Güney Afrikalı ünlü gazeteci Justice Malala 2015 yılında yayımladığı kitabına şu sözlerle başlıyordu: “Çok kızgınım! Çok öfkeliyim. Çünkü bunun bizde de olabileceğini hiç düşünmemiştim.” Ve devam ediyordu. “Ne olursa olsun, biz Mandela’nın çocuklarıyız. İşler buraya nasıl geldi?” Malala bu şekilde yakınan entelektüel, gazeteci, yazar, akademisyen yahut siyasetçilerden sadece biri. Aslında son zamanlarda Güney Afrika’da herhangi bir kitapçıya girdiğinizde en çok satanlar listelerinde sizi ‘Güney Afrika nasıl kurtulur?’ reçeteleri karşılıyor. Nedensellik ve sonuç ilişkilerini her yazar/yorumcu kendisine göre kursa da, hepsi ortak bir noktada buluşuyor: Yirmi yıllık bir demokrasi deneyiminden sonra, Güney Afrika yokuş aşağı yuvarlanmaya başladı bile.
Oysa bugünden sadece on beş-yirmi yıl önce bütün dünya Güney Afrika’ya övgüler diziyordu. Apartayd Rejimi’ni dize getirmiş olan özgürlük hareketi Afrika Ulusal Kongresi (ANC), diğer demokratik bileşenlerle iktidara gelmeyi başarmış, dünyanın diğer yanındaki ezilenlere mücadele dersi vermişlerdi. Mandela’nın karizmatik kişiliği etrafında ve liderlik şemsiyesi altında Güney Afrika yeniden doğmuştu. Uluslararası etkilerinin yanı sıra, en çok da diğer Afrika ülkeleri için bir umut olmuş, imrenilerek bakılan bir ülke haline gelmişti. Şimdi ise, Jacob Zuma’nın önderliği altında, hem yolsuzluklarla boğuşan hem de öğrenci protestoları nedeniyle eğitim/öğretim sistemi kimi şehirlerde sekteye uğramış bir ülke haline geldi. Bugün Güney Afrika’yı ziyaret ettiğinizde gördüğünüz manzara karşısında acaba Apartayd gerçekten bitti mi diye sorabilirsiniz kendinize. Siyahlar ve beyazlar arasındaki görünmez sınırlar hâlâ baki ve giderek derinleşen eşitsizlik toplumun belli kesiminde ciddi bir hareketlenmeye neden oluyor. Bunun yanı sıra, genel kanı, Mandela’nın uzlaştırıcı etkisinin yavaş yavaş kaybolduğu ve yirmi yıl önceki barış sürecinde halının altına süpürdüğü veya görmezden geldiği sorunların yavaş yavaş, belki daha da büyümüş şekilde, su yüzüne çıktığı. Gazeteci Alec Russel’ın da belirttiği gibi, Afrika Ulusal Kongresi artık bir özgürlük hareketi olmaktan çıktı ve tipik bir iktidar partisi gibi davranmaya başladı. Birçoklarının aklından geçip de dillendiremediğini Russel açıkça söylüyor: Güney Afrika ikinci varoluş mücadelesine hazırlanıyor.
Güney Afrika Modeli
Güney Afrika’daki barış süreci, özellikle, ırkçılığın en vahşi haline bile karşı mücadele edip bundan demokratik ve uzlaşmacı bir akıl doğurulabileceğini göstermesiyle, anlaşmazlık çözümü ve barış süreçleri çalışmalarında başvurulan en önemli örneklerden biri oldu. Sonrasında, tüm dünyaya karizmatik bir liderin barış süreci ve sonrasında ne kadar önemli bir rol oynayabileceğini gösterdi. İntikam ve hatta adalet isteğinin, bütün bir ülkenin geleceği için geri plana itilebileceğini ve yeniden başlamak için bazen affetmenin her şeyden daha çok gerekli olduğunu ortaya çıkardı. Örneğin hakikat komisyonları gibi yapılanmalar derslerde okuttuğumuzda hâlâ öğrencilerin en çok ilgisini çeken konulardan biri. Güney Afrika, “barış”, “adalet” veyahut “eşitlik” gibi, herkesin tanımını bildiğini varsaydığımız kavramları bile saatlerce tartışabildiğimiz bir malzeme sunuyor bize.
De Klerk’in seçilmesi ve daha sonra Mandela’nın serbest bırakılmasıyla başlayan demokratikleşme sürecinde aslında hâlâ anlatılmayan ya da tam anlaşılamamış müzakere hikâyeleri var. Özellikle İngiltere’de gerçekleştirilen gizli görüşmelerle ilgili kitaplar yazılıp filmler çekilse de, iki tarafın nasıl uzlaşmaya vardığı çok bilinmeyenli bir denklem olmaya devam ediyor. Örneğin Allister Sparks’ın Tomorrow is Another Country kitabı müzakerelere giden süreci çok iyi anlatıyor. Ya da Robert Harvey’in Apartayd Rejimi’nin düşüşü üzerine yazdığı kitabın uyarlaması olan İngiliz yapımı Endgame filmi çok ilginç detaylar içeriyor. Oysa, Güney Afrika’da yaptığım alan çalışmasından anladığım bir şey var: Bazı şeyler devlet sırrı, bazılarıysa adının anılmasını istemeyen kişilerin torunlarına anlattığı hikâyelerde saklı. O zamanların istihbarat şefi Neil Barnard’ın kendi kitabında bile söylenmeyen sözler var.
Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor: Mandela olmasaydı barış sürecinin nasıl olabileceğini tahayyül edebilecek çok az insan var. Elbette uluslararası siyasi ortam hem ANC’yi hem de iktidar partisini kaçınılmaz bir şekilde görüşmelere zorlamıştı. Küba’nın desteği karşısında Güney Afrika’nın Angola’da etkisini kaybetmesi, Namibia’nın özgürlüğünü kazanması, Soğuk Savaş’ın sona eriyor olması, Mandela’nın serbest bırakılması için dünyanın her tarafından gelen baskılar ve elbette ki yaptırımlar. Bütün bunlara bakınca, her iki tarafın da müzakere etmeye kısa vadede zaten mecbur kalacağını söyleyebiliriz. Lakin, Mandela gibi bir liderin kanatları altında yapılan barış görüşmeleri belki de Güney Afrika’nın Rodezya’ya benzer bir yola girmesini engelledi. Cape Town ve Johannesburg’daki alan çalışmam sırasında Mandela ile birebir çalışmış kişilerle görüştüm. Hem anayasanın hazırlanması esnasında çalışmış olan komisyon üyeleriyle hem de Mandela’nın gençlik döneminde siyasi çalışmalarında ona yoldaşlık etmiş kişilerle mülakatlar yaptım. Bu görüşmeler sonucunda, Mandela’nın John Carlin’in kitaplarında bahsedilen o romantize edilmiş, büyüleyici ve karizmatik liderden farklı olmadığını anladım. Yalnız sıklıkla duyduğum ve aslında duymayı beklemediğim şeyler de vardı.
Örneğin, müzakerelerde aktif görev almış bir akademisyen şöyle diyordu: Liderlik önemli ama etkisi bir yere kadar. Mandela umut sembolleri yarattı ve bu sembolleri müzakereler sonrasında gerçek umutlara dönüştürdü. O bütün bir ulusu buna inandırabilecek bir adamdı. Kendi rolünü oynadı. Ama bu umutları yeterince kurumsallaştıramadı. Mandela sonrası dönemde ise bu kurumsallaşamamanın etkileri kendisini göstermeye başladı. Başka bir görüş ise, Mandela’nın müzakereler sırasında barışı ön plana alıp adaleti ikinci plana itmesinin uzun vadede problemlere yol açtığıydı. Araştırmalarım gösteriyor ki, özellikle yeni kuşak siyahlar kendilerini kandırılmış hissediyor. Müzakerelerin sonunda siyahların sadece siyasi haklarını geri almakta başarılı olabildiği, buna karşılık ekonomik ve sosyal adaletin sağlanamadığı düşünülüyor. Mülakatçılarımdan biri o zamanlar Mandela’nın bir devlet adamı olarak en doğru kararı verdiğini, örneğin toprak reformu gibi bir maddenin tartışılmasının bile De Klerk hükümetine geri adım attıracağını söylüyor. İşte o günlerde yeterince tartışılmayan, sorun çıkarmaması için göz ardı edilen konular bugün Güney Afrika’da birer birer su yüzüne çıkıyor.
Protestolar, Yolsuzluk ve Giderek Büyüyen Irkçılık
Güney Afrika’ya ilk ziyaretimde Stellenbosch Üniversitesi’ndeki protestolar karşılamıştı beni. Tam bir yıl sonra yeniden üç aylığına yaptığım araştırma ziyaretinde yine aynı şeyi gördüm.[i] Sanki aradan bir yıl geçmemişti. Öğrenciler dersleri boykot ediyor, üniversiteye ait kamu araçlarını yakıyor, kampüste bulunan ve aparthayd yadigârı “beyaz adam” heykellerine ANC’nın Winnie Mandela etkisindeyken uyguladığı yöntem olan necklacing yapılıyor, yani bir tekerlek cezalandırılacak kişinin boynuna geçiriliyor ve yakılıyor; öğrenciler hem yeni hem de ANC’nin kuruluş yıllarına dair sloganlarla yeri göğü inletiyordu. Kwazulu-Natal ve diğer bölgelerde üniversite kütüphaneleri ateşe verilmişti ve molotofkokteyli ile yapılan saldırılarda üniversitelerin diğer binalarında yangın çıkmıştı. Bu yüzden araştırma görevlisi olduğum Stellenbosch Üniversitesi’nde hiçbir binaya polis veya özel güvenlik kontrolünden geçmeden giremiyorduk. Kütüphanenin çevresi ise dikenli tellerle kapatılmıştı. Johannesburg Üniversitesi’nde yapacağım konuşma ise can güvenliğimi sağlayamayacakları nedeniyle iptal edilmişti. Elbette öğrenci protestolarına hükümet polis şiddetiyle karşılık veriyordu. Çıkan arbedede birçok öğrenci yaralanmış, hatta plastik mermiyle vurulmuştu.
Peki neden şiddet içeren öğrenci protestoları tüm ülkeyi kaplamıştı? Aparthayd’ın sona ermesinden beri gelmiş geçmiş en büyük öğrenci protestolarına şahit oluyordum. Bir yıldan uzun bir sürede, protestoların maliyeti 40-50 milyon doları bulmuştu ve de yükseköğretim bazı üniversitelerde tamamen felç olmuştu. İlk protesto dalgası 2015 yılında üniversite harçlarının artışına tepki olarak doğmuştu. #FeesMustFall adıyla başlayan protesto etkinlikleri çığ gibi büyüdü. Sebep harçlardaki artış gibi görünse de asıl neden ekonomik eşitsizliklerin günbegün daha da çekilmez hale gelmesiydi. Aparthayd’ı yaşamamış koca bir kuşak şimdiki haline bakıyor ve çoğunluk olduğu bir ülkede, bir özgürlük mücadelesi sonucunda kazanılmış haklarını yeterli bulmuyordu. Sınıfsal olarak “ezilen halk” olmanın ötesine geçilememişti. Zuma’nın geçici bir çözüm olarak önerdiği zam artışını durdurma konusu 2017 için yeniden gündeme geldi ve zam yapılması kararlaştırıldı. Öğrenciler harçların tamamen kalkmasını ve sınıflar arasındaki eşitsizliklerin yeniden üretilmemesini talep ediyor. Ama aynı zamanda üniversite yönetimleri de harçlar olmadan üniversitelerin devletten aldıkları yardımların asla eğitim-öğretimi devam ettirmelerine yetmeyeceğini söylüyor.
Tahmin edilebileceği gibi protestolar kısa zamanda yeni kuşağın Afrika Ulusal Kongresi’nden (ANC) memnuniyetsizliklerinin bir nevi dışavurumu oldu. 1994’ten beri süregelen eşitsizlik, işsizlik ve yolsuzlukla mücadelede pasif kalınması protesto edilen konuların başında geliyor. Mandela sonrası dönemde yeni bir siyahi burjuva kesimi oluştu ve toplumun geniş kitleleri yine sınıfsal olarak dezavantajlı konumda bırakıldı. Moeletsi Mbeki ve Nobantu Mbeki’nin de Sosyal Değişim için bir Manifesto: Güney Afrika Nasıl Kurtulur? isimli kitaplarında belirtikleri gibi, “Artık Güney Afrika’da siyah kardeşlerinin sefaletinden yine siyah kardeşleri sorumlu.” Siyahlar arasında da giderek büyüyen bir eşitsizlik söz konusu. Güney Afrika bugün 168 dünya ülkesi arasında yolsuzluk listelerinde üst sıralarda yer alıyor. İşte bu yüzden yazarlar şöyle diyor: Afrika Ulusal Kongresi şu anda kendisine oy veren halkla bir çatışma içerisinde. Ve benim çalışmalarım gösteriyor ki bu çatışma giderek daha radikal partilere desteği artırıyor, örneğin Ekonomik Özgürlük Savaşçıları (Economic Freedom Fighters –EFF) gibi.
Daha önce ANC’nin silahlı mücadelesinde bulunmuş, daha sonra da anayasa komisyonunda yer almış bir görüşmecinin bana söylediğine göre yeni kuşak, Mandela ve diğer müzakerecilerin konsensüsü bozmamak için siyahların haklarından çok tavizler verdiklerini ve yeni bir mücadelenin gerekli olduğunu savunuyor. “Öğrenciler ANC’nin savaş zamanında bile kullanmadığı taktikleri kullanıyor,” diyor. Aslında özgürlük mücadelesine biraz özlem var, biraz da hem yönetimdekilerle hem de “beyazlarla” bir türlü üstesinden gelemedikleri problemleri var. Daha önce Komünist Parti üyesi olan ve Aparthayd öncesi silahlı mücadele içerisinde yer almış, şu anda da bir üniversitede profesör olan bir görüşmeci ise, öğrencileri haklı bulduğunu söylüyor: “Bir çeşit ruh hali içindeler, 70’lerdeki gibi… Ama ne istediklerini tam olarak ifade edemiyorlar. Daha fazla şiddet kullanmaları da mümkün…”
Başka bir genel kanı ise öğrencilerin çoğunun EFF ile bağlantılı olduğu. 2013’te ANC’den ihraç edilen ve eskiden ANC’nin gençlik kolları sorumlusu Julius Malema tarafından kurulan bu parti giderek daha çok güçleniyor. Eskiden rejim karşıtı sol hareketlerin içerisinde yer almış “beyazlar” bile, Malema’ya ırkçı söylemleri olmasa oy verebileceklerini belirttiler. Malema, Marksizm ile Fanoncu bir yaklaşımı harmanlıyor ve meclisteki diğer partilerin kapitalist düzene ayak uydurduğunu, bunu yaparken de siyahların haklarını ayaklar altına aldığını savunuyor. Elbette, eskilerin özgürlük hareketi, şimdiki zamanların ise iktidar partisi ANC eleştiri oklarının en çok isabet ettiği parti. İşçi hakları, Güney Afrika’daki maden endüstrisinin halkın fakirleşmesine katkıları, özel mülkiyetin eşitsizlik ve adaletsizliği gibi konular seçim konuşmalarında öne çıkıyor. Çoğu zaman Malema’nın açıklamaları propaganda niteliği taşısa da, birçokları için karşı-ırkçılık içeren ifadelerle dolu. Afişlerinde sık sık “Beyazlar! Balayı bitti”, “Bir devrimci nefretle motive olan soğuk bir öldürme makinasına dönüşmelidir”, “Biz iç savaşa hazırız”, “Çiftçiyi öldür, toprağı al!”, “Beyazlar! Sizin için geliyoruz!” gibi sloganlar kullanılıyor. Şu anda aldıkları destek %10’un altında gibi görünse de, yerel seçimlerinde çok ciddi başarılar elde ettiler. Bu da Güney Afrika’da ANC için dengelerin değişebileceğine işaret.
Bütün bunlar yaşanırken, ülkede %9 oranında olan “beyazlar” ise yavaş yavaş ülkeyi terk etme planları yapıyor. Özellikle Aparthayd sonrası kuşak kendilerini “beyazlara ayrım yapılan” bir ülkede hissettiklerini söylüyor. Örneğin, görüştüğüm genç bir doktora öğrencisi, “Ülkemi seviyorum ama burada kalamam, doğacak çocuklarıma bunu yapamam,” diyordu. Birçok beyaz genç, çok iyi eğitim almış olmalarına rağmen iş bulmakta çok zorlandıklarını söylüyor. İngiltere, Avustralya, Amerika ve diğer Avrupa ülkelerine kısa ve uzun süreli göçler oluyor. Görüştüğüm bir iş kadını şöyle söyledi: “Her şeyimi sattım. Bir bavula sığarak ertesi gün kaçabilecek gibi yaşıyorum… Rodezya’da ne oldu hepimiz biliyoruz.” Her ne kadar bu hislerin paranoya olabileceğini düşünsem de, böyle düşüncelerin Aparthayd’ın düşüşünden yirmi yıl sonra hâlâ dolaşımda olmasını ilginç buluyorum. Ne olursa olsun Güney Afrika’da hâlâ yürürlükte olan ve neredeyse kusursuz hazırlanmış bir anayasa ve de kamu düzenini demokratik prensipler ışığında sağlamaya çalışan birçok kurum var (örneğin Public Protector). Güney Afrika buhranlı bir dönemden geçiyor ve şiddetli çatışmalar eşliğinde fakat şiddetsiz bir şekilde düzlüğe çıkacak.
Geçtiğimiz ay, üniversitelerin yaz tatiline girmesiyle beraber başka konular gündemi meşgul etti. Bunlardan biri Malema’nın “Beyazları şimdilik öldürmeyeceğiz,” açıklamasıydı. Bir diğeri ise Zuma hakkındaki yolsuzluk raporu. Public Protector (Kamu Denetçisi) tarafından hazırlanan “devletin ele geçirilmesi” raporu, Zuma’nın ve iyi ilişkide olduğu Hint kökenli Gupta ailesinin Güney Afrika’daki gelir kaynaklarının çok büyük bir kısmına sahip veya hakim olduğunu gösteriyor. Rapor, aynı zamanda, Zuma’nın devletin kaynaklarını kendi çıkarları için kullandığını da iddia ediyor. Zuma’yı anlamak için belki de okunması gereken ilk kitap R W Johnson’un How Long Will South Africa Survive kitabı. Geldiği yerden hep daha fazlasını isteyen, ANC’de bile parti başkanı seçilmesinin yarattığı etkiler henüz geçmemişken bu kadar yükselmesinin arka planı anlamaya değer. Zuma bu raporun mahkeme kararıyla su yüzüne çıkmasını engellemeye çalıştı ama başarılı olamadı. Bu açıklamalardan sonra Güney Afrika’yı zor bir demokrasi sınavı bekliyor. Economist dergisine göre bu rapor Zuma’nın düşüşünü başlattı.
Zuma zaten daha önce defalarca başka suçlamalarla da gündeme gelmişti. Örneğin, bir kadın Zuma tarafından tacize uğradığını kamuoyuyla paylaşmış ve 2000’li yılların ilk yarısında bu konu ziyadesiyle tartışılmıştı. Gazete başlıklarını fazlasıyla işgal eden -ve aslında suçlayan kişiden çok Zuma üzerine odaklanan- bir mahkeme sürecinin ardından da suçsuz bulunmuştu. Ne tesadüftür ki bu suçlamaları yapan kişi daha sonra Avrupa’da sığınma hakkına başvurmuştu. Akademisyen Pumla Dineo Gqola’nin Tecavüz: Bir Güney Afrika Kâbusu kitabi hem Zuma davasını hem de genel olarak Güney Afrika’nın en büyük problemlerinden biri olan tecavüz gibi konular için çok aydınlatıcı bir kaynak. Pumla, tecavüzün Güney Afrika toplumunda nasıl “kabul edilebilir” hale getirildiğini, cezasızlık neticesinde birçok kadının polise şikâyette bile bulunmadığını ve Zuma davasının bütün bunlar üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu anlatıyor. Bu dava hem toplumun tecavüz gibi konulara genel yaklaşımını ortaya koydu hem de sorunun ne kadar derinlerde aranması gerektiğini gösterdi. Zuma’nın böyle bir skandaldan sonra bile yerinde kalarak konumunu güçlendirmesi ise ayrı bir tartışma konusu. Son olarak şu söylenebilir: Aradan on yıl geçmesine rağmen bu konuda bir gelişme söz konusu değil. Yılda kırk binden fazla tecavüz vakası istatistiklere geçiyor, rapor edilmeyen vakalar olduğunu da tahmin etmek güç değil. Bir zamanların en önde gelen özgürlük hareketlerinden birinin lideri hem cinsiyetçilik hem de yolsuzluk sembolü olarak Güney Afrika'yı uluslararası manşetlere taşıyor.
Yine Moeletsi Mbeki ve Nobantu Mbeki’nin kitabından bir alıntıyla bitireyim: “Aparthayd döneminde kazanan ve kaybedenler belliydi. Post-aparthayd döneminde ise kazanan ve kaybeden kavramları tartışmaya açıldı.” Yazarların araştırması gösteriyor ki, ekonomik ve sınıfsal perspektiften baktığımızda her iki dönemin de kaybedenleri arasında çok büyük bir örtüşme var. İşte bütün mesele de burada.
Kaynaklar
John Carlin (2013). Knowing Mandela. Atlantic Books.
Moeletsi Mbeki and Nobantu Mbeki (2016). A Manifesto for Social Change: How to Save South Africa. Picador Africa.
R. W. Johnson (2015). How Long Will South Africa Survive? The Looming Crisis. Jonathan Ball Publishers.
Niel Barnard (2015). Secret Revolution: Memoirs of a Spy Boss. NB Publishers.
Allister Sparks (1995). Tomorrow is Another Country: The Inside Story of South Africa’s Negotiated Settlement. Jonathan Ball Publishers.
Alec Russell (2009). After Mandela: The Battle for the Soul of South Africa. Windmill Books.
Justice Malala (2015). We have now begun our descent: How to stop South Africa losing its way. Jonathan Ball Publishers.
[i] İlk ziyaretimi Kasım-Aralık 2015’te gerçekleştirdim. İkinci ziyaretim ise Eylül-Aralık 2016’ydı. İkinci ziyaretimde araştırma projem National Research Foundation (NRF) of South Africa tarafından fonlandı. Konuk araştırmacı olduğum Stellenbosch Üniversitesi’ne ve de NRF’e teşekkür ederim.