“Devleti milletle kaynaştırmak”, AKP hükümetinin şiarlarından biri, övünç kaynağı, demokratikleşen Türkiye’nin en güzide eseri. AKP devri öncesinin ceberut, halkına mesafeli devleti gitmiş yerine halkının isteklerini dinleyen, onun bağrından kopanlar tarafından onun değerleriyle yönetilen bir devlet gelmiş. Başbakan’ın deyişiyle artık “devlet ile millet güçbirliği” yapıyor, aralarındaki suni sınırlar bir bir kalkıyor, yek vücut hareket eden bir organizmaya dönüşüyordu.
Totaliter rejimlerin tarihiyle biraz aşina olanlar için bu sözler ilk söylenmeye başlandığından beri tüyler ürpertici. Zira kaynaşırken içinde kaybolmak, bütünleşirken devletin uzvu olmak var bu yolun sonunda. Yine tarihsel tecrübeden biliyoruz ki, kaynaşma edimi kendiliğinden olmaz, aracı bedenlere, suretlere ihtiyaç duyar. Devlet millet kaynaşmasının ufkunda milli şefler zuhur eder. Daha doğru bir ifadeyle, bu tip kaynaşmaları milli şef olmaya soyunanlar peyda eder.
Kimse korkmakta haksız değilmiş. Gezi direnişinin yarattığı kriz anında rejimin gerçek niteliği ortaya dökülünce, burjuvasıyla, bürokratıyla bu pek otantik, pek bütünleşmiş cumhuriyetin simgesinin hukuka uygun bir pala olduğunu görmüş olduk. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’a göre söz konusu palayı tutan kişi ‘ burasına kadar gelmiş bizim esnafımızdan’, AKP Çankırı Milletvekili İdris Şahin’e göre etrafa palayla saldırmak “hukuk çerçevesinde bir eylem”, tutuklu yargılanması için çıkarılan mahkemenin polise de esnafa da eşit mesafedeki hakimine göre şahsın tutuklanması için bir sebep yok. Aynı Ethem Sarısülük’ü katleden polisin tutuklanması için bir gerekçe olmadığı gibi.
Hukuk devletinin nizami palası, Eskişehir’de 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz’ı öldüren sopalara, İzmir’de gençleri avlamak için cirit atanlara, Milli Şef’in bıyık altından tebessüm etmesiyle Cihangir ile Nişantaşı sokaklarında terör estiren nidaya, Yeniköy’de muhtar önderliğinde forum yapanlara saldıran bıçağa, Adana’da makine mühendisleri odasına bırakılan çapaya, ve daha nicelerine dönüşebiliyor. Devletiyle milletiyle kaynaşmış bu rejimde, 6-7 Eylül, Maraş, Çorum ve Sivas günlerinin, Kürtler’e yönelik linç girişimlerinin, Hrant Dink’in katlinin çok uzağında değiliz. Türkiye Cumhuriyeti’nin istediği zaman gayet akışkan, girişken ve esnek olabildiği, sınırların kalktığı o gri alanın ta merkezindeyiz.
Oysa bu sefer farklı sanmıştık. Bu başıbozuk halka, böyle palayla, sopayla değil, artık dilekçe gibi medeni araçlarla nizam verildiğini zannediyorduk. Dersinde, Komünist Manifesto okutan Yrd. Doçent Seydi Çelik’in duyarlı bir öğrencinin başvurusunun ardından YÖK tarafından ifadesi alınmış, Semerkand kitabını öneren lise tarih öğretmenine, MEB bir velinin kitabın müstehcen olduğuna dair başvurusu üzerine inceleme başlatmıştı. Ecdadımızı döşekte gösterenlere karşı vatandaştan gelen şikayetler sonrasında RTÜK devreye giriyordu; belediyelerle mütedeyyin vatandaş arasındaki alkolizm muhabbetini de artık siz düşünün. Bunlara bakarak, sınırların çizilmediği, hak ve hukukun sonsuz derece eğilir bükülür olduğu, söz konusu makbul değerlerse devletin sınırsız cömertlikle davrandığı Türkiye demokrasisinde, bizler de devletle milletin sadece mektup aşkı yaşadığını sanıyorduk. Ne çabuk unutmuşuz bu “aşağıdan otoritarizm” kaleminin yanında kılıcının da olduğunu.
Pala veya dilekçe, sokak veya kurumlar, doğrudan ya da temsili otoriterlik. Değişmeyen olgu, merkezinde devletin tepesinden toplumun kılcal damarlarına uzanan toplumsal ilişki ağlarına hükmeden ve seferber eden bir partinin yer aldığı otoriter iklim. Aidiyet ve patronajla örülen bu ağlar sayesinde kağıt üzerindeki kurumsal ayrımlar kalkıyor, polis ile hakim, esnaf ile zabıta, YÖK ile öğrenci, Başbakan’ın deyişiyle ‘güçbirliği’ içerisinde bu ağların düşman gördüğü herkese, bu ülkeyi zindan ediyor.
Hastanedeki doktorun kendisini hastası yerine polise sorumlu hissettiği, Sağlık Bakanlığı’nın fişleme faaliyeti yaptığı bir ortamda, karşı karşıya kaldığımız durum yasal reform önerileriyle tepeden halledilemeyecek kadar köklü. Enformel ağların bu derece kuvvetli olduğu bir siyasal düzende, herhangi bir yasal düzenlemenin uygulanması son derece keyfi. Gezi direnişinin başlattığı o kolektif dayanışma ve mücadele ruhuyla hayatın her alanında, toplumun her kurumunda örgütlenmenin, bıkmadan usanmadan sesimizi bugün bizi dinlemeyen veya dinleyemeyenlere duyurmanın, parklarda ve sokaklarda ortaya çıkarılan yeni siyaset mecralarını çoğullaştırmanın, buralardan çıkan enerjiyi siyasal temsiliyete aktarmanın dışında gidilecek yol yok gibi.
Gezi direnişiyle birlikte artık hepimiz siyasetin kalbindeyiz.