Türkiye Avrupa Birliği’nin (AB) genişleme tarihinde benzeri olmayan bir üye adayı. 1959’daki ilk temas sonrasında yarım yüzyılı aşan son derece karmaşık, iki taraftan da kaynaklanan sorunlarla çok tahrip olmuş bir ilişkinin sonunda hâlâ aday. Bugün bu bitmez tükenmez adaylık mutsuz sona gelmiş dayanmış gibi görünüyor. 22 Kasım 2016 bu anlamda bir dönüm noktasına benziyor. Avrupa Parlamentosu (AP) genel kurulu oturumunda saatlerce görüşülen ve 24 Kasım’da neredeyse oybirliğiyle kabul edilen müzakereleri dondurma konusunda tavsiye kararı, yaptırımı olmasa da AB tarafının gelip dayandığı yeri faş ediyor.[1] Ama önce bu tuhaf ilişkinin yakın tarihine yakından bakalım.
Olumsuz gidişatın kısa hikâyesi
AB Aralık 2002’de, son koalisyon hükümetinin olumlu ve yapıcı icraatı sonucunda, Chirac-Schröder ikilisinin rızasıyla 2004 Aralık ayını işaret etmişti. İlk AKP Hükümeti’nin toplumun ve muhalefetin desteğini de alarak reformları sürdürmesi sayesinde, belirlenen tarihte son aşama olan katılım müzakerelerine başlama kararı almıştı. Karardan itibaren işler tersyüz oldu. AKP iktidarı AB ivmesi sayesinde yakaladığı istikrar ve uluslararası itibarı kendinden menkul bir başarı varsayıp sınırsız bir özgüvene tahvil etti. Uyum çalışmalarını öncelik olmaktan çıkararak mâlum maceralara atıldı. AB tarafında ise başta Sarkozy Fransası olmak üzere kuzey Avrupalı Hıristiyan Demokratlar, müstakbel üyeliğini hiçbir zaman sindiremedikleri Türkiye’nin üyeliğine karşı sistemli bir muhalefet sergilediler. Sonuçta ortaya bir çeşit gönülsüzler koalisyonu çıktı ve müzakereler 2006’dan itibaren teklemeye başladı.
2004’teki genişleme dalgası sonrasında, AB hukukunun parçası olan AB ile Türkiye arasındaki gümrük birliğinin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne teşmilinde yaşanan restleşme sonucunda, sekizi AB Konseyi altısı da Kıbrıs tarafından tek taraflı olmak üzere 14 faslın açılması engellendi. Bu 14 fasıl arasında Türkiye’nin sorunlu demokrasisini birebir ilgilendiren Adalet Özgürlük Güvenlik ve Yargı Temel Haklar fasıllarının olması uyum sürecine ciddi bir darbe vurdu. Diğer taraftan Batı’nın 2008’de başlayan ekonomik krizi, büyümekte olan, AB ve IMF çıpaları sayesinde makroekonomik dengelerini güçlendirmiş ve o sıralar doğrudan yabancı yatırım çekmeye başlamış Türkiye’yi çok etkilemedi. Ancak AKP iktidarı bu pozitif ayrışmayı yine Türkiye’ye has bir dinamik olarak okudu. Akamete uğrayan iki anayasa yazım teşebbüsü, 2010 anayasa değişikliği referandumu ile 2011 seçim zaferleri ve 2013’te Gezi ile 17/25 Aralık iddialarına verilen sert tepki AKP’nin AB norm, standart ve prensipleriyle negatif ayrışmasına önayak oldular. Sonuçta, 2014 başından itibaren müzakere eden aday ülke Türkiye, adaylara müzakere edebilmek için gereken Kopenhag Siyasî Kriteri’ne asgarî uyumun gerisine düştü. Bu uyumsuzluk başlarda “bizi anlayın ve olduğumuz gibi kabul edin” savunmasıyla bertaraf edilmeye çalışılırken 7 Haziran 2015 ve şimdi 15 Temmuz 2016 sonrasında bulunduğumuz yerde asgari diplomatik teamüllere bile aykırı tek taraflı bir meydan okumaya dönüşmüştür.
AB tarafının gidişata verdiği tepki ve tahlili
AB tarafı, yıllardır yokuş aşağıya giden ve genişleme tarihinde benzeri olmayan bu durum karşısında nasıl davranması gerektiğini bilemedi. Başlarda daima diplomatik dile sığınarak Türkiye’yi “doğru yola” davet etti, Ankara’nın Kopenhag Siyasî Kriteri’ne uymadığını ve dolayısıyla bir gözden geçirmeye ihtiyaç olduğunu bile bile ilişkiyi koparmamaya özen gösterdi. Oysa bugüne kadar hiç uygulanmamış olan ama her müzakere eden adayın Müzakere Çerçeve Belgesi’nde müzakerelerin dayandığı ilkeler başlığının beşinci maddesi şunu der: “Birliğin temelini oluşturan özgürlük, demokrasi, insan haklarına ve temel özgürlüklere tam saygı ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin Türkiye’de ciddi ve ısrarlı bir şekilde ihlal edilmesi durumunda, Komisyon, kendi tasarrufuyla veya Üye Devletlerin üçte birinin talebi üzerine, müzakerelerin askıya alınmasını önerebilir ve müzakerelerin tekrar başlaması için karşılanması gereken koşullara yönelik tekliflerde bulunabilir. Konsey, Türkiye’yi dinledikten sonra, müzakerelerin askıya alınıp alınmaması veya müzakerelerin yeniden başlaması için aranacak koşullarla ilgili bu tür bir öneriyi nitelikli çoğunluk esasına göre kararlaştıracaktır. Üye Devletler, Hükümetlerarası Konferans’taki genel oybirliği şartından bağımsız olarak Hükümetlerarası Konferans’ta Konsey kararına uygun olarak hareket edeceklerdir. Avrupa Parlamentosu’na bilgi verilecektir.”[2]
AB bu maddeyi uygulamaktan daima geri durdu. Son üç yılın resmî belge ve demeçlerinde hak ihlallerine ve eksiklere diplomatik dilin sertlik derecesini artırarak değinse de radikal bir tutum almaktan imtina etti. Bu alttan alma ısrarı Türkiye’de demokrat çevrelerde AB’nin dertlere deva olmayacağı düşüncesini pekiştirdi.
AB’nin “yatıştırıcı” tavrının iki nedeni olduğunu düşünüyorum. İlkin AB’nin siyasi teamülleri köprülerin atılmamasına özen gösterir, son dakikaya kadar diyalog, istişare ve pazarlık kapılarını açık tutar. Zira bilinir ki aksi halde bu, telafisi çok zor bir kopuşlara kadar gider. Yine de o sınırsız diyalog davetinin bir doğal sınırı vardır. Demokrasiler ile demokrasi fakiri ülkeler ortak bir hedefe sahip olmadıkları gibi aynı dili konuşmazlar. Bunun en bariz örneği AB ve genelde Batı’nın Kırım’ı gözünü kırpmadan işgal eden Moskova karşısındaki biçareliğidir.
Sürdürüldüğü varsayılan Ankara-AB diyalogunun ise nasıl iki monologdan ibaret olduğunu her gün işitiyoruz. AB alttan alsa dahi Ankara AB ile aynı yolda yürümeyeceğini hem uygulamada hem söylemde milim geri adım atmadan açıkça gösteriyor. Bugün bulunduğumuz kritik aşamada, her iki tarafta da “diyalog kanallarının açık tutulması” çağrısında bulunanlar var. Bu diyalogun fiiliyatta bir sağırlar diyalogu olduğunu ve hiçbir faydası olmadığını bilmek gerekiyor. Misalen 1963 Ankara Anlaşması döneminden miras önemli bir kurum olan Karma Parlamento Komisyonu –ki temel işlevi diyalogdur– 76. ve son toplantısını Ankara’da 19-20 Mart 2015’te yaptı! İkili veya AB kurumlarıyla istişarelerde taraflar yıllardır sadece kendi duruşlarını sergiliyor, ortak bir çalışma namevcut. AB’nin diyalog kanallarını muhafaza etme yaklaşımının Ankara’da herhangi bir karşılığı yok.
Diğer taraftan Ankara’nın vurdumduymazlığı AB’nin Genişleme Politikası’nın inandırıcılığını Balkanlardaki diğer adaylar nezdinde ciddi zedeliyor. AP Türkiye raportörü Kati Piri’nin artık Ankara’da “istenmeyen kişi” persona non grata olduğunu unutmayalım. En önemlisi, 24 Kasım’da AP’de alınan müzakereleri askıya alma konusunda tavsiye kararı ise son karar mercii olan AB Konseyi üzerinde büyük baskı oluşturacaktır. Uzun lafın kısası, Almanya’nın başını çektiği “illâ bitirmek istiyorsanız siz bitirin” tavrı sürdürülebilir değil.
Alttan almayı, ortada hiçbir gerçek diyalog zemini olmadığını bile bile sürdürmenin ardında AB’nin vahim bir çıkar hesabı yatıyor. İkinci neden de tam bu. AB artık yapısal bir hal almış olan hukukdışılığı ve yaygın hak ihlallerini “müzakere eden aday ülke” Türkiye ile yukarıda verdiğim mevzuata uygun biçimde masaya yatırmıyorsa bunun ardında Türkiye’nin böylece üyelikten tamamen uzaklaşmasından duyduğu memnuniyet yatıyor. AB misalen Suudî Arabistan’a nasıl hak ihlalleri veya demokrasi zaafları konusunda ikazda bulunmuyorsa, gözünde bir üçüncü ülke haline gelmiş Türkiye’ye de son AP tavsiye kararına kadar, hiçbir ciddi ikazda bulunmadı. Asla içine sindiremediği “AB Üye Devleti” olasılığının böylece ortadan kalkmasını izlemek AB kurumları ve devletlerinin ataletinin esas nedenidir. Üye olmayacak bir ülkeyle sadece ekonomik ilişkilerin sürdürülecek olması ise herkesin işine geliyor. Ama aşağıda göreceğimiz gibi bu da kolay değil.
Nitekim AB’nin Türkiye ile olan ilişkisini epeyidir üyelik müzakereleri zemininde götürmediğini bilmek gerekir. Bu yönde alametler epeydir birikti; dört örnekle yetinelim. AB’nin Hollanda, Slovakya ve Malta dönem başkanlıklarına tekabül eden 1 Ocak 2016-30 Haziran 2017 arasını kapsayan 18 aylık iş planının genişleme başlığında Türkiye zikredilmez.[3] İkincisi, 2015 yılı sonunda Türkiye ile kotarılan “Mülteci Anlaşması” AB müktesebatının iltica konularındaki mevzuatı zemininde değil ad hoc bir al-ver zemininde düşünüldü. Üçüncüsü 14 Kasım 2016 AB Dışişleri Konseyi’nden çıkan Türkiye ile ilgili Ortak Tutum Belgesi’nde, kötü siyasi gidişata yöneltilen eleştirilerin sonunda yapılan çağrı, müzakerelere devam çağrısı değil içi boşalmış “siyasî diyalog” çağrısıydı. Dördüncüsü, Avrupa Komisyonu’nda çoktandır Türkiye’nin muhatabı, üçüncü ülkelerle uğraşan Dışpolitika Temsilcisi Federica Mogherini, 2004’ten bu yana olduğu gibi Genişleme Politikası’nın şimdiki temsilcisi Johannes Hahn değil.
Müzakerelere Türkiye tarafından bakacak olursak hali hazırda “kağıt üzerinde” müzakere edilen 15 fasılda yapılan uyum çalışmaları son İlerleme Raporu’nda belirtildiği gibi tamamen yetersiz. Pek çok mevzuatta (misalen Merkez Bankası özerkliği) geriye gidiş söz konusu. Ankara bu ipin ucunu çoktan bıraktı, kimi bakanlık ve kurumda aktif AB uyum birimi bile kalmadı. Peş peşe AB programlarından çıkılıyor. Katılım Öncesi Araç uyarınca projelendirilmesi gereken mali kaynaklar proje üretilemediği için kullanılmıyor, bütçelendirilmiş olanlar Brüksel’de sanki yeni kaynakmış gibi Mülteci Anlaşması’na kaydırılıyor.
İlişki bundan sonra nereye gider
Bu veriler ışığında ilişki bundan böyle nereye doğru gider?
Ara sıra işittiğimiz ve özellikle Alman siyasetçilerden gelen siyasî diyalogla sorun çözme çağrılarını artık ciddiye almak mümkün değil. Bunlar kulağa hoş gelen boş lakırdılar, geçelim.
AB tarafının “kırmızıçizgi” olarak belirlediği, buna mukabil iktidarın “milletin talep ettiği” idam cezasının geri gelmesi ilişkiyi aslında tarafları memnun edecek şekilde sonlandırma potansiyeli taşıyor. Bu, en “zahmetsiz” senaryo.
Diğer beklenti iyice şirazesinden çıkmış olan vize muafiyeti meselesi. Ankara bu konuda AB tarafına 31 Aralık 2016’ya kadar süre verdiğini, eğer gerçekleşmezse – ki gerçekleşmeyecek, Mülteci Anlaşması’nı feshedeceğini söylüyor. AB tarafı bu resti çoktandır sindirdi, böyle bir tepki sadece kopuşu hızlandırır, zira AB-Türkiye ilişkisinin son pamuk ipliklerinden biri bu anlaşma.
AB mekanizmalarına vakıf olmayan kimi yorumcu Kıbrıs’ta bulunması beklenen federal çözümün Kıbrıs Cumhuriyeti bağlantılı 14 müzakere faslının önünü açacağını varsayıyor. Daha şimdiden Montreux müzakerelerinin başarısızlıkla sonuçlanması, bu tıkanma atlatılsa dahi federal çözümün onayı için her iki tarafta yapılacak referandumun KKTC’de hüsranla sonuçlanması olasılığı, Kıbrıs’a bel bağlanamayacağını gösteriyor. Çözüm bulunsa dahi Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin, gayridemokratik uygulamalar nedeniyle ve Kıbrıs’ta bulunacak çözüm Türkiye’yi demokratikleştirmeye yetmeyeceğinden, artık bitirilmesi gerektiğini yüksek sesle söyleyen Avusturya’nın tek başına fasıl açılmasını engelleyeceğini bilmek gerekiyor.
Son olarak iktidarın en yetkili ağızlarından AB üyeliğini “millete sorma” arzusunu biliyoruz. Referandumun sonucunun olumsuz olma ihtimali yüksek olsa da başkanlık referandumu nedeniyle organize edilmesi kolay durmuyor. Ancak iktidar “milletine” sormadan dahi böyle bir karar alabilir.
Geriye kalıyor yegâne elle tutulur ilişki olan ama yürürlüğe girmesinden 21 yıl sonra epey köhnemiş ve artık üyelikle taçlanmayacağı anlaşılmış olan gümrük birliğinin gözden geçirilmesi. Taraflar bununla yetinmeye hazır. Ne var ki Türkiye’deki yaygın hukukdışılık gümrük birliğinin gözden geçirilmesini ve başka her ekonomik ortaklığı olumsuz etkileme potansiyeline sahip. Çığ gibi büyümekte olan ekonomik istikrarsızlık krize dönüşürse, hukukdışı uygulamalar artar ve sağlıklı bir ekonomik ortaklığı engeller.
Son olarak, yıllardır tarayan ve artık tamamen tutmaz hale gelen AB çıpasının zaten tökezlemiş olan ekonomik dengelere olacak olumsuz etkisini bir kenara not edip altını çizmek gerekiyor. Mali piyasalara bakarsak, 24 Kasım 2016 öğleden sonra, AP’nin müzakereleri askıya alma konusunda tavsiye kararı Türkiye’nin AB ilişkisinin bittiğinin ön işareti olarak algılandı ve ortalık altüst oldu. Daha uzun vadede AB pazarı 2015’te 61.607 milyar avroyla Türkiye’nin ihracatının yüzde 44’ünü oluşturuyordu. Birlik Türkiye’nin açık ara bir numaralı ithalat ve ihracat ortağı, toplam doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının hem stok hem yıllık bazda % 65-70’inin kaynağıdır. Bülent Danışoğlu AB’nin ekonomik öneminin altını çiziyor: “2016 yılında AB hariç, bütün ülke gruplarına yapılan ihracatın gerilediğini de belirtmek lazım. İlk 9 ayda AB ülkelerine yapılan ihracat yüzde 8 artarken, Bağımsız Devletler Topluluğu’na yapılan ihracat yüzde 31, Ortadoğu ülkelerine yapılan ihracat yüzde 6 azalmış. Türkiye’nin dış ticaretinde AB’nin önemi sadece en büyük ihracat pazarı ve ithalat kaynağı olmasından gelmiyor. AB aynı zamanda ihracatın ithalatı karşılama oranını da yükselterek, dış ticaret açığını küçültüyor.”[4] Doğrudan ekonomik ilişkinin aldığı ve giderek alacağı vahim yaralara ilâveten üçüncü ülkelerden gelecek yatırımların da tehlikede olduğunu hatırlatalım. Seyfettin Gürsel son T24 makalelerinde ekonomik ilişkide tehlikeli gidişatı irdeledikten sonra bu gidişattan endişelenen ama iktidar çevresinde kimsenin dikkate almadığı Mehmet Şimşek’in ikazlarına yer veriyor: “Bana ister katılın ister katılmayın, AB’den kopmuş bir Türkiye’nin dünya algısı Üçüncü Dünya ülkesidir… Japonya’ya gittim en çok gelen soru ‘Türkiye AB’den kopacak mı? Koparsanız biz uğramayız’ diyorlar…AB konusu çok net. Kendi menfaatimiz gereği AB ile ilişkileri götürmemiz lazım.”
Şimşek’in çırpınışlarının “yüksek siyasette” bir karşılığı yok; vakit artık çok geç.