“Umut bu itibarla nihayetinde pratik, militan bir duyudur; bayrak açar. Hele bir de güven çıkarsa umuttan, o zaman mutlak olarak olumlu hale gelmiş beklenti duyusu hazır ve nâzır demektir veya neredeyse öyledir; umutsuzluğun karşı kutbudur bu.”
Ernst Bloch, Umut İlkesi, cilt 1, çev. Tanıl Bora, s. 147.
2011 yılıydı sanırım, Kerem Ünüvar, “biri hayvan haklarına dair bir kitap getirdi, sen konuşur musun, aşağıda,” dedi. Gençten biri, 25 yaşlarında. Öyle tanıştık, Çetin ile. “Kitaba bakarım ama İletişim Yayınları Hayvan Hakları dizisini ilgisizlikten ötürü durdurdu,” dedim.
Kitabı okudum, sonra buluşup bir gün yemek yedik. Veganmış, Derikli. 20 yaşında PKK’ye katılmış. Üç yıl kamplarda kalmış, sonra bir gün dağda vegan olmuş!
Kitaba ilişkin eleştirilerimi söyledim. “Tanıdık yayınevleri ile konuşurum,” dedim. Kitabın uzun süren yayımlanma hikâyesi öyle başladı. Birkaç yayınevindeki arkadaşlarıma verdim kitabı. Süründü durdu, bunlardan biri “Bu hayvan hakları meselesi pek aklıma yatmadı,” deyince; “İyi de şimdi bastığın kitaplar da 20 yıl önce aklına yatmıyordu,” dedim kızgınlıkla.
Uzadıkça uzuyordu. Yıllar geçti. Çetin de sabırsızlanıyordu, umudumuzu kesmek üzereydik. En son Ayrıntı Yayınları’na vermiştik. Sonra bir gün Burhan Sönmez, Ayrıntı Yayınları’ndan kitabı basacaklarını haber verdi. Ve kitap basıldı. (Çetin Nerse, Hayvan Hakları, Ayrıntı Yayınları, 2016.)
Kitaptan çok Çetin’in hikâyesi ilgimi çekmişti benim. Kampta bir oğlak ile dostluk kurmuş Çetin:
“Sevimli, inatçı ve biraz da yaramaz bir arkadaşım vardı. Gerçi o vakitlerde türümün üyesi olmayan birçok arkadaşım vardı ama sanırım o ana dek hiçbirisiyle onunla kurduğum türden bir arkadaşlığım olmamıştı. Onu çok seviyordum. O da beni çok seviyordu. Beraber oyunlar oynar, doğa yürüyüşlerine çıkar, güneşli havalarda ağaçların gölgesinde yan yana çömelerek doğanın eşsiz güzelliklerini temaşa ederdik. Epey iyi vakit geçirirdik anlayacağınız. Bazen yanı başımda yemek yer, yanı başımda uyurdu bu arkadaşım.”
Ama kamptaki diğer arkadaşları ne yazık ki, bu oğlağa kötü davranırlarmış. Bu tür durumlarda oğlak, Çetin’i bulur arkasına saklanırmış. Velhasıl bir gün kampa gelen misafiri bahane edip Çetin’in itirazlarına rağmen, gözünün önünde oğlağı kesmişler!
Bu Çetin’in dönüşümü için bir dönüm noktası olmuş. O akşamki yemekte yaşadıklarını şöyle anlatmıştı:
“Akşam yemeği zamanı geldiğinde ve insan arkadaşlarımla yemek masasına geçip önümdeki tabaklara baktığımda, benim için bir dönüm noktası olarak nitelendirebileceğim bir an yaşandı; önümde duran tabağın içindeki pişmiş et parçalarına elimi uzatamıyordum, elim o etleri almak ve ağzıma götürmek için kımıldamıyordu, âdeta demir zincirlerle sıkıca bağlanmış gibiydi. Diyebilirim ki ellerimin varlığını hissetmiyordum. Çünkü beynim hercümerç olmuştu ve ellerime, harekete geçmesi yönünde herhangi bir direktif vermiyordu. Arkadaşımla yaşadıklarımız, onun yaşamının son anlarındaki sesi ve bakışları kafamı ve önümdeki tabağın içini işgal etmişti. Onun sesinden başka ses işitmiyor, onun bakışlarından başka bir şey görmüyor, onunla geçen anılarımızdan başka bir şeyi anımsamıyordum. Kafamın içinde yankılan bir ses bana o tabaktaki şeyin öldürülen arkadaşımın eti olduğunu habire anımsatırken, vicdanımın derinliklerinde yankılanan bir ses de bana ‘Sen öldürülen arkadaşının etini yiyemezsin,’ diyordu. Evet, ben öldürülen arkadaşımın etini yiyemezdim. Nasıl yiyebilirdim ki? O benim arkadaşımdı ve suçsuz yere öldürülmüştü, ona haksızlık yapılmıştı. Bu gerçeği yok sayarak nasıl olur da elimi tabağın içindeki ete uzatabilirdim ki, nasıl olur da boğazımdan geçerdi o et? Hayır, o eti yiyemezdim. Yemedim de. Ne o gün ne de sonraki günlerde, ne arkadaşımın türünden herhangi bir canlının ne de başka türlerden canlıların etini yemedim. Ve o günden itibaren uzun bir duygusal, düşünsel ve etik yolculuğa çıktım.”
Sonra dağdan inmiş Çetin. Belki bu onun şiddet ile de hesaplaşmasına yol açmış, şiddetin sıradanlaştığı bir coğrafyada.
İşte kitap da Çetin Nerse’nin bu “duygusal, düşünsel ve etik yolculuğu”nun ürünü. Bütün imkânsızlıklarına rağmen, oturup bu kitabı yazmaya karar vermiş ve yaşadığı bu değişimi paylaşması gerektiğini, diğer insanların da değişebileceğini düşünmüş.
Kitap bir “ahlâk” tartışması üzerinden yürüyor ve “insan”ı mercek altına alıp “insanın özünde iyi olduğu” gibi basmakalıp düşünceleri sorguluyor. İnsanmerkezciliğin tüm tek tanrılı din ve ideolojilerde merkezî bir yeri olduğundan hareketle bunun dinlerdeki kökenine işaret ediyor. İnsandışı türlerle olan ilişkimizi belirleyen bu köklü belirlenimin değişebilirliği de kitabın ele aldığı sorunlardan. Kitabı okuyun derim bu değişim yolculuğunu takip etmek için.
Çetin’in değişim hikâyesi beni çok etkiledi. Hayvan haklarına dair, insanların değişiminin pek de öyle modellemeler üzerinden olmayacağını, o anda “dünya”nın başka bir yerinde, üstelik şiddet koşulları içerisinde birinin pekâlâ bu değişimi yaşayabileceğini düşündürdü. Bunun için her şeyin dört dörtlük falan olması gerekmiyormuş yani. Değişime dair umudumu, inancımı tazeledi.
Sağ olasın Çetin!