Yürüme, Zaman ve Siyaset: Bir İmkân Olarak Demokratik Hegemonya

 

 

Yola çıkacak kişinin aşması gereken

ilk ve en önemli engel,

kendi yerleşikliğidir:

kendi yeri - kendisidir.

 

(Oruç Aruoba, Yürüme)

 

“Kasım 1974’te Lotte Eisner ağır durumda hastaneye kaldırılır. Kendisi sinema tarihçisidir ve Alman sinemasıyla ilgili önemli yapıtlar kaleme almıştır. Durumunu öğrenen sinemacı Werner Herzog, dinsel bağlam dışında bir adak haccı geleneği uyarınca onun ölüm vaktinin henüz gelmediğine karar verir. Allah rızası için gerçekleşen bir eylemle, kurban sunarak, ölümle, onun yaşaması için simgesel bir ilişki kurar.”[1] Yürüme ile ilgili en önemli hikâyelerden bir tanesi olan bu hikâyede sözün gerisini Herzog’a bırakalım: “Bir ceket, bir pusula, bir denizci çantası ve gerekli eşyaları aldım yanıma. Çizmelerim o kadar yeniydi ki güven veriyordu bana. Paris’e doğru yola çıktım ve en kısa güzergâhı seçtim; oraya yürüyerek gittiğim takdirde yaşayacağından kesinlikle emindim”[2] Herzog içindeki bir sezginin veya usa sığmayan bir inancın motivasyonuyla arkadaşının yaşamasına vesile olacağını düşündüğü bir eyleme girişerek yola çıkar. Yürümelidir ki arkadaşı yaşasın. Bütün amaç da onu ölmeden önce görebilmektir. Üç hafta boyunca çeşitli zorluklardan geçerek kan ter içinde yürüyüşünü sürdürür. Üstelik soğuk bir mevsimde yürümek zorunda kalmıştır. “Soğuğun, karın, don ya da yağmurun hüküm sürdüğü manzaralardan geçer.” [3]

Yürüyüş bir anlamda her türlü yapay ve dayatma ile işleyen toplumsal sahnelerden kaçarak toplumun ve doğanın o “olduğu gibi” sahnesine kendini bırakmaktır. İnsanlar, kentler, köyler, ağaçlar, ormanlar, çeşit çeşit bitki ve hayvanlar yürüyenin ufkunda belirip kaybolurlar. Karşılaşılan ve deneyimlenen her varlık-imaj yürüyenin varlığında yeni bir iz bırakır. Tıpkı film şeridi üzerinde ışığın izini bırakarak kendini varlığa kayıtlaması misali yürüyüşçünün karşılaştığı her imaj da yürüyüşçünün bedeninde ve ruhunda izler bırakarak varlığa kaydolur. Yürüyüş bu haliyle varlığı ve düşünceyi yeniden deneyimlemek ve bir uyku halinden uyanmak gibidir. Yürüyüş yolunda karşılaşılan her zorluk ve her tuhaflık alışılagelenin parçalanması ve yeninin kendini ortaya koyabilmesi için bir fırsat yaratır. Toplumsalın paketlediği düşüncelerden ve imgelerden kaçarak yine toplumsal içinde kayıtlı olan kıyıya sürülmüş ve marjinal bırakılmış olanları görme fırsatı sağlar. Yani ayrıntı, ihmal edilen, unutulan ve unutturulan ile karşılaşır. Bütünün yerine tekil olanı görmeye ve tekillikleri bir arada yeniden değerlendirmeye fırsat verir. Bakışta ortaya çıkan bu değişim yürüyenin hem kendi yaşamına hem de içinde bulunduğu siyasal ve toplumsal cemaatin yaşamına yeni bir yorumla bakmasını sağlar.

Asıl olan yürüyen değil, yürüyen ile yolun birlikteliğinde kendini açan yürüme eylemidir. Yürüme, bakışın yanında bir gönül bakışının veya içrek bir algının da oluşmasını sağlar. Gözle görülmeyen gönüle görülmeye, gönülde kendini var etmeye başlar. Bu yeni görme vaadi sayesindedir ki, hayatlarının en zor dönemlerini yaşayan birçok kişi bu zorluklardan çıkıp yeni bir varoluş düzlemine ve deneyimine açılmak için yürümeyi seçerler. Yürümek yeni bir oluşa, yeni bir varoluşa ve yeni bir görüye açılmayı imler çünkü. Hayatı filisten bir ruhla kaplanmış olan ve indirgemelerle, basitliğin şiddeti ile ve darkafalılıkla kurulmuş kişinin buradan tek çıkışı her adımıyla sınırları aşarak ona verileni, ona doğal gibi sunulanı bozmak ve ortadan kaldırmaktır. Yürüyen her adımıyla yeni bir sınırı aşar. Siyasetin, kültürün ve ideolojilerin kurduğu fiziksel ve düşünsel sınırları aşma deneyimidir bu. Herzog’un yürüyüşü ile arkadaşının yaşamı arasında bir ilişki var mıdır, bunu asla bilemeyiz. Ama biliriz ki, arkadaşın yaşayabileceği umudu onu yürüyüşe ve yeni deneyimlere açmıştır.

“Yürüyüşçü adların peşindedir.”[4] Kendi hayatını yeniden kuracak, ona yeni anlamlar sağlayacak adların avcısıdır yürüyüşçü. Bu adlar ona hem bir mana hem de bir eyleme geçme arzusu verir. Dahası sadece kendi anlamının değil, içinde bulunduğu toplumla olan ilişkisinin de anlamını ve adlarını arar. Toplumsalla olan ilişkiye dair bu amaç kendini daha çok siyasal motivasyonlu ilişkilerde gösterir. Birlikte yaşama ve birlikteliği sürdürme araçlarının azaldığı, baskının ve sömürünün arttığı bir dönemde birlikte yaşamaya yeni bir ad ve anlam verecek yürüyüşler vardır. Ortaklığı ve kamusallığı yeniden tanımlayacak, birlikte yaşamanın imkânlarını yeniden kuracak adların peşindedir artık yürüyüşçü. Bu adlar ve anlamlar yürüyüşçünün ufkuna yürüyüşle birlikte ve bu yürüyüşe ortak olanlarla birlikte girer. Yürüyüş bu haliyle zamanda bir kırılma yaratılması, kairotik bir ânın umulması ve umududur. Yürüyüş bu haliyle geleceğe açılan bir kapı ve tarihin ilerleme meleğinin gördüğü felaketlerin ortasında bir umut adası inşa etmedir. Bu inşa, siyasal cemaatin kendi bütünlüğünün imkânsızlığında bir ihtimal olarak duran birlikte yaşama arzusunun da ortaya çıkmasıyla can ve ruh bulur. Yürüyüş bu anlamıyla bir yeniden doğuş umududur.

Adalet yürüyüşü ve bir imkân olarak demokratik siyaset

Hangi toplumsal yapı olursa olsun ve bu toplumsal yapı nasıl bir siyasetle idare ediliyorsa edilsin, sürekli bir açıklık olarak demokrasinin eksikliğinde toplum ve siyasal dizge daima hoşnutsuzlar ve hoşnutsuzluklar üretir. Bu hoşnutsuz grupların demokratik taleplerini siyasal düzleme taşımaları iktidarın kısıtlayıcı ve dışlayıcı mantığı gereği kolaylıkla gerçekleşmez. Çünkü iktidar kendi varlığını daima bir dışlama ve reddetme üzerine inşa eder. Hele siyasetin aritmetik bir mantığa indirgendiği ve bu aritmetiği sağlayanının daima iktidar olmayı başardığı araçsallaşmanın öne çıktığı bir çağda toplumsal hoşnutsuzlukların ve bu hoşnutsuzlukların kaynağı olarak siyasal bastırmaların ve dışlamaların daimi şekilde sürmesi daha muhtemeldir. Böyle bir ahvalde ancak hoşnutsuzluk içindeki grupların bu hoşnutsuzluklarını ortak bir dile çevirerek demokratik bir siyaset imkânını yaratmaları bir kurtuluş yolu olabilir. Ve fakat bu birlikteliği yaratmak o kadar da kolay değildir. Öncelikle bu hoşnutsuz gruplardan birinin hem kendi adına hem de geriye kalan gruplar adına yeni bir siyaset dili ve hegemonya süreci inşa etmesi gerekir. Bu çaba, dilsel ve söylemsel olduğu kadar kılgısal da bir işlemdir. Eğer söylemi sadece dilsel bir işlem olarak görmez ve onun aynı zamanda pratikleri de kapsayan bir işlem olduğunu düşünürsek Laclau ve Mouffe’un izinden giderek sadece söylemsel kavramını da kullanabiliriz. Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe bastırılan ve yok sayılan grupların kendi tikelliklerini koruyarak bir araya gelmelerine ve yeni bir siyasal blok oluşturma işlemine eklemlenme; bunun üzerine kurulu olduğu dizgeye ise eşdeğerlikler zinciri isimlerini verirler.[5] Eklemlenme ve eşdeğerlikler zinciri bağlamında yeni bir hegemonya bloğunun oluşması kendiliğinden olmaz. Dahası bu bloğun kim tarafından kurulacağı da verili değildir. İlk aşamada her hoşnutsuz grup kendi siyasal taleplerinin yarattığı siyasal mobilizasyon ve umutla sadece kendilerine dair ve diğer gruplarla bir ortaklığı işaret etmeyen bir söylem inşa ederler. Bu söylem evrensel olmaktan ziyade tekil grupların taleplerini barındırdığı ve diğer gruplarla paylaşılan bir mağduriyet üzerine kurulu bir ortaklığı imlemediği için bir toplumsal kurtuluş umudu yaratmaz. Dahası tekil grupların kurdukları söylem diğer grupları dışlayan ve demokratik olmayan nüveleri de içinde barındırır. Grupların ortaklaşması zaman ve bu zaman içinde kurulacak bir söylem meselesidir. Ne zaman ki bir toplumsal grup kendi hoşnutsuzluklarını başkalarının hoşnutsuzluklarıyla ortaklaştırıp evrensel bir dil geliştirmeye koyulur, o vakit yeni bir siyasal hegemonya sürecinin de yolu açılmış olur. Bu inşa aşamasının en önemli aşamalarından bir tanesi de eşdeğerlikler zincirinde farklı toplumsal grupları birbirine onların farklılıklarını koruyarak dikişleyecek bir boş gösterenin ortaya çıkmasıdır. Boş gösteren şüphesiz tesadüfi bir şekilde seçilecek bir ad veya isimlendirme değildir. Boş gösterenin bütün grupların taleplerine hitap eden bir adlandırma olması ve yeni bir sembolik dünya kurabilmesi gerekir. Esasında boş gösteren bu anlamıyla pek de “boş” değildir. Onun boşluğu daha ziyade biçimsel bir boşluktur. Onu boş gösteren yapan her grubun kendine göre kendi taleplerini bu gösterenin içinde kurabilmesi onu doldurabilmesi için var olan biçimsel boşluktur. Bu biçimsel boşluk farklı içeriklerin kendilerine yer bulmalarına imkân tanır. Örneğin, adalet yürüyüşünde öne çıkan adalet kavramını ele alalım. Bu kavram iktidar dışındaki bütün gruplar için az çok bir özlemi ve umudu ifade etse bile her grubun adaletten anladığı ve adaletten beklediği farklıdır. Tam da adaletin kesin bir tanımının yapılmaması ve bu anlamıyla da içinin boş bırakılması farklı toplumsal kesimlere bu boşluğu doldurma ve diğer adalet arayan gruplarla bir özdeşlik kurabilme fırsatını yaratır.

Ana muhalefet partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı ve farklı siyasal ve toplumsal grupların destek verdiği adalet yürüyüşünü ikili bir perspektiften ele almak gerekir. Öncelikle bu bir yürüyüştür. Bir yürüme eylemidir. İkinci olarak ise demokratik bir siyasetin ve hegemonyanın umudunu içinde taşıyan siyasal ve kamusal bir eylemdir. Yürüyüşün demokratik bir hegemonya inşasına varıp varmayacağını bilemesek de böyle bir fırsatı yarattığı muhakkak. Demokrasi nefreti ile kamusallığın buharlaştırıldığı bir dönemde yitirilen kamusallığa can verecek ve farklı toplumsal grupları ortak bir adalet arayışında bir araya getirebilecek bir umudu içinde taşıyor bu yürüyüş. Fakat bu umudun gerçekleşmesi bir siyasi partinin kendi adalet anlayışını yani kendi tikelliğini aşıp başka gruplara ve başka adalet taleplerine de kendini açmasına bağlıdır. Bu açıklık hem siyasal dil düzeyinde hem de izlenecek yolun fiziksel duraklarında gizlidir. Yani hem soyut düzeyde hem de somut düzeyde kanıtlanmalıdır.

Öncelikle bir yürüyüştür dedik. Her yürüyüş gibi bu da bir zamansal deneyimdir. Şimdideki huzursuzluğu ve hoşnutsuzluğu üzerinden atmaya çalışan bir eylemdir. Zamanın bütün bir hızla aktığı, her şeyin hızlandığı, hızlı trenlerin, uçakların mesafeleri anlamsızlaştırdığı ve üstünkörü katettiği bir çağda bir yerden bir yere hızlı trenle değil de yürüyerek gitmek hem sembolik hem de pratik birçok imi içinde taşır. Hayatlarımızın hızlı kalkınmacılığın, aceleciliğin, vasatın, kültürsüzleşmenin, hızın, daha çok çalışmanın, daha çok üretmenin ve daha çok tüketmenin kıskacına alındığı bir ülkede yürümek bütün bunlara sembolik de olsa bir dur demek anlamını taşır; hızlıca uçuruma yuvarlanan bir topluluğa durup düşünme ve dinlenme fırsatı verir. Hıza karşı yavaşlamayı ve bu yavaşlamada tefekküre yer açmayı sağlar. Bir süreliğine toplumsal dizgeden ve onun şimdiye hapsolmuş zamanından kaçarak yürüyenin kendisine ait yeni bir zaman ve varoluş bilinci yaratmasıdır. Herzog bir umudun peşinde yürümüştü. Hasta döşeğinde yatan arkadaşının yaşayacağını ümit ederek yürüdü. Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun da Herzog’un hasta arkadaşından pek bir farkı yok. Türkiye hem siyasal hem de ekonomik olarak birçok hastalığı bağrında taşıyan ve yatağa düşmüş bir hastaya benziyor. Onun kurtulup kurtulmayacağı az çok bunu dert edenlerin temel düşün uğraklarından biri. Bu hastalık karşısında farklılıklarımızla nasıl birlikte yaşayacağımızı sorguladığımız bu coğrafyanın siyasal tinini kurtarıp kurtaramayacağımız büyük bir sorun olarak önümüzde duruyor. Burada kurtarmaktan ziyade yeniden kurma umudundan bahsetmek daha doğru olur. Ne de olsa kaybettiğimiz bir şeyi yeniden ele geçirmekten çok, tam olarak olmamış bir şeyi oldurmaya ve tamamlamaya çalışıyoruz. Birlikte yaşama ve kamusallık pratiği hiçbir vakit bu toplumda nefes alan ve aldıran bir olgu olmadı.

Siyaset ile yürümenin bir araya gelmesini ele alalım şimdi. Bu yürüyüş, olan bir şeyi bulmaktan çok olacak olan, varlığa gelecek bir şeyleri bulmaya çıkış anlamına geliyor. Yürüyen kadar yürüyüşe katılanları ve bir o kadar da bu yürüyüşü izleyenleri değişime uğratacak bir olgudan bahsediyoruz. Şüphesiz yürüyüşün demokratik bir siyasetin imkânına evrilmesini verili ve kesin bir olgu olarak almamak gerekir. Bu daha çok çabayla kurulacak ve icat edilecek bir konu. Yürüyüşün arzu edilen sonuçları üretmesi hoşnutsuz gruplar arasında kurulacak bir ortaklığa; evrensel değerlere dayalı bir adalet ve hukuk arayışının ışığında kurulacak açık bir demokrasi pratiğine bağlı. Bu haliyle yürüyüş içinde yeni bir doğuş umudunu taşıyan çekirdektir.

Sonuç yerine

David Le Breton’un deyimiyle “Her yürüyüş bir söylemdir.” Bunu adalet yürüyüşü ile ilişkilendirip siyasetin diline tercüme edersek yeni bir siyasetin, yeni bir kamusallığın söylemi olabilecek bir söylemdir adalet yürüyüşü. Yürüyüşle kendini ortaya çıkaracak söylem hakikatin söylemi olmak zorundadır. Post-hakikat döneminde en büyük arayışımız hakikat söylemi ve onun tekrar ele geçirilmesidir. Doğruyu söylemek ve söyleyebilme cesaretini göstermektir. Hakikatin değersizleştiği veya dile getirilme cesaretinin kaybolduğu bir ortamda onu tekrar dile getirmek ve savunmak içinde yaşadığımız çürüme ve yozlaşmaya karşı en büyük cevap olacaktır. Nietzsche’nin ifadesiyle “… çünkü insan kendi yoluna saptırılmazcasına düşmemiş, kendi dürüst görüşünü trajik gururla yüklenmemişse, ‘hakikat’ tadını yitirir, yaşam acılaşır.”[6]

Tekrar Herzog’un yürüyüşüne dönelim. Nihayetinde Herzog arkadaşı Lotte Eisner’in yanına varır. “Gülümseyerek baktı yüzüme ve benim de bir yürüyüşçü olduğumu ve bu arzuya direnemediğimi bildiğinden anladı beni. İncelik dolu kısa bir anın arkasında bitkin bedenimden hoş bir şey geçti. ‘Pencereyi açın, birkaç gündür uçabiliyorum artık,’ dedim ona.”[7]  Kimbilir belki adalet yürüyüşü de bütün adalet arayışı içindekilerin yanlarına uğrar ve onların hapsoldukları dört duvar arasında ruhlarını ve bedenlerin özgürleştirecek bir umut yaratır. Belki bizler de tıpkı Herzog gibi artık uçabildiğimiz hissine kapılırız.

 

 



[1] David Le Breton, Yürümeye Övgü, Çeviren: İsmail Yerguz, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2008, s. 72.

[2] Werner Herzog, Sur le chemin des glaces, Paris, Hachette, 1979. Aktaran David Le Breton, a.g.e, s. 72.

[3] David Le Breton, a.g.e., s. 72.

[4] A.g.e., s. 56.

[5] Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Bir Politikaya Doğru, çev. Ahmet Kardam, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s. 151-229.

[6] Aktaran Oruç Aruoba, Yürüme, Metis Yayınları, İstanbul, 2003.

[7] Werner Herzog, a.g.e., aktaran David Le Breton, a.g.e., s. 73.