Meclis, Anayasa değişikliği görüşmelerine başlıyor. Değişiklikler “Başkanlık sistemi” getiriyor ve doğal olarak tartışmaların merkezinde “Başkanlık”ın mucizevi faydaları yer alıyor. Bugüne kadar emek verilen anayasa tartışmalarında “demokrasi” ve “temel hak özgürlükler” kavramları hep merkezde olurdu. Keşke, “O bunu dedi, bu şunu yaptı” demeden “Çözüm Süreci”ni, dillere ve dinlere özgürlüğü konuşabilsek ve keşke “merkezi güçlendirmek” yerine, yerel yönetimleri güçlendirmeyi anayasal güvenceye kavuşturabilsek.
Cumhur veya devlet başkanı da denilse, yasama ve yargıyı kendine bağlayan “başkan”, en hafifinden “otorite” sahibi olur. Otorite sahibi olan “kuvvet ve keramet sahibi” olarak görülür, gösterilir. “Keramet sahibi”nden mucize beklemek pek tabiidir. Yeter ki seçmenin çoğu buna inandırılsın. Keşke “kuvvet ve keramet” sahibine “ihtiyaç” hissettiren şiddet bataklığı içinde olmasak, korkular esir almasa aklımızı ve vicdanımızı!
Ama hepten olumsuz görmemek gerek. “Vesayet rejimi”nin sona ereceği müjdesi veriliyor önergeyi savunanlar tarafından. Yalnız, “Yeni Anayasa (!)” için önerilen on sekiz madde arasında “Milli Güvenlik Kurulu”nun kaldırılması gibi bir öneri yok. Oysa bu kurul “askerî vesayet”in ta kendisidir. Öneriler; “Seçilmiş Sivil Vasi“ ile “Atanmış Askerler Vesayeti”nin birlik ve beraberlik rejimine götürür mü? Öyle ise, bu bir rejim değişikliği değil, Cumhuriyet kuruculuğunun aslına dönüş olur: Askeri arkasına almış “Tek Adam”lı yapıya dönüş!
Bu yapı; halkın, seçmenin, çoğunluğun zaferinden önce, “Yüz Yıllık İttihatçı Zihniyet” inşasının eseri ve “zafer”i olur.
“Be hey Allah’ın kulu, dediğini deyip durma! Neymiş efendim, yüz yıldır İttihatçı Zihniyet egemenliği varmış! Hiç yüz yıl boyunca bir anlayış bir toplumda varlığını sürdürebilir mi? Hem de en baskın anlayış olarak!
Tepkiniz böyle ise, sabredin, aşağıdaki yüz yıllık, dili sadeleştirilmiş satırları okuyun, siz karar verin. Tarihleri değiştirin, isimleri değiştirin, aynı oyunun bugün de sahnelendiğini göreceksiniz. Evet, kostümler farklı, ama replikler tıpatıp aynı. Evvel zaman içinde diye başlıyor yüz yıllık “İttihatçı masal”.
Sopası Benden, Oyları Senden
Dünyada ilk ve tek “egemen sınıf devrimi”, İttihat ve Terakki’nin Selanik’te üslenmiş “asker” kolunun “1908 Meşrutiyet Devrimi”dir. Egemen sınıf (İslâm millet askerleri eliyle) Osmanlı ülkesine “özgürlük” getirir!
Bugün sağcısı, solcusu şişirmeye devam etse de, o günkü İttihat’ın “devrimci” balonu çabuk söner ve Şubat 1912’de yapılan ünlü “Sopalı Seçimler”den sonra, İttihatçılar Meclis’te büyük çoğunluk sağlar. Sıra İttihatçı saltanatını mutlaklaştırmaya, Meşrutiyet’in (anayasal düzen) bütün kazanımlarını yok etmeye gelmiştir. Bu amaçla 9 Mayıs 1328 (22 Mayıs 1912) günü İttihatçı hükümet Meclis’e Toplantı Kanunu’nun değiştirilmesine ilişkin şu yasa tasarısı ile gelir (bkz: www.tbmm.gov.tr/kutuphane/tutanak):
“Açık yerlerde yapılacak toplantıları ülkenin huzur ve sükûnunu korumak için hükümet yasaklayabilir. Bu yasa, yayınlandığı tarihten başlayarak yürürlüktedir. Bu yasanın uygulanmasıyla İçişleri Bakanlığı görevlidir.”
İttihatçı egemenliğindeki encümen öneriyi şöyle savunur:
“Kamu düzenini tehlikeye koymakta, ... en uygun olanı toplanma özgürlüğüdür… toplanma özgürlüğünü biraz sınırlamak gereği, kendi kendine, zorunlu olarak ortaya çıkar.”
İşte bu kadar basit. Günlerdir Meclis’i meşgul eden bu anlayış “yeni” mi? Sağlı sollu İttihatçı ağızlarda yüz yıldır dipdiri yaşamıyor mu? Sağcı-solcu, asker, sivil bütün İttihat seviciler bu konuda “milli birlik, beraberlik” halinde olmuştur hep.
“… Hükümet, açık yerlerdeki toplantıları sınırlandırmakla hiçbir vakit toplanma hakkına tecâvüz etmemiştir... ‘Tecâvüzcülerin’ bu savunması da yüz yıllık bir ‘kalıp’tır.”
Bu kalıba aykırı ses Erzurum mebusu Ohannes Varteks’ten duyulur: “Gerek görüldüğünü kim takdir edecek?”
Eğitim bakanı Emrullah Efendi yanıtlar:
“Her halde, bir toplantının sakıncalı olup, olmadığını takdir, hükümete aittir… Kanunun sessiz kaldığı yerde takdir hakkı hükümetindir…” (Başkanlık sisteminde, takdir hakkı başkanın ya da tek tek seçtiği bakanlardan oluşan hükümetindir. Büyük değişiklik!)
Hele Bak Şu Ermeni’ye!
Ohannes Varteks kürsüye gelir:
“… Üzülerek söylüyorum biz birinci (1908) seneden sonra gittikçe geri gidiyoruz. Bizim gözlerimiz, Abdülhamit zamanında olan kanunlara, düzene alışmış da bu serbest kanunlar bizim gözümüze iyi görünmüyor, onun için yavaş yavaş geri gidiyoruz, gerici oluyoruz... Meşrutiyetin başlıca esasları nedir? Kişi özgürlükleri, söz söyleme özgürlüğü, basın özgürlüğü değil mi? O üç özgürlük olmadıkça Meşrutiyet de yoktur… Benim söyleyeceğim sözler, bu kanuna, hükümetin takip ettiği siyasete aykırı olabilir, beni söz söylemekten alıkoyuyorsa, demek ki Meşrutiyet yoktur…”
Sopalı seçimin mimarlarından Posta ve Telgraf Bakanı Talat (Paşa) sinirlenir, atar postasını: “O zaman Meclis’i değiştirirler, niye duruyorlar?” Cesaretin varsa değiştir, demenin kibarcasıdır bu ifade.
Ohannes Varteks aldırmaz, devam eder:
“… İfade özgürlüğü, Meşrutiyet’in en birinci prensiplerinden birisidir … onu sınırlamak, o Meşrutiyet’in ruhu aleyhine davranmak demek değil midir… Eğer, yalnız Bakanlar Kurulu ve memurlar kendileri nutuk söyleyecekler … ve ahalinin öbür kısımlarına asla öyle bir iş yaptırmayacaklarsa, o, başka meseledir. Kanunu savunanlar diyorlar ki, toplantı serbesttir, Hükümet, ister bırakır, ister bırakmaz...”
Değil mi ki “hükümet milletin oylarıyla” geldi (ne yapsa yeridir!).
“ Valiler, ... kaymakamlar ... Bu kanunla toplanma hakkını vermek, vermemek onların elinde olacaktır. Peki kendilerinin yanlış düşüncelerini, ... yanlış hareketlerine engel olmak için bir toplantı yapmak gerekse ne yapacağız? O memurlar, efendim bu toplantı, huzur ve sükûna halel getirir diye yasaklayacaklar…”
Yahu, Zaman Tünelinde miyiz, Ne!
Ünlü İttihatçı, İzmit mebusu İsmail Canpolat, oturduğu yerden Ohannes Efendi’ye “ayar” verir:
“Genel toplantı yapma hakkının sınırsız olarak kullanılması, zannederim ki, İngiltere'den başka hiçbir yerde uygulanmış bir şey değildir… İngiltere’[de], ifade özgürlüğü vardır, (insan) istediğini söyleyebilir… Fakat başka hükümetlerde bu aynen kabul olunmamıştır... Genel toplantıların böyle açık yerlerde yapılması, memleketimizin böyle zamandaki ruh haline göre şüpheli ve tehlikeli bir meseledir. Bu nedenle, maddenin aynen kabulü taraftarıyım…”
Sivas mebusu Karabet Paşayan Efendi “çağdaş” bir öneri getirir: “Mukavemet ederlerse, bâzı kolay usuller vardır ki, bunu Mısır'da uyguluyorlar. Âdeta bizim Terkos suyu gibi sular var, suyu sıkıyorlar. Bu suretle dağıtabilirler...” Ama Paşayan esas sözü sona bırakmıştır:
“Bunları mutlaka süngü göstererek dağıtacağız diye bizi korkutmayın… Biz de bilelim ki, teklif olunan bu gibi kanunlar Hükümet tarafından birer baltadırlar. Özgürlük ağacının birer dalını kıracaklar. Şimdi bir dal kırıldı. Bizim gözümüze görünmüyor. Yarın öbür dal kırılacaktır. Demek ki ağaç yavaş yavaş kütük kalacak ve özgürlükle ilgili bir şey kalmayacaktır.”
Manastır’dan Pançedoref Efendi de katılır “özgürlükçü” kervanına:
“Efendiler! Bu madde faydasız olduğu kadar da gereksizdir. Çünkü dört sene içinde topu topu on toplantı ya oldu ya olmadı ... Şu halde şimdi aslı olmayan bir şey üzerine bir kanun yapılmak isteniyor. … Eğer toplantılar sınırlandırılacak olursa, gizli toplantılar olur… Bundan kötülük doğdu. Çünkü bizim gibi açık ve yasal surette çalışmak isteyen Osmanlıların kollarını, kanatlarını koparttı, gizli örgütlenme yapıldı. … Onun için, rica ediyorum, ... biz Avrupa'nın bugünkü uygarlığını kabul etmezsek, yok olmaya mahkumuz. Avrupa tarzında bir Meşrutiyet tesis etmezsek yok olmaya mahkumuz, hem de emin olunuz.”
Telgraf Bakanı Talat yine oturduğu yerden bağırır: “Anarşi olur!” Sağcı-solcu Enver ve Talat seviciler hâlâ sıkışınca böyle bağırmıyor mu?
Pançedoref Efendi Talat’a aldırmaz:
“Anarşi değildir, çünkü Avrupa'ya ticaret ve eğitim için veyahut başka bir şey için gidenler, oraların bugünkü halini görüyorlar. Bizim memlekete geldikleri vakit başka surette hoşnutsuzluk doğuyor ve emin olunuz ne kadar inkâr edersek, burada, bu memleket için bir yanlış düşünce doğmuştur ki, Jön Türk İdaresi, Fırkası, hükümeti, gerek toplantı kanunlarını, gerek basın ve gerek dernekler kanunlarını sınırlandırarak özgürlüğü öldürücü bir takım kanunlar getiriyor deniliyor.”
Vicdan Sahibi Müslüman
Milleti hakime (egemen millet-İslâm milleti) içinden de “özgürlükçü” sesler çıkar. Bunlardan biri de Kayseri mebusu Ali Galip Bey’dir ve şöyle der:
”Serbest kullanılmayan hak, hiçbir vakit hak olamaz … Madem ki Anayasamız millete toplanma hakkı vermiştir, bunu hak olmak özelliğinden çıkaracak biçimde kanun koymak doğru olamaz. Yani Anayasaya aykırı kanun çıkarmak doğru olamaz demek istiyorum. Bendeniz diyorum ki, toplantı hakkını hükümetin keyfi değerlendirmesine bırakmak, toplantı özgürlüğünü inkâr etmek demektir …”
Daha birkaç oturum tartışmalar bu minval üzere sürer gider. Sonunda 30 Mayıs günü on üçüncü oturumda değişiklik kabul edilir. İttihatçı çoğunluk “Nuh demiş, meşrutiyet” dememiştir.
Kıssadan hisse: Bu memlekette “cumhuriyet” diye yutturulan şey “İttihatçı devlet ve siyaset yapısı”dır. Tepeden tırnağa hak ve özgürlükleri güvenceye almayan, sivil ya da asker vesayetine bırakmayan bir anayasa şarttır ve gerisi yalandır. Yalanın altında yatan yüz yıldır iktidar olan “İttihatçı Zihniyet”tir.