Propaganda teriminin dilsel ve düşünsel alanda dolaşıma girmesi 17. Yüzyılın başlarına tekabül etse de, bu sofistike pratiğin kökleri antik Yunan’a kadar uzanmaktadır. Kavramın günümüzdeki anlamıyla ilk kez yazılı kaynaklarda yer bulması, moral ve inanç ihracatı işini daha sistematik bir mecrada yürütmek isteyen Roma Katolik Kilisesi sayesinde olmuştur. 1622 yılında Papa XV. Gregory, ulusal ve uluslararası alanda dinsel misyonerlik faaliyetlerini kordine edip yürütecek İnanç Propagandası Kongresi’ni kurarak terimin teoloji, felsefe ve siyaset jargonuna girmesini sağlamış oldu. Terim, isevi itikat ve ahlakı müjdeleyip yeryüzünün en ücra köşelerine yayma bağlamında kullanıldığı için ilk zamanlar epey itibarlıydı. 18. yüzyıla gelindiğinde ise kimi ek anlamlar da yüklenerek daha seküler bir ton kazanmaya başlamıştı. Örneğin Voltaire ve Rousseau gibi kalemlerin mutlakiyetçi iktidara yönelik devrimci eleştirileri bir tür propaganda pratiği olarak kabul ediliyordu.
Kavramın adının düşünce tarihi sözlük ve ansiklopedilerinde kötüye çıkmaya başlaması ise 1. Dünya Savaşı sırasında gördüğü manipülatif politik işlevleriyle ilgilidir büyük ölçüde. Savaş yılları boyunca milli devletlerin yılgın yurttaşlarını ‘vatan savunması’ hattında zinde tutmak, düşman hatlarında ise olabildiğince psikolojik zaafiyet yaratamak amacıyla propagandayı etkili bir PR yöntemi olarak kullanmaya başlaması geleneksel muharebe ahlak ve nosyonunun köklü bir şekilde değişmesi anlamına da geliyordu.
Çağdaş Oxford sözlüğünün “politik bir gaye veya düşünce için destek kazanmak amacıyla kullanılan yanlış ve abartılmış bilgi” olarak tarif ettiği propaganda sözcüğünün bugün kulaklarımızda yarattığı menfi tını, gönül kazanma faaliyetinin 20. Yüzyılın başlarında muazzam şekilde merkezileşmesiyle ilgilidir bu anlamda. Evet, son yüzyılın savaş ve siyaset tarihi propaganda denen halkla ilişkiler aygıtının hızla iktidarların kontrolüne girmesinin de gayri-resmi tarihidir bir anlamda.
Britanya Milli Kütüphanesi’nin (British Library) Mayıs ayının ortalarından bu yana ev sahipliği yaptığı “Propaganda: İktidar ve İkna” adlı kapsamlı sergi tam da bu enteresan tarihin bugüne kadar yeterince didiklenmemiş kuytuluklarına ışık tutuyor. Posterlerden pankart ve bayraklara, savaş dönemi kısa haber-filmlerinden bildiri ve el broşürlerine, milli marş ve maskotlardan manipülatif gazete manşetlerine, putlaştırılmış lider portrelerinden dehşetten komedi devşiren ırkçı ve tektipleştirici karikatürlere görsel, işitsel ve yazınsal yaratıcılığın en ince teknikleri kullanılarak bireyin ve toplumun aklını ve kalbini zapetmeyi hedefleyen propaganda materyallerini tematik ve tarihsel bir dizin içinde bir araya getiren sergi alanında bir ilk olma özelliği taşıyor.
Sergi, son yüzyıldır politik düzlemde karşıt kutuplarda konumlansalar da toplumu ikna bahsinde çok-uluslu bir şirketin yerel branşları gibi çalışan farklı iktidar formlarının kullandığı ‘tebliğ’ alet-edevatlarının geçit törenini andırıyor biraz da. Serginin ana konsepti devletlerin 20. Yüzyıldaki politik propaganda pratiği olsa da, sergide sağlıktan spora, yerli malı kullanmayı teşvik edici sloganlarından kadın hakları aktivistlerinin eylem çağrılarını içeren bildirilere birbirinden ilginç eserlere de yer veriliyor.
ÜLKENİN HER ZAMAN SANA İHTİYACI VAR!
Kütüphane kapısının hemen girişinde propaganda tarihinin ölümsüz ikonu kabul edilen o ünlü afiş duruyor. Sergi kataloğunun ana kapak resmi aynı zamanda. Sam Amca çatık kaşları ve etkileyici bakışlarıyla zaman ve mekan dışı müphem milli özneye sesleniyor: “I Want You For US Army”... Yıl 1917; ölüme korkusuzca gidecek gururlu gençler aranıyor. Orta-zeka bir aklın elinden çıkma bu dahiyane afişin albenisine kapılıp kaç genç ömrünü savaş aygıtına kaptırdı bilmiyoruz, ama o efsunlu parmağın farklı coğrafyalarda muhtelif milli, sınıfsal, sosyal ve dinsel veçhelerde hala ‘bizi’ işaret ettiğine kuşku yok.
Serginin yapıldığı binaya geçip sergi salonunun loş labirentlerinde ilerledikçe, bir zamanlar kanmanın ve aldanmanın alacakaranlık kitabına yolculuk yapıyorsunuz sanki. Bir kısmı ilk kez gün yüzüne çıkmış nostaljik belge ve materyaller arasında Iraklii Toidze’nin ‘Genç Stalin Okuyor’ resmi; Stalin 1949 basımı Gürcistan Şiiri kitabından ‘Panter Maskeli Şovalye’yi okuyor; Sovyetler Birliği’nde kültürlerin kardeşliği ve eşitliği ilkesi... Orwell bir yerlerden kalbimizin o sürgün çocuklarına tebessüm ediyor olmalı; 1984’ün zorlu kış günlerinde, Hayvanlar Çiftliği civarında biri bizi mi gözetliyordu?
‘Medya ve Savaş’ başlıklı bölümde çok-satan bir bulvar gazetesinin çerçevelenmiş ön-kapağı; İngilizlerin ünlü Daily Experess’i; günün sansasyonel manşeti: “Saddam 45 Dakika İçinde Saldırabilir”. Gazete çerçevesinin hemen yanındaki bir ekranda Chomsky Irak savaşı sırasında Batı medyasında üretilen bilgilerin büyük çoğunluğunun fabrikasyon olduğunu anlatıyor.
Propagandanın manipülasyon amaçlı kullanımına ilişkin uzmanlarla yapılmış birbirinden ilginç kısa-metraj video röpörtajlar sergiyi sanatsal bir etkinliğin ötesine taşıyarak akademik bir konsepte yerleştiriyor aynı zamanda. Videoların birinde İngiliz gazeteci John Pilger soğuk savaş yıllarında Sovyet işgali altındaki Çekoslovalya’da gizlice röpörtaj yaptığı dönemin yasaklı Çek romancısı Urbanek’in ülkede yaşanan ağır sansürün boyutlarını vurgulamak için kendisine söylediği bir cümleyi aktarıyor: “Siz televizyonda gördüğünüz ya da gazetelerde okuduğunuz her şeye inanıyorsunuz; oysa biz satırların arasını okumayı öğrendik. O yüzden bizde samizdat (gizli basım ve dağıtım) edebiyatı vardır.” Satırların arasındaki ağır boşlukları okuma ustası Milan Kundera boşuna sızlanmıyordu: Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği.
PROPAGANDA GİBİ GÖRÜNEN PROPAGANDANIN SONU
Propaganda sergisi sadece farklı iktidar formlarındaki kusursuz aynılığı deşifre etmiyor. Halkla ilişkiler sanatının amatörlükten karmaşık ve profesyonel bir mecraya nasıl evrildiğinin inişli-çıkışlı öyküsüne de odaklanıyor aynı zamanda. Denebilir ki, İngilizler yönetim enstürmanları çarkına Enformasyon Bakanlığı gibi hayli işlevsel bir kurumu kazandırarak propaganda aygıtının çocukluktan ergenliğe, ergenlikten olgunluğa adım atması yolunda her zaman koruyucu bir ebeveyn işlevi görmüşlerdir. Britanya’nın propaganda bahsindeki birikim ve ustalığı Lenin’i kıskandıracak türdendir. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Düşman Propaganda Departmanı’nın başına getirilen Daily Mail gazetesinin sahibi Lord Northcliffe ‘propaganda gibi’ görünen propagandanın başarısızlığa uğadığını ilan edecekti. O halde mümkün olduğunca ‘hakikatlerin propagandası’ yapılmalıydı. Northcliffe göre ikna pratiği çatık kaşlı değil, daha güleryüzlü ve insani bir çehreyle sunulmalıydı tüketiciye. Hatta hazmı biraz kolaylaştırmak için yemeğe bir miktar humor sosu katmakta sakınca yoktu.
2. Dünya Savaşı’nın son günlerine doğru Nazilere karşı final muharebesine hazırlanan Müttefik Kuvvetler ise propagandanın artık yepyeni bir döneme girdiğini deklere ediyordu: “Bir gerçeği bastırmak ya da gizlemek için ikna edici bir nedeniniz olmadığı zaman, o gerçeği söyleyin. Dinleyicileriniz yalan söylediğinizi farkettiği anda gücünüz azalır. Bu yüzden ortaya çıkarılabilecek bir yalanı asla söylemeyin.” Independent’tan Adrian Hamilton’nın yerinde tespitiyle, böylece yüzyılın başında daha çok yalana, düşmanı öcü gösteme ve itibarsızlaştırma nosyonuna dayalı klasik propaganda yerini belli bir amacı gerçekleştirmeye dönük ‘seçilmiş hakikatlerin propagandasına’ ya da gerçeği kısmen ve hisettirmeden ‘eğip-bükme’ pratiğine bırakacaktı.
Bu ‘gerçekçi’ yaklaşım, Soğuk Savaş döneminde Sosyalist blokun ham ve vulger propoganda pratiğine karşı Kapitalist blokun incelmiş propaganda faaliyetlerinin ana gövdesini oluşturacaktı. Stratejinin ince espirisi ‘ortaya çıkarılamayacak’ yalanlar üretemeye dayanıyordu. Bu zekice hamle sayesinde Batı’nın psikolojik savaş aygıtı ‘açık-toplum’ ‘gizli-manüpülasyon’ deneyimi üzerinden önemli bir gelişme katetti denebilir. Tıpkı verimsiz kamu iktisadi teşebbüsleri gibi Soğuk Savaş döneminde propaganda kurumu da adım adım özelleşti-özelleştirildi bir anlamda. Kasvetli ‘Düşman Propaganda Dairlerinden’ özel reklam ajanslarına, devlet yanlısı gazetelere, televizyonlara, sivil toplum kuruluşlarına, üniversitelere, lobi gruplarına piyasa ekonomisi marifetiyle de facto ihale edilen toplumsal ikna sanatının yüksek ekonomik ve kültürel hasılatı ise kısa süre sonra toplanacaktı. Artık kitleleri kontrol etmek ve yönlendirmek için Althusser’yen anlamda sadece ‘devletin geleneksel ideolojik aygıtlarını‘ kullanmak gerekmiyordu; kitle tüketimi çağında büyük ticari markalar da bu hayati işlevi özgür, haşarı, bireysel ve epey kışkırtıcı yöntemlerle yerine getirebiliyordu: “Keep Calm and Go Shopping.”
Propaganda aygıtı Batı cephesinde humor, ironi ve ‘hakikatle’ asgari ilişkisini diri tutarak köklü bir dönüşüm yaşarken, Sosyalist blokun çoğu ülkesinde PR bağlamında cumhuriyetin emir kipinde ifadesini bulan asık suratlı şenlik günleri yaşanıyordu hala.
Sergide gösterilen 1950 yılına ait ‘Beyaz Saçlı Kız’ filminin posteri bu naifliğin bütün handikap ve abartılarını tek karede barındırıyor bir anlamda. Parti propaganda biriminde hazırlandığı belli afişte Çin devriminin yarattığı mucizevi değişimi simgeleyen mağrur ve bakımlı askerler gururla bellirsiz bir ufka gülümsüyorlar. En önde beyaz saçlı kız, bir kır yerindeki askeri içtima alanında sol ayağını geriye doğru beliyle eşit hizaya gelecek şekilde uzatarak sağ ayağının parmak ucunda tıpkı bir balerin gibi duruyor; elinde tüfeği var, solunda ise uzun boylu bir asker, arkalarında tertemiz giysiler içinde iki manga devrim neferi. Afiş, hem ev halkına hem de yakın ve uzak komşulara komünizmin dönüştürücü gücünü propaganda ediyor; 1950’lerin açlık içinde kıvranan geniş köylü kitlelerinin sefaletini bir parça perdeleyerek.
Sergide ‘gönül sultanlığının güç sultanlığından her zaman daha işlevsel ve kalıcı olduğunu’ vaaz eden Nazilerin propaganda şefi Josef Goebbels’ın militarist radyo konuşmaları, işçi sendikalarının üyelik çağrısı yaptığı reklam afişleri, lider kültü nosyonu üzerinden inşa edilen Napoleon’ın, Hitler’in, Eva Peron’un, Lenin’in, Stalin’in, Mao’nın ve Thatcher’ın ulusun şevkatli ebeveynleri olarak resmedildikleri portreleri ilginç bir harmoniyle propaganda dediğimiz sihirli aygıtın dağınık pazılları gibi ustaca bir araya getirilirken, serginin kreatörleri Facebook ve Twitter gibi modern propaganda araçlarını da konsepte dahil ederek zamanımızın ruhunu sivil kitle iletişiminin penceresinden okumaya girişiyorlar.
FACEBOOK VE TWİTTER ÇAĞINDA HER BİREY POTANSİYEL BİR PROPAGANDACI
Serginin en fazla ilgi çeken parçalarından biri de Twitter akışını gösteren elektronik duvar olsa gerek. Sinema ekranı şeklinde tasarlanmış duvarda Obama’nın ikinici kez başkan seçildiği son seçim kampanyası sırasında tarihin en fazla re-tweet’lenen “dört yıl daha” başlıklı Twitter mesajına yer verilirken, geçen yıl Londra Olimpiyatlarının açılışı sırasındaki Twitter’ın olağanüstü akış hızı, edilgen öznesi hayli muğlak bu modern iletişim fenomeninin tarihsel anlamda klasik propagandaya eklemelenen yanları ile geleneksel PR pratiğinden ayrılan boyutları üzerine düşünmeyi birkaç yönüyle ilginç kılıyor.
Reklam, tüketim, pazarlama ve propaganda olgularının hem yatay ve hem de dikey düzlemde böylesine içiçe geçerek yepyeni ve incelmiş formlar kazandığı kitle iletişimi çağında gönül kazanma pratiğinin sıkı ve merkezi bir yapıdan dağınık, spontane ve bireysel bir yapıya doğru evrilmesi kaçınılmaz görünüyor. Her bireyin potansiyel bir propagandacıya dönüştüği Facebook ve Twitter günlerinde ‘tebliğ’ sanatının geçirdiği dönüşüm ve başkalaşımı anlamak ise bir yandan devletlerin kitlelere yönelik yeni ikna stratejileri konusunda uyanık ve eleştirel bir konum almayı kolaylaştırıyor, diğer yandan günümüz muhalif sosyal hareketlerin karmaşık doğasını ve mobilizasyon yeteneklerinin tekno-kültürel kaynaklarını daha doğru okuma konusunda önemli ip uçları veriyor.
Bundan yüz yıl önce devlet ya da parti gibi merkezi siyasal organizasyonlar dışında hiçbir birey aynı anda milyonlarca insana fikir ve inançlarını bu kadar kolayca ‘tebliğ’ edemezdi herhalde. Guardian’dan Eliane Glaser bu gelişmeyi politik şeffaflığın ve bireyin açığa çıkan gücünün işaret fişeği olarak değerlendiriyor. Sosyal medya araçları bir yandan büyük ticari markaların müşterilerini satış sürecinin aktif birer parçasına dönüştürerek hayırsız bir işlev görürken, öte yandan modern bireye ve sivil topluma göreli bir özgür hareket alanı ve kabilyeti sunarak, propagandayı kurumsal yapıların ve devletlerin tekelinden de çıkarmış oluyor. Böylesine yoğun bir interaktif iletişim zemininde üretilen politik bilgi ve eylem ise artık temsili yollardan değil doğrudan, kollektif, asimetrik ve oyunsu bir üretim sürecinin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ne diyordu sosyolog Jacques Ellul çağdaş ve özgür propagandacının ayırıcı niteliğine dikkat çekmek için: “Propagandacı bir klavye kullanır ve bir senfoni besteler”. Bestelenen senfoni henüz atonel görünüyor ama zamanla kendi iç ritmini bulacağına ilişkin epey iyimser işaret var.
Evet, aktivisti kendi eyleminin ve haberinin hamarat muhabiri, kameramanı, editörü, yayıncısı ve dağıtımcısına dönüştüren Facebook, YouTube, Flickr ve Twitter gibi sosyal medya araçları bir yandan birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki farklı kaynaklardan akan tutum, kanı, fikir, beğeni ve protesto biçimlerinin özgür kütüphanesine dönüşürken, öte yandan demokratik bir siyasal kültürün oluşmasına da katkıda bulunarak eylemin heterojen öznelerine günün manşetini hep birlikte atma özgürlüğü sağlıyor. Bu olgu klasik propaganda ve demokrasi oyununun mutat işleyiş kurallarını kökten değiştirme potansiyeline sahip etkili bir dinamiğe işaret ediyor birçok yönüyle. Network’a inen, elbette doğası gereği taraflı ve kimi zaman yanıltıcı da olabilen, dağınık tutum ve bilgi parçacıklarının gümrah akışını engelleyemesiniz; menüde iki seçeneğiniz var sadece: beğenmek, yorum yapmak, retweet’lemek ya da ilgisiz kalıp homurtuyla sessizliğe gömülmek.
Bugün dünyanın farklı bölgelerinde etnik, sınıfsal, dinsel ya da sosyal anlamda ezilen mutsuz kitlelere hala klasik enstrümanlarla hükmetemeye çalışan baskıcı hükümetleri en çok tedirgin eden de bu olgu olsa gerek. Sosyal medyayla birlikte propaganda cini küresel çapta şişeden çıkmış görünüyor. 2011 yılındaki Londra isyanında BlackBerry, Tahrir’de ağırlıkta cep telefonu, Gezi’de ise Twitter ve Facebook çehresinde sahneye çıkan çağdaş propaganda pratiği artık her yerde, herkesin kolaylıkla üretip yayma olanağına sahip olduğu ve herkesin erişimine açık durumdadır. Glaser tespitinde haklı; öyle görünüyor ki yeni yüzyılda en ‘yenilebilir’ propaganda türü belli merkezlerde üretilmiş, özenle ambalajlanıp kurumsal yollarla pazara sürülmüş olan değil, ‘ev-yapımı’ bir propaganda olacak.
Fransız politik düşünce adamı Jacques Driencourt 1950’lerde “herşey propagandadır” hükmünde bulunurken bir parça tezcanlı davranmıştı belki. Bu söz Facebook, YouTube, iPhone ve Twitter’dan evlere, okullara, kahvelere, arabalara, otobüslere, işyerlerine ve meydanlara interaktif şekilde akan yoğun mesaj, bilgi, fikir ve paylaşım trafiği çağında asıl anlamına kavuşuyor galiba. Britanya Kütüphanesi sosyal bilimler departmanı başkanı Jude England global ölçekte işleyen sosyal medya dünyasında durmadan konuşan, yazan ve birşeyler paylaşan bu insanların kim olduğunu biliyor muyuz, diye önemli bir soru soruyor; bireyler mi, kiralık kalemler mi, profesyonel lobiciler mi, şirketler mi yoksa özgür aktivistler mi?
Sanal ortamda gürültüyle dolaşan bu çağdaş hayaletin eşgalinin belirsizliğidir biraz da şu günlerde dünyanın farklı ülkelerinde siyasal elitleri iletişim kanalları üzerinde denetim ve sansür amaçlı yasal düzenlemeler yapmaya zorlayan şey. İletişim bilimci Clemencia Rodriguez’in vurguladığı gibi ‘yurttaşın medyası’ sosyal ve politik anlamda dezavantajlı ve ikinci sınıf konumundaki insanlara kaderlerini değiştirme mücadelesinde hayati araçlar sunarken, iletişimin değişen paradigmasının propaganda araçlarının geleneksel ev sahiplerini bir parça tedirgin etmesi de kaçınılmaz görünüyor. Ancak bu denli akışkan bir siber-ırmağın önüne set çekmek global siyaset, kültür, teknoloji ve ekonomi ortamında imkansız gibi görünüyor. Propagandanın dağılmış nar taneleri gibi hayatın her alanına yayıldığı sanallık yüzyılında sisteme kırgın ve sitemkar kitlelerin siyasal yönetimlere taleplerini kabul ettirme konusunda, hiçbir dönemde olmadığı kadar, ciddi politik olanakların ortaya çıktığına kuşku yok bu anlamda.
Gezi direnişine karşı geleneksel bir propaganda yolunu tercih ederek miting meydanlarına inen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “Onlar milyonlarca tweet atsınlar bizim tek besmelemiz oyunları bozar” demişti hışımla. Propaganda sergisinden çıkarken aklımda Erdoğan’ın, belki de birkaç yıl sonra, tıpkı böyle enteresan bir sergide, rakibini küçümseme ve ‘ecnebileştirerek’ itibarsızlaştırma üzerine kurulu ham propaganda örnekleri reyonunda gösterilmeye yazgılı, o veciz sözü yankılanıyordu. İmdi, ortaoyunumuzun adı: Papa XV. Gregory ve İnanç Propagandası Kongresi Facebook ve Twitter’ın Parmak Çocuklarına Karşı!...