hatta Suriye politikasının sahadaki gerçeklerle uyuşacak bir stratejisinin olmadığı da görüldü. Devletin “Kürt” refleksiyle hükümetin “neo-Osmanlıcı” hayalperestliği üzerine şekillenen bu siyasetsizlik, ülkeyi de ağır ağır şiddetin içerisine çekti. “Kürt barışı” bunun üzerinden bozuldu. Taraflar hâlâ birbirlerini “Suriye meselesi” üzerinden suçlamaktalar. Tırmanan şiddet, Suriye kaynaklı kitlesel katliamlar, birbirini duymayan, kutuplaşan toplum ve ekonomideki durağanlık, devletin içinde, hükümet partisiyle girdiği çıkar çatışması sonucu, bir kliğe darbe yapma cesareti verdi ve ülke darbenin eşiğine geldi. Şimdilerde oluşturulmaya çalışılan konsensüsle belli ki bir çıkış aranmaktadır. Devletin içindeki güç odakları yeniden oluşmakta ve konumlanmaktadır. Bu değişimin seyrinin hangi yöne doğru olacağı şimdilik muğlak görünmekle birlikte, belirleyici olacak olan temel ayaklardan birinin dün olduğu gibi bugün de ve gelecekte de, Kürt barışı olacağı açıktır. Çünkü Kürtler son 5 yıldır Ortadoğu’daki güç merkezlerinden biri olmuşlardır. Türkiye’nin normalleşmesinin yolu da Kürt barışından geçecektir.
Hükümet için, özellikle darbe girişiminden sonra, önemli diğer eksen olan “siyasal İslâm” bugünlerde Müslümanlar arasında ve Ortadoğu’da popülaritesini yitirmiş, IŞİD ve diğer radikal İslâmi grupların elinde rehine haline gelmiştir. İslâmcı hareketler iktidar oldukları ülkelerde toplumsal barışı, eşitliği ve refahı sağlayamadılar ve hızla prestij kaybetmekteler. IŞİD’nin Türkiye’ye yaptığı saldırıların Kürtler ve Batılı turistleri hedef alması, bu örgüt aklının, Türkiyeli İslâmcıları kazanma hedefinin olduğunu da gösteriyor.
2011 yılına yeniden dönersek, Suriye’de çatışmaların başlamasıyla birlikte, Türkiye’nin kapılarını mültecilere açmış olması, o günlerde evrensel hukukun gereği olmaktan öte, yürürlükteki politika gereğince zorunlu ve bilinçli bir seçimdi de. Özellikle Suriye muhalefetini kontrol altında tutmak isteği, muhalefetin içerisindeki seküler ve Suriye’nin geleceğinin Batı tarzı bir demokraside gören muhalefetin yerine Müslüman Kardeşler çizgisinin hakim olasını isteyen politika tüm sınırları iki taraflı açık tuttu.
Bu durum, sınır boyunca uzanan illeri, Hatay’dan başlayıp Mardin’e kadar, transit kentler haline getirdi. Zamanla güçlenen Suriye Kürtlerinin kendi bölgelerini kontrol etmesiyle birlikte Mardin ve Urfa sınırları görece bu özelliklerini yitirdi. Kilis ve Antep sınırı ilk günden bu yana, Suriye meselesinin, her açıdan, lojistik merkezi haline geldi. Birkaç yıl öncesine kadar Antep’te sadece bu konuyla ilgili çalışan bir “Suriye Valisi” bile vardı. Hâlâ, Suriye muhalefetinin kurduğu “geçici hükümet” burada çalışmalarını sürdürüyor. Suriyeli mülteciler açısından bu sınır, altı yıldır, geçiş güzergâhı oldu. Buradan sınırı geçip Türkiye’nin diğer illerine ve Avrupa ülkelerine gidebiliyorlardı. Tek taraflı açık tutulması gereken sınır ne yazık ki çift taraflı açık hale geldi. BM kuralları gereğince sınırdan en az 50 kilometre uzaklıkta olması gereken kamplar sınırın sıfır noktasına inşa edildi. Tam anlamıyla sınır boyunca, Antep, Kilis, Hatay, Urfa gibi iller gri bir alan haline geldi. Sınırın diğer tarafı, muhalefeti oluşturan yüzlerce farklı grup tarafından paylaşılmış ve kontrol ediliyordu. Sınırdan geçişler, mülteci olsun olmasın, bu gruplarca koordine ediliyordu ve ticari bir faaliyete dönüşmüştü. Zamanla sınırın diğer tarafındaki karanlık sınırın bu tarafını da grileştirdi. Bu gri alan Suriye içindeki savaşçılara lojistik destekte hareket kolaylığı sağladıkça, muğlaklık da arttı. Doğal olarak bu alanda yapılanlar kayıtdışılığı zorunlu kıldı. Bu zaman zarfında, sınırlar flulaşmış, çift taraflı geçirgenlik artmış, kimin ne yaptığı, ne olduğu, kime hizmet ettiği görünmez olmuştur. Cihat için dünyanın dört bir yanında toplanıp gelen cihatçıyla, Suriyeli savaştan kaçıp gelen mülteci bu gri alan içinde birbirine karışmış ve seçilemez olmuştur. Basında zaman zaman çıkan haberler, bu alanın ne denli görünmez olduğunun kanıtı gibidir. Sanal insan pazarları, cihatçılara hizmet veren hastaneler, Suriyeli kadın ve çocukların satılması, gazetecilerin öldürülmesi, Suriye içine silah ve cihatçı sevkıyatı ve daha yüzlerce illegal faaliyet haberi…
Bu süreç, bu yıllar boyunca Suriyeli mültecilere büyük zarar vermiştir. Yaratılan bu atmosfer içerisinde Suriye’den gelip Türkiye’ye sığınanlar, önce misafir, sonra geçici sığınmacı gibi tanımsız statüde, bekleme odasına alınmışlardır. Evrensel göçmen mevzuatının dışında keyfî uygulamalarla karşı karşıya kalmışlardır. Çocukların eğitimi, ikamet, çalışma izni gibi temel haklar açısından, çok büyük sorunlar yaşadılar, yaşamaktalar.
Suriyeli mülteciler için çalışan ulusal ve uluslararası kurumların tüm ofisleri ve sivil toplum örgütlerinin merkezleri, binlerce çalışanıyla burada konumlandı ama orada da bir görünmezlik hakim oldu. Kamplar içinde ve dışarda mültecilerle çalışan STK’lar çalışma izni gibi kamusal gereklilik hallerinde zapturapt altına alındı. Pek çoğu yıllarca izin beklediği için şeffaflıktan uzak, kaçak göçek işler yaptılar. Bugün, bu STK’ların mülteciler için yürüttüğü çalışmalar, hak temelli çalışma gibi, temel eksiklikler barındırsa da iki toplum açısından birlikte yaşam ve uyumu güçlendirmekte, toplumlar arasındaki çatışmalı alanları azaltmada önemli ve etkili işlevler görmektedir.
Diğer yandan, Suriye’nin içerisinde kalan insanlar buralardan yapılan yardım ve ticaretle hayata kalabildi. Özellikle son yıllarda Antep, Kilis ve Hatay’ın Suriye’yle yaptığı ticaretin büyüklüğünü ihracat verilerinden görebiliriz. Bugün hâlâ bu sınırda kayıtdışı yapılan ticaret, bu illerdeki Suriyeli bakkal, market, seyyar satıcı ve pek çok Suriyeli aileyi ayakta tutmaktadır. Beş yıllık savaş bu sınırlardaki kadim gelenek olan “kaçakçılıkla” birleşip günün gereklerince yeniden organize edildi. Bu ticaretin sınırlarının bugünlerde sıkılaştırılan sınırdan geçişler sebebiyle, insan geçirmekle başlayıp nerelere ve nelere kadar derinleştiğini bilmiyoruz. Çünkü kaçakçılık, kayıtdışı bir ekonomik faaliyet olarak kendi kurallarıyla işler, kaçağı yapan için taşınanın şeker, çay, kahve, sigara, silah, uyuşturucu, IŞİD’li, cihatçı ve sığınmacı olmasının bir tek anlamı vardır, o da kazanılan paradır. Gerisi teferruattır...
Antep, Kilis ve diğer sınır illeri için “Peşaverleşme” kavramı son yılarda sıkça kullanıldı. Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı verilen savaşta, Batı güçlerinin Pakistan’ın Peşaver kentini cihatçıların lojistik ve örgütlenme merkezi haline getirmesinden bir süre sonra, Peşaver halkının bu gruplar tarafından sistematik bir şekilde radikalleştirildiği ortaya çıkmış ama artık geç olmuş şehir düşmüştü… Antep ve Kilis gibi sınır iller açısından bu tür bir tehlike var mı? Bilmiyoruz. Çünkü gri alan içerisinde ne olup olmadığını, yerelle ne tür ilişki ağı oluştuğunu tam olarak göremiyoruz… Özellikle, uluslararası cihatçı akışının hâlâ devam edip etmediği konusu oldukça muğlak. STK, tarikat-cemaat gibi yerel örgütlerin Suriye’deki yapılarla ne denli iç içe oldukları, yakınlaştıkları konusunda net bir fikrimiz yok. Ama beş yıllık süre boyunca, çok geniş bir network oluştuğu da ortada. Suriye içerisine yapılan yardımların şeffaf olmaması, yardım örgütlerinin kapalı çalışma sistemi insanların kafalarında soru işaretleri bırakıyor. Bu ve buna benzer pek çok durum toplumda Suriyeli mültecilere karşı tereddütler yaratıyor. Bunu fırsat bilen “mikro milliyetçi” grupların zaman zaman Suriyelilere yönelik saldırıları da, tüm bu griliğin yüzünden, tepki bulmuyor. Bu ve diğer Suriye merkezli şiddet olayları kentte yaşayan Suriye toplumunun içe kapanmasına ve kentte gettolaşmaya neden oluyor. Aslında bu çok da alışık olmadığımız bir durum değil, yıllardır, Türk’ün, Kürt’ün, Alevi’nin, Sünni’nin, sekülerin aynı şehirde birbirine değemeden, kendi cemaati içerisinde yaşadığı bir toplumlar toplamı olarak yaşıyorduk, şimdi yeni bir cemaat (Suriyeli) daha eklendi bu toplama.
Beş yıllık süre boyunca Antep’in kent sosyolojisi de tabii ki hızla değişti, bugün “Şehir genelinde ikamet eden Suriyeli sayısı 320 bine ulaşırken, barınma merkezlerinde ise 44 bin mülteci yaşıyor. Toplamda Gaziantep’te yaşayan Suriyeli sayısı 364 bin oldu. Bu da yerli nüfusun yaklaşık %15’ine tekabül ediyor.” Bu sayının kayıt altına alnınmış ve kimlik verilmiş olan mülteciler olduğu ve henüz kayıt altında olmayanlarla birlikte 400 bine yaklaştığı tahmin ediliyor.
Kentte yaşayan Suriyeli aileler bugün barınma, hayat pahalılığı, eğitim, özel yaşam, sosyalleşme gibi yaşamsal sorunlarla mücadele ediyorlar. Çocukların eğitimi, Türkiye’nin hükümetiyle, vatandaşıyla hâlâ kavrayamadığı, çok acil çözülmesi gereken bir sorun. Mültecilerin %50’sinden fazlası 18 yaşının altında çocuklardan oluşuyor. Okul yaşındaki çocukların eğitime katılama oranı çok düşük, altı yıldır eğitim almayanları da katarsak bu sayı tüm Türkiye’de 2 milyonu yaklaşıyor. Bu da altı yıldır eğitim alamayan bu çocukları, çocuk işçiliği, ucuz emek ve diğer istismarlara açık haline getiriyor.
Yaklaşık 400 bin mültecinin kent ekonomisi, sermaye ve emek pazarına etkileri ve savaş ekonomisinin boyutları pek bilinmese de Gaziantep Ticaret Odası’na kayıtlı Suriyeli firma sayısının savaş öncesi 15 iken, bugün 738’e ulaşmış olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte 100 bine yakın Suriyeli Antep’te işçi olarak çalışıyor. Özellikle “merdivenaltı” olarak tabir edilen atölyelerde çocuk ve kadın emeğinin yoğunlaştığı görülüyor. Çalışma hayatı bu gri alanın en karanlık yerlerinden birini oluşturuyor. Bugün Antep tam anlamıyla çocuk işçi cehennemine dönüşmüş durumda. Suriyeliler kayıtdışı üretimin ucuz işgücünü sağlıyorlar. İnşaat, trikotaj, ayakkabı, mevsimlik tarım işçiliği ve gündelik işler başta olmak üzere ucuz göçmen emeğine yoğun bir ilgi var. Antepli işverenler yeni ve ucuz işgücüne kavuştular, kent tüketici pazarı beş yılda, yaklaşık beşte bir oranında arttı.
Suriyeli işadamları, trikotaj, ayakkabı, tekstil atölyelerinde ürettikleri malları Suriye içine ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki pazarlara bir şekilde ulaştırıyorlar. Bugün Kilis sınır kapısına gitseniz, kamyonlardan ve tırlardan oluşan araç kuyruklarının sınıra doğru kilometrelerce uzadığını görürsünüz. Gıdadan inşaat malzemesine içeriğini bilmediğimiz yükler Suriye’ye gönderiliyor. Sonuçta her savaş kendi rantını ve rantçısını da yaratıyor. Kilis kampının kapısında Suriyeli bir mülteciye bu kamyonları sorduğumda, “Ne var, ben de bilmiyorum, bildiğim bu savaşın bitmeyeceği. Bu malların sahipleri savaşın bitmesini ister mi? Neden istesin ki? Burada 1 lira olan patates Halep’te 6-7 lira, herkes savaştan para kazanıyor. Bizim çocuklarımız ölüyor. Onalar para kazanıyor…” demişti.
Antep’in bölgenin ticaret ve sanayi merkezi olması Suriyeli mültecilerin toplumsal uyumunu da kolaylaştırıcı bir etkide bulundu. Basında çıkan haberlerin aksine, iki toplum arasında çatışmalar çok kısa sürede sönümlendi. Bunda, kentteki ilişkilerin yüzyıllardır ticaret ve ekonomik çıkarlar üzerinden şekillenmesinin önemli bir katkısı olduğu düşüncesindeyim. Bugünlerde sık sık, “Anteplinin her şey ve her durumdan para kazanma mahirliğiyle, Haleplinin ticari dehasının bir araya gelişi” konuşuluyor. Bu bir araya geliş pek çok sorunun halledilmesini de kolaylaştırıyor gibi görünüyor. Özellikle Suriyeli patronların çalıştırdığı atölyelerde çocuk işçi oranın fazlalığı dikkat çekici…
Antep her daim bir “dengeler şehri” olagelmiş, farklı etnik grupların birbirlerine çok da değmeden birlikte yaşamayı başardığı bir kent. Özellikle doksanlı yıllardaki Kürt savaşında, Kürt illerinde Antep’e büyük sermaye transferinin olduğu biliniyor. Bugün Antep altı sanayi bölgesiyle ve burada çalışan yüz binlerce işçisiyle bölgenin sanayi ve emekçi kenti konumunda. Sanıldığının aksine, göçle gelenlerin % 80’ine yakını, kendi ilçe ve köylerinden gelenlerden oluşuyor.
Bu son saldırı belli ki kent nüfusunun ana gövdesini oluşturan Kürtlere karşı, Suriye’de üst üste aldığı darbelerin acısıyla ve Türkiye’nin son dönemki girişimlerine bir cevap olarak planlanmış bir katliam. Ne yazık ki, bu vahşeti planlayan akıl, Türkiye içerisinde bunun alıcısının olduğunu da biliyor. Özellikle son bir yıldır “Kürtleri şeytanlaştıran” bir siyasetin muhafazakâr ve dindar çevreye zerk edilmesi, “Kürt’e yapılanın” meşru görülmesine, meşru görülmese bile “düşmanımın düşmanı” düşüncesinin toplumun bu kesimince kabul görmesine neden olmakta.
Başlıkta da belirtildiği üzere, son beş yılda Ortadoğu gerçekleriyle örtüşmeyen, zorlama bir politikanın yaratığı griliğin gittikçe derinleştiği alanlarda şiddetin artma riski oldukça fazla. Yaşadığımız zaman, griyi kör bir karanlığa dönüştürmeye de başladı. Şimdi bu kentte yaşayan biz Türk, Kürt, Arap ve diğer halklar bu tedirginlikle yaşamaya çalışıyoruz. Bombalı saldırının yapıldığı Akdere Mahallesi’nde yaşayan mahalle sakinlerinden biri “Bizim sokakta Kürtler, Aleviler, Zazalar, Türkmenler, Araplar, Türkler var. Herkes kendi dilinde konuşur sokakta, anlamam ama bana kuş cıvıltısı gibi gelir; işte bu adamlar gelip o cıvıltıları vurdular,” diyor. Evet, kimilerinin dediği gibi, iç savaş tehlikesi Antep için çok olası değil.
Ama grinin karanlığa evirildiği bir zamanı yaşıyoruz. Buradan bir tek çıkış var, birbirimize tutunmak, hep birlikte birbirimize saygı duyarak, diğerinin kültürünü zenginlik görerek, düğünlerimizde Kürtçe, Arapça, Türkçe şarkılarla ele ele tutuşup birlikte yaşayabilmeliyiz… Tek çıkış bu…