Kâhta’nın çayı serin/ Değmeyin yaram derin(Nurettin Rençber)
Birkaç ay önce Adıyaman’ın Kâhta ilçesinde on altı yaşında bir genç kız, ailesi tarafından (babası ve dedesi) katledilir. Genç kız Medine Memi, derme çatma evlerinin avlusundaki bir kümesin altına gömülür öldürüldükten sonra. Cesedi iki ay süreyle evin avlusundadır. Gündelik hayatın rutini, o bir ölüyken de sürer. Ekmekler alınır, sabah olunca yüzler yıkanır, gece yatağa girilir, yastığa baş konulur… Vicdan paramparça zaten, istif bozulmaz. İnsan her şeye alışır derler. Ev ahalisi de bir cesetle yaşamaya alışır. Soranlara ‘evden kaçtı’ denilir. Oysa evde. Orada. O kümesin altında. Kolları bağlanmış genç kızın zamanla kırkı çıkar, etleri kemiklerinden sıyrılır… Evdekiler hâlâ sükûnet içinde.
İhbar üzerine avluda kazı yapılır. İki metrelik bir karanlık çukurdur Medine’nin mezarı. Gömüldükten sonra üzeri betonla örülür. Görevliler, beton altında oturur bir vaziyette bulurlar Medine’nin çürümeye yüz tutmuş cesedini. Ölü çıkarıcılar, eldivenleri, steril kıyafetleriyle… Soğukkanlılar. Her zamanki gibi…
Kefen yok, bir eşarp var sadece boynunda… Gömülmez aslında, öylece toprağa bırakılır Medine. Ailesini çok ama çok kızdırmış olmalı ki, böylesi bir ölümle karşılaşmış. Semtinin civan delikanlılarıyla mütemadiyen muhabbet ediyormuş rivayetlere göre. Ağır bir suç işlemiş. İlk cezası kaba dayakmış. Sürekli dayak yiyormuş ebeveynlerinden. Şikâyette dahi bulunmuş bunun için. Ne var ki, şikâyetleri beyhude, dinleyen, anlayan yok… Az şey değil Kâhta gibi Müslüman bir semtte bir delikanlıyla temaşa etmek, iki çift lafla gönül eğlendirmek… Toplum böyle gevşeklikleri kaldırmaz. Zira pek muhkemdir kendisi. Namus var, gelenek var, saygısızlık var, alınlara leke sürmek var, hülasa erkek var… Suçunun cezası mı? Toprağa kefensiz atılmak...
Ölü gömme ritüellerinin hiçbirisi uygulanmaz. Bir leş parçasına ne yapılırsa Medine’nin günahkâr bedenine de onu yaparlar. Ölü yıkayıcılar yok, bağlanan bir çene yok, dökülen gözyaşları yok, tabut yok, ardından okunan dualar yok… Lanetli bir ölü! Bundandır boylu boyunca uzatılmaz toprağa. Oturur bir vaziyetteyken atılır üzerine kürek kürek topraklar…
Şu meşum ‘töre cinayeti’ kavramsallaştırmasının sınırlarını zorlayan bir cinayetti bu. Basına yansıyanlar, meselesinin sıradanlaşmış bir vahşet olduğundan ibaretti. Haber bültenlerinde “insanın kanını donduran cinayet” diye geçiyordu. Oysa şaşırtıcı, hatta korkutucu bir şey yoktu ortalıkta. Kan donuyordu sadece. Fakat bir sonraki haberin harareti, donmuş kanı yeniden çözüyordu. Gündemin tükenmeyen yoğunluğu, baskınlar, gözaltındaki generallerin mağduriyetleri, Emine Erdoğan’ın ipek türbanından ötürü incinen gururu, mecliste yumruklaşan vekiller… Kamusal alan, özgürlükler meselesi…
Bir kız çocuğu öldürülmüştü, hepsi buydu. Bu gibi cinayetler, Türkiye’nin aşina olduğu şeyler arasındaydı. Ne de olsa, her gün onlarca insan öldürülüyordu. Sokaklarda, gece kulüplerinin kapılarında, molotof patlayan otobüslerde, futbol maçlarında, trafik kazalarında, adliye koridorlarında… Toplum, cinnetin gölgesinde yaşıyordu. Dehşet, gündelik hayatımızın bir parçasıydı. Aslında hiçbirimizin kanı donmuyordu. Düpedüz yalan söylüyorduk. Şaşırmıyorduk üstelik.
Ne var ki, bir süre sonra otopsi yapılır genç kızın lanetli bedenine. İki büklüm gömüldüğü çukurundan çıkarılan bedenine neşterler vurulur. Ciğerlerinden ve midesinden toprak çıkar. İşte burada biraz düşünmeye değerdi. Kanımız donmasa dahi, iki saniyelik bir hayret… Bir ölünün midesinde ve ciğerlerinde toprak bulunması… Acaba? Hayır. Bu kadarı olmaz, olamaz. Medeniyet, ama ondan da önce insanlık… İnsan kuduz bir köpeğe bile… Hangi çağda yaşıyoruz hem? Mümkünü yok böylesi bir şeyin. Ve neden sonra yetkili bir ağzın dudakları arasından dökülen bıçak keskinliğinde bir cümle: “Elleri bağlı, canlı ve bilinci açıkken gömüldü…” Aydınlanmış bilincimizin karanlık tarafına kapattığımız imgeler ardı arası kesilmeden dimağımıza vurur o iki saniyelik kesitte: Eski çağlar, vahşi çöl Bedevileri, develer, kervanlar, altının şatafatı, sefih ve zorba kent sakinleri, köleler ve kız çocuklar, diri diri gömülenler… Nasıl olur? Oldu işte!
Kızlık zarlarına takılmış medeniyet… Zillet içindeki erkeğin medeniyeti! Güçsüz, sefil ve korkak… Dünyanın uzak coğrafyalarında, ahlaktan nasibini almamışların diyarında olsa, sansasyon olurdu Medine’nin cinayeti. Ateş topu olurdu. Düştüğü yeri yakıp kavururdu. İnsan denilen iki ayağı üzerine doğrulmuş mahlûku sorgulattırırdı. Beşer misin yoksa insan mısın? Tek meziyetin iki ayağının üzerinde yürümek midir? Beşer sözcüğünün sözlük anlamı: “derisi kürklü olmayan, kıl ile kaplı olmayan varlık.” Beşerin gayesi insan olmaya doğru yol almak, çaba ve emek sarf etmektir. Fakat insan olmak, başka bir şeydir. İnsan, bilinci, iradesi ve benliğiyle insandır. Bir durağanlık değil, sürekli bir oluştur. İnsan olmak, seçebilmenin, yaratabilmenin, şekillendirebilmenin iradesiyle hep daha iyiye, makul olana yönelmektir. Beşer olmak, hayvanla araya çekilen bir sınırdır. Hepsi bundan ibarettir. Bir İslam filozofu, yanlış hatırlamıyorsam Mutaharrî idi, “inekten inek doğar ama insandan insan doğmaz” yargısında bulunur. Bir bakıma durumu özetliyor bu yargı. İnsan doğulmuyor, olunuyor. İdrak, şuur, hayır diyebilme, karşı çıkma istemiyle şekilleniyor insan.
Medine’yi diri diri toprağa gömenlerin medeniyeti, beşerin medeniyetidir. Ahlaki, dini, geleneksel vecibeleriyle beşeri medeniyetse yabani ve hoyrattır. Kurbanlardan mutlak itaat talebinde bulunulur. Boyun eğmek ve susmak erdem diye gösterilir. Bu kültürel evrende katliamlar, kıyımlar, yakılıp yıkılmış kentler, asit kuyuları, toplama kampları vardır. Bu nedenle nasıl bir toplum halini aldık sorusu, yanlış bir sorudur. Bu sorunun muhatabı bulunmamaktadır. Kaldı ki, medeniyetin bu çeşidi, hep böyleydi aslında. Namus kavramına, bin yıllık küflü değer yargılarına sarılarak yaşanıyordu oralarda. Şöyle bir baksak “Beşer Katliamları Tarihine”. Gazlı bezler tutuşuyordu Sivas’ın sokaklarında, Maraş’ın yoksul hanelerinde hamile kadınların karnından süngülenmiş ceninler çıkarılıyordu; hapishanelerde demir çubuklarla, sopalarla katlediliyordu insanlar. Yağlı urganlara vuruluyordu gencecik bedenlerin boyunları. Yağma ve talan, tecavüz ve baskın, işkence ve kör şiddetten mürekkep bir geçmiş var ardımızda. “Beşerdir, şaşar” diyerek vaziyeti kurtarmak artık kabil değil. Bu nasıl bir şaşkınlık ki, bir baba ve onun babası bir kız çocuğunu “bilinci açıkken” toprağa gömebiliyor? Mezbahalarda dahi hayvanların bilinci uyuşturularak kesimler yapılıyor.
Öte yandan ‘insan hayatının kıymeti’ diye bir şey var. Söz gelimi, Yunanistan’da bir çocuk, polisin açtığı ateş sonucu yaşamını kaybetmişti. Ülke ayağa kalktı. İsyan oldu, tavır alış oldu. Sokaklar yandı tutuştu. Otorite bir daha kalkışamaz küçücük bir çocuğu böyle aymaz bir biçimde katletmeye. İnsan hayır diyor oralarda, yapamazsın diyor. Yaparsan da karşı çıkarım, isyan ederim diyor. İnsan olmanın asli öğesini, isyan etme hakkını kullanıyor.
Bizim buralarda olmuyor böylesi şeyler. Batman’da, Şırnak’ta genç kızlar ahlaktan, değerlerin zincirinden kurtuluşu bedenlerini cayır cayır yakmakta buluyorlar. Bedenlerini tutuşturarak sahip çıkıyorlar kendi öz benliklerine. Bu da bir direniştir. Dahası varlık meselesidir. A. Camus’un “başkaldırıyorum, o halde varım” diyen yargısının tezahürüdür. İnsan olmanın, insanî yaşam isteminin dışa vurumudur. Beşeri medeniyeti insani ve yüksek bir medeniyete dönüştürme çabasıdır. 8 Mart 1857’de çoğu yanarak hayatını kaybetmiş kadın proleterlerin direnişlerinin devamıdır. Direniş hâlâ sürüyor. Zira zorba ve haşin erkeğin köhne medeniyeti berbat sömürü ağlarıyla kanını emmeye devam ediyor kurbanlarının… Bin yılları bulan zorbalık devam ettikçe, direniş de devam edecek. Direnmenin bin bir türlüsü var. İnsanın en temel özelliklerinden birisi, “özgürlükle” kurduğu ilişkidir. “Hürriyeti kulluğa taş çatlasa satmam” diyor Mevlânâ Celaleddin-i Rumi. Taş çatlasa da, kulluğun gölgesine girmeye yanaşmıyor insan. Kulluk mu hürriyet mi meselesinde tercihini, icabında ölüm de olsa hürriyetten yana koyuyor. Gece karanlıklarında saçlarını tutuşturan kadınları başka nasıl anlayabiliriz ki? Bir başka ifadeyle söz konusu hürriyetse, gerisi lafı güzaf…