İran’ın “İffetsiz” Kadınları

Queer kuramın öncü isimlerinden Judith Butler’in Cinsiyet Belası adlı kitabıyla tanışmayanımız yoktur. Bu tanışıklık, cinsiyetin performatif yapısına ve toplumsal cinsiyet meselesine dair kuramsal ve pratik anlamda çözüm odaklı ilgi duyan ya da bunlara ilişkin her iki bazda da mücadele yürüten çoğumuz için geçerlidir. Yani bu belaya bulaşmayanımız hemen hemen yoktur gibi. Erkek egemen dünyanın sınırları içerisinde ikamet eden kadın kimliğimiz, cinsiyet belasıyla bir mücadele içerisindedir. Bizlerin aklını, cinsiyet mefhumuna ve cinsel kimliklerimizin ne kadarının doğal olup olmadığına dair kışkırtıcı sorularla celbeden bu mücadele, bizleri bir şekilde yine başka bir mücadele kapısının önünde bırakacaktı. Bu “kapı”, ataerkil dünyanın korkunç gerçekliğine açılır.

Toplumsal cinsiyet meselesi konusunda mücadele yürüten herkesin bu kapıdan geçtiğine, içinden geçme cesareti olmasa dahi bu kapının eşiğinde durup ataerkil dünyanın zifiri karanlığına gözleriyle şahit olan, karanlıktan gözlerinin ferini sakınmak zorunda kalan nice kadın var. Çoğu da gördükleri ve işittikleri karşısında bir şey yapmaksızın durmayı değil de, kör olma pahasına dahi olsa eril dünyayla savaşmaya başlayan bir amazon kadına dönüşür. “Zulüm karşısında sessiz duran dilsiz şeytandır” şiarıyla bir yandan erkek egemen dünyanın zorluklarıyla savaşan, çarpışan binlerce amazon, bir yandan da bu “dünyanın” zulmüyle acımasız işkencelerden geçen kız kardeşlerinin kulakları sağır eden seslerini duyarlar. Üzerinde “Acımasız gerçeklere hoş geldiniz” yazan patriarkinin kapısını kırıp yerinden sökmek için kız kardeşlerine metanetli güç veren bu seslerin sahipleri, İran’ın kederli şairi Füruğ Ferruhzad, Sorayya, Zeynep Sekanvand Lokran, komşuları Minbicli Zehra Icêl ve isimlerini şimdi burada anamadığım binlerce kadındır. Başlarındaki “Cinsiyet Belası” yetmezmiş gibi, bir de hayatları, “namus belası”yla kopkoyu bir gölgeyle çepeçevre sarılan, ruhlarındaki füruğun kaybettirilmeye çalışıldığı binlerce “iffetsiz” kadın.

İran’ın “iffetsiz” ve bir o kadar da kederli kadınlarından Füruğ Ferruzad, bu hayatta işlediği belki de en ciddi “Günah”ı şiir yazmak, içindeki esir kadını edebiyatla özgürleştirmeyi başarmış olmak olduğundan patriarkinin öfkesini üzerine çekti. Âdem’in kaburgasından yaratılmayı reddeden Lilith gibi o da şiire ve sanata tutunarak “evdeki melek” olmayı “iffetsizce” reddettiğinden ötekileştirildi, sürüldü, ışığından, şiirlerinden oldu.

“İffetsiz” bir başka kadın daha: Sorayya. Süreyya da diyebilirsiniz ona. Onu hangi isimle anarsanız anın anlamı da, hikâyesi de, acısı da aynı “kapı”ya çıkar. Şeytanın önünde dilsiz durduğu o kapı. Etrafı, bu dünyadaki bütün “iffetsiz” kadınlardan hesap sormak adına ant içmiş “dilsiz” erkeklerce kuşatılan Sorayya, ya da Süreyya deyin, ne fark eder, “namus belası”na katledildi. Bu kapının ardından yükselen çığlıklar içerisinde Sorayya’nınki de var, recme giderkenki mağrur duruşu gibi çığlığı da kulakları sağır ediciydi ama o günkü duruşu gibi çığlığı da mağrurdu.

Namus belasına katledilen Zehra Icêl de “iffetsiz” kadınlardan biri. Minbic’in IŞİD tarafından henüz daha işgal altında olduğu 2014’te recmedilerek katledilen Zehra Icêl de ölüme giderken Sorayya gibi mağrurmuş, ayakları onu istemeye istemeye ölüme götürürken dahi mağrurmuş. Etrafını saran dilsiz şeytanlara bakışı, tıpkı Sorayya’nınki gibi, ruhundaki gül bahçesini izlemek varken şeytanları görmezden gelmek şeklindeymiş, gül kokusundan tebessüm ediyormuş o ara.

“Dilsiz şeytanların” musallatına uğrayan “iffetsiz” bir kadın daha… Zeynep Sekanvand Lokran.

Günlerdir, duyarlı çevrelerce başlatılan imza kampanyası ile hayatı kurtarılmaya çabalanan Lokran, hakkında verilen ölüm kararı her an infaz edilme tehlikesiyle karşı karşıya. Adil olmayan bir yargılama neticesinde eşini öldürmekten suçlu bulunarak ölüme mahkûm edilen Lokran’ın hikâyesini iç acıtıcı bir duruma getiren nokta aslında, onun bir çocuk gelin olmasıdır. Zorlu hayat koşulları nedeniyle on beş yaşında kendisinden yaşça çok büyük biriyle yaptığı bir evlilikle “namus belası”nın musallat olduğu Lokran da, “iffetsiz” kadınlara yaşamı zehreden İran hukukunun pençelerinde ölümle burun buruna. Son duruşmasında kendisine birkaç kez tecavüz eden eşinin erkek kardeşinin cinayeti işlediğini belirttiği halde sözlerinin hiçbir hükmü yok. Lokran, şimdi her an, boynuna geçirilecek iple hayatından olabilir. Böylelikle, yasalar tüm İran’ın “namusunu temizlemiş olacak”. İran devleti tarafından, tüm dünyanın bilgisi dahilinde, bir namus cinayetinin işlenmesi an meselesi. Bugüne dek, medyanın da kirli algı yönetimiyle münferit bir olay olarak algılatılan “namus cinayetleri”nde fail devletler de olabiliyor. Nasıl ki toplumdan topluma, toplumsal cinsiyet kültürleri değişiklik gösteriyorsa, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve cinayetler de kültürlere göre farklılık gösterebilmektedir. Dünyanın her yerinde kadınlar çeşitli nedenlerle ve faillerce öldürülmektedirler. Bu cinayetlerden bir kısmı namus saikiyle işlenmektedir. Devletlerin de yargısız infazlarıyla karşılaşıyoruz. İran devleti, işlediği cinayetlere, idam kararı durdurulamazsa eğer, Lokran’ınkiyle bir yenisini daha ekleyecek. “İffetsiz” kadınlar mezarlığına dönüşen İran devleti bu haliyle devam ederse, kozmosu benzeri bir mantaliteden yorumlayan başka toplumlar ya da ülkeler için ileriki bir yüzyılda esin alınan bir arketip olarak varlığını koruyacak. O zaman da biz, üzerinde “Acımasız gerçeklere hoş geldiniz” yazısı bulunduran kapılarla daha çok karşılaşıyor olacağız, o kapıların ardından yükselen çığlıkları da daha bir duyar olacağız! Vicdanlarımızın sesini bastıran gürültülü sessizliğimize bir dur diyelim! Bu sessizlik, Zeynep Sekanvand Lokran için başlatılan imza kampanyasına katılarak bozulabilir mesela!

http://www.acileylem.org.tr/eylem-detay.php?q=251