Sendikaların Değişen Rolleri ve Sosyal Hak Açığı

Sendikalar tüm dünyada zor bir dönemden geçiyor. Bir yandan esnek üretim biçimi ve esnek işgücü ihtiyacı sendikaların geleneksel örgütsel kompozisyonunu erozyona uğratırken bir yandan da ülkeden ülkeye değişen içsel politik faktörler sendikaların Keynesyen refah devleti döneminden alışık olduğumuz endüstriyel alanın başat aktörü olma özelliğini ciddi bir biçimde zayıflatıyor. Böylesi bir konjonktürde endüstriyel ilişkiler alanında dünyanın en önde gelen akademisyenlerinden olan Richard Hyman’ın eski bir İngiliz sendika liderinden yaptığı alıntı oldukça önemlidir: “Biz (sendikalar) ne için burdayız?” Değişen kurumsal çerçeveye artiküle olmak sendikaların stratejik tercihlerinde ve amaçlarında büyük değişimler getirdi. Sendikalar giderek işçi sınıfının çıkarlarını daha dar tanımlamaya başladılar ve Colin Crouch’un deyimiyle “kötünün iyisi”ni savunmaya mahkûm oldular. Tabii bu noktada, işçi sınıfının çıkarlarında da yaşanan değişimlerin etkisi büyük. Düzenli ve tam zamanlı işlerin yerini yarı-zamanlı ve çoğunluka güvencesiz işlerin alması işçilerin de sendikalar dolayımıyla örgütlü eylem kapasitesini azalttı. Giderek bireyselleşen işlere -sorumluluğun bireyselleşmesiyle paralel olarak yaşanmaktadır- dramatik bir biçimde düşüşe geçen ücretleri de eklediğinizde işçilerin bir yandan kendi sınıfının bir yandan da kendi geçiminin derdine düşmesinin olanaklılığı ciddi biçimde azalmış oldu. Sendikaların da, emek piyasalarının arta-kalan yarı-zamanlı güvencesiz işlere veya atipik istihdam formları altında çalışıp didinen işçilere mesafeli durması işçi sınıfında ikiliklerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Böylece bir yandan sendikalar hem kendi varlık amaçlarını eskinin güvenceli ve tam-zamanlı işçilerini korumak olarak tanımlarken, emeğin atipik istihdam biçimleri yoluyla daha fazla metalaşmasına karşı tarihsel rollerini yerine getiremediler. Bir diğer değişiklik, sendikaların sendikal faaliyetlerini yürüttekleri alanla ilişkili. Sendikalar artık yalnızca endüstriyel alanda değil, giderek artan bir biçimde politik alanda hareket etmeye başladılar. Bu gözlemle ilişkili olarak görece erken bir teşhiste bulunan İngiliz İşçi Sendikalar Kongresi (TUC) Eski Genel Sekreteri George Woodcock durumu sendikaların politik alandan fayda sağlamak amacıyla “gücün koridorlarına” (“corridors of power”) girmesi olarak özetliyor. Ortaya çıkan tabloda, sendikalar giderek düşen sendika üyeliğine, azalan toplu iş sözleşmesi oranlarına ya da dar kapsamlı sosyal paktlara karşı kendi amaçlarını yeniden tanımlayarak tipik sendikal faaliyetten uzak bir biçimde hayatta kalmaya çalışıyorlar. 

Tabii sorun sadece sendikalarla sınırlı değil. Sendikaların organik veya inorganik biçimde bağlı bulundukları siyasi partilerin de giderek endüstiyel alanda metalaştırıcı politikalar izlemesi, sendikalar ve siyasi partiler arasındaki tarihsel bağda ya da Ebbinghaus’un deyişiyle “Siyam İkizleri” olan bu iki aktör arasındaki hem materyal hem politik ilişkide ciddi yarılmalara yol açıyor. Bu durum sosyalist-sosyal demokrat partiler ve sendikalar arasında da ve özellikle Avrupa’da Hıristiyan demokrat partiler ve onların organik uzantısı olan sendikalar için de geçerliliğini koruyor. Dolayısıyla partiler ve sendikalar arasındaki koalisyonel dinamiklerin niteliği artık ilkesel bir birlikten ziyade pragmatik bir çıkar ortaklığına dönmüş durumda. Hatırlatmakta yarar var: söz konusu pragmatiklik yukarıda değinildiği üzere kötünün iyisini savunmayı gerektirse dahi sosyal haklardan mahrumiyetin zirve yaptığı günümüz koşullarında yine de önemli bir mücadele hattı olarak ortaya çıkıyor. Örneğin İtalya’da 2014 yılında Renzi hükümetinin işçiler aleyhine büyük hak kesintileri öngören İş Yasası’na karşı ülkenin üç büyük sendikasından ikisi ciddi bir dayanışma göstererek ülke çapında geniş katılımlı protestolara başvurmuşlardı. Sendikaların artık defansif bir konumda olduğunu ve politik alanın aktörleriyle statükoyu korumak adına politik mübadelelere giriştiğini görmek mümkün. Fakat siyasal ve endüstriyel alan arasındaki politik mübadelenin niteliği açısından sendikaların endüstriyel alanın çıkarlarından tamamen kopmaması açısından son gelişmeler önemli.

Tüm bu gelişmeler ışığında Türkiye’deki sendikal durumun güncel niteliği de tartışmaya açık duruyor. Ülkenin özellikle 1980’den sonra fakat AKP hükümetleri döneminde giderek hızlanan sendikasızlaştırma ve esnekleşme pratikleri sendikaların kendi varoluşsal amaçlarında ve partilerle olan ilişkilerinde çelişkili denebilecek yeniden tanımlamalara yol açıyor. Örneğin aralarında tarihsel ve kültürel bağlar bulunan AKP ve Hak-İş Konfederasyonu arasındaki ilişkinin niteliği dikkate değer. 2014 yılından sonra çıkarılan 6552 sayılı torba yasa ile taşeron işçilerin sendikalaşmasının kolaylaştırılmasının ardından, Hak-İş Konfederasyonu’nun Türkiye’de en fazla taşeron işçi örgütleyen konfederasyon olması dikkate değer. Fakat, AKP hükümetinin taşeron işçileri kadroya almak yerine “özel kadrolu sözleşme” statüsünü dillendirmesiyle iki aktör arasında çatışmalı bir ilişki biçimi de doğabiliyor. Türkiye’de yaygın sendikasızlaşma pratiklerinin aksine Hak-İş Konfederasyonu’nun -aynı zamanda Memur-Sen- üye sayısını son beş yılda önemli ölçüde arttırması ve konfederasyonun hükümetin makro-politik ajandasına yönelik propagandist tutumu, politik alan ve endüstriyel alan arasındaki pragmatik ve mübadeleci ve kimi zaman çatışmalı ilişkilerin bir örneği veriyor. Ayrıca, son dönemde hararetli tartışmalara konu olan kıdem tazminatı konusunda da görülebileceği gibi, işçi sendikası konfederasyonları iki seçenek arasında sıkışmış gözüküyorlar: Ya hükümetin endüstriyel politik ajandasına angaje olacak ya da işçi hakkının son kalesi olan kıdem tazminatı konusunda direniş gösterecekler. DİSK’in sürecin başından itibaren karşı duruşuna ek olarak TÜRK-İŞ de kıdem tazminatı konusundan safını hükümete karş koymuş gözüküyor. CHP emek bürolarının kıdem tazminatı çalıştayında HAK-İŞ de kıdem tazminatının fona aktarılması konusunda hükümetle uyumlu tutumunun sınırlarına dikkat çekti. Bu anlamda sendikalar arasındaki dayanışmacı bağların zemini kuvvetlenmiş gibi gözüküyor. Bu tür dayanışmacı bağlar, sendikaların asli görevi olan emeğin kazanılmış hakkının korunması, henüz siyasetin zerk edemediği bir alan olarak duruyor.

Fakat her ne kadar Türkiye’de sendikacılık tüm bu açılardan Avrupa ile paralellik gösteriyorsa da Türkiye’yi ayıran çok önemli bir fark var: Örgütlü çıkar siyasetinin (aşırı) siyasal niteliği. Özellikle Avrupa’da neo-korporatist yapı içerisinde hem sendikaların kendi aralarında hem sendikalar ve partiler arasında kurulan pragmatik koalisyonel ilişkilerden çok daha fazla politize olarak hareket eden -öyle ki endüstriyel alan dışında kalan politik ajandaya eklemlenme ya da makro-politik konularda bir siyasi partiyi andırırcasına ayrı bir ajanda belirleyen- sendikaların varlığı dikkat çekici olarak duruyor. Burada anlatılmak istenen sendikaların politik tutumlarının olmasının normal-dışı bir durum olması değil, kendi endüstriyel meselelerini geri plana atacak kadar politik aktöre dönüşmeleridir. Siyasetin gündelik yaşamın her alanını yuttuğu, sivil ve politik hak ihlallerinin had safhada tartışıldığı ülke gündeminde, sosyal hakların en önemli savunucuları olan sendikaların sosyal haklara daha fazla vurgu yapan stratejiye dönmelerinde fayda var. Özellikle AKP döneminde sosyal haklarda yaşanan erozyonun öncelikli olarak emekçileri vurduğu göz önüne alınırsa, sendikaların politik alana yönelik propagandist tutumlarının karşılığı olarak elde ettikleri endüstriyel imtiyazların neticede ülkedeki toplam sendikal güce zarar verdiğini iyice görmeleri gerekiyor. AKP iktidarının endüstriyel alandaki neoliberal politikalarının sınırlarında gezinen Türkiye sendikacılığı bu sınırı da kaybetmemek durumunda. Bu açıdan tıpkı taşeron işçinin sendikalaşmasında kolaylıklar getiren 6552 sayılı torba yasanın çıkmasında olduğu gibi, en güncel mesele olarak kıdem tazminatı konusunda sendikaların tekrar dayanışmacı bağlar kurması gerekmektedir. Yukarıda da değinildiği gibi Türkiye’de de, sendika-sendika ve sendika-parti ilişkileri artık 1950 ve 1960’ların refah devleti döneminde olduğu gibi belirli bir ideolojik birlikteliğe dayanmıyor. Birliktelikler ancak son kaleler de tehlikeye girdiğinde kuruluyor. Türkiye’de sendikalar son kalelerini birbirleri ile dayanışarak ve sendika olduklarını hatırlayarak korumalı ve siyasetin endüstriyel alanı yutmasına karşı direnç göstermeliler.