Alice, daha sonraları bunu düşündüğünde, nasıl olup da koşmaya başladıklarını bir türlü anlayamamıştı. Yalnızca anımsayabildiği kadarıyla el ele koşuyorlardı; Kraliçe öyle hızlıydı ki, Alice ona yetişmek için elinden geleni yapıyordu. Kraliçe ise hâlâ, “Daha hızlı, daha hızlı!” diye bağırıp duruyordu, ama Alice daha hızlı koşamayacağını biliyordu, tabii ki bunu söyleyecek nefesi olmasa da. En tuhaf olanı da ağaçların ve etraflarındaki diğer şeylerin yerlerini hiç değiştirmemesiydi; ne kadar hızlı giderlerse gitsinler, sanki hiçbir şeyi geçmiyor gibiydiler. “Acaba her şey bizimle beraber mi geliyor?” diye düşündü zavallı şaşkın Alice. Kraliçe de sanki onun düşüncelerini okuyor gibiydi, çünkü “Hızlan! Konuşmaya çalışma!” diye bağırıyordu. Neden bunu yaptığına dair Alice’in hiçbir fikri yoktu. Sanki bir daha hiç konuşamayacak gibiydi; nefes nefese kalmıştı; Kraliçe ise, “Daha hızlı! Daha hızlı!” diye bağırmayı sürdürürken, bir yandan da onu peşinden sürüklüyordu. “Yaklaştık mı?” diye en sonunda sorabildi Alice, soluğu kesile kesile. “Yaklaştık mı!” diye tekrarladı Kraliçe. “Orayı geçeli on dakika oldu! Hızlan!” Ses çıkarmadan bir süre daha koştular, rüzgâr sanki kulaklarının içinde esiyor, neredeyse saçlarını yerinden söküp alacakmış gibi geliyordu Alice'e. “Şimdi! Şimdi!” diye bağırdı Kraliçe. “Şimdi daha hızlı! Daha hızlı!” Öyle hızlı koşuyorlardı ki, sanki ayakları yere değmiyor, havada kayarcasına ilerliyorlardı. Alice artık bitkin düşmek üzereydi ki, nihayet birden durdular. Alice kendini yerde otururken buldu, soluk soluğa kalmıştı ve başı dönüyordu. Kraliçe, onu bir ağaca yaslayıp kibarca, “Şimdi biraz dinlenebilirsin,” dedi. Alice, büyük bir şaşkınlık içinde etrafına bakındı. “Tabii ya, sanki hep bu ağacın altındaydık gibi geliyor bana! Her şey eskiden olduğu gibi!” “Tabii ki öyle,” dedi Kraliçe “başka ne bekliyordun ki?” “Ee, şey, bizim ülkemizde,” dedi Alice nefes almakta hâlâ zorlanarak, “bizim yaptığımız gibi bir süre çok hızlı koşarsanız, ... genellikle bir yere varırsınız.” “Sizinki ağır bir ülkeymiş!” dedi Kraliçe. “Şimdi, gördüğün gibi burada, var gücünle koştuğunda ancak olduğun yerde kalırsın. Bir yerlere varmak istiyorsan, en azından şu an koştuğunun iki katı koşmalısın!”[1]
Son dönemlerde hayatımıza giren yeni yeni sözcükler var. Mesela bir tanesi “post-truth” ve bir süredir belirli bir konuda nesnel gerçeklerin kişisel veya öznel kanaatlerden daha az etkili olması halini anlatmak için kullanılmakta. Malum, çağımız manipülasyon, ajitasyon ve “misinformation” devri; çok çeşitli -yazılı/sözlü/görsel/sosyal- medya kanalları üzerinden sürekli olarak ve baş döndürücü bir hızda bir imgeler bombardımanına maruz kalmaktayız da. Zihinlerimizi ele geçiren bu akış içinde ise hangi malumatın doğru ya da yanlış olduğunu anlamaya dair kocaman ve kesif bir sis bulutu içindeyiz. Fakat tüm bu muğlaklığa rağmen söylediğinden, anlattığından, savunduğundan, iddia ettiğinden emin olan bir kesim de yok değil. Hakikatin bilgisine erişmiş olan bu insanlarla hemen hemen her yerde karşılaşmak mümkündür; özellikle de bu ülke sınırları içinde.
Siz, zamanınızın çoğunu okumaya, yazmaya, çizmeye, düşünmeye vermişsinizdir; antropoloji, sosyoloji, siyaset bilimi gibi sosyal bilimlere, felsefeye, sanata ömrünüzü vermişsinizdir. Sonra birisi gelir karşınıza, 7/24 üzerine çalıştığınız bir mesele üzerine anlattıklarınızı şöyle yarım kulak bir dinleyip der ki: “Yooooo! O iş senin bildiği gibi değil.” Ve ardından başlar abuklamaya… İşte o an arkanıza bakmadan kaçacağınız andır esasında. Çünkü karşınızda her şeyi çok ve en doğru biçimde bilen kişi başlar, size çeşitli “komplo teorilerini” abarta abarta anlatmaya. Belki de, yine son zamanlarda sıklıkla kullanılmaya başlayan yeni kavramlardan biri olan “mansplaining”in bir değişik versiyonu bu da. Çoğunlukla -tabii ki- yine erkeklere özgü fakat bu sefer yalnızca kadınlara yönelik değil de belli bir kuramsal veya rasyonel temele dayalı bir fikri, görüşü olan herkese karşı geliştirilen bir tutum, bu türden bir “komplo teorist” olma hali.
Fransızca “compolot” sözcüğünden gelen “komplo” kelimesinin “entrika, kumpas, gizli düzen/ittifak” manalarında on yıllardır memleketin bilhassa siyasal iktidarları ya da onları çevreleyen kesimler tarafından sıklıkla kullanılagelmiş bir kavram halini almıştır. Hâkim siyasal iktidar ya da devlet zihniyeti olarak hep bir düşman, hep bir tehdit, hep bir kumpas, hep bir gizli tertip arama hali egemendir bu toprakların modern siyasal kültürüne. Bilhassa sağ cenahın oldukça sevdiği söylenceler olma gibi bir özelliğe de sahiptir. Hatta Türkiye’de sağ politik hareketlerin siyasal iktidar ile kurduğu ilişkiler üzerinden bu hareketler için oldukça karakteristik bir nitelik halini almıştır. Mesela; ne de olsa 1960’larda, 1970’lerde Moskof’tan maaş alanların çocukları dış mihrakların banka hesaplarına yatırdığı paralarla ülkeyi karıştırmış, bankaların camlarını kırıp arabaları yakmıştır.
Son dönemde ise Kemalist paradigmanın Yeni Türkiye paradigmasıyla yer değiştirmesi sonucunda da bu ruh hali, kendini sol içinde veya “solcu” tanımlayan ulusalcı, Kemalist çevreler tarafından da yoğun bir biçimde hissedilir olmuştur. Özellikle de 2000 sonrası AKP iktidarı ile İslâmizasyonun ve muhafazakârlığın yükselişiyle birlikte ortaya çıkan yeni nizamı kendine bir tehdit olarak algılayan bu kesimlerin ulusalcılık ya da Atatürk milliyetçiliği olarak adlandırılan bir tutum geliştirmesine sebebiyet de vermiştir. Bu minvalde, bu tutumun vuku bulduğu alan, yine her türlü entrikanın arkasındaki esas role sahip dış mihraklar olan Batılı emperyalist ülkelerin bu ülke üzerinde oynadığı oyunların ve yerli aktörlerinin ifşa edilmesi üzerine kuruludur. Kısacası, bilhassa son otuz yıldır bu ülkenin siyasal gündemi dahilinde söz konusu edilebilecek her türlü mesele için her kesimden insanın ortaya dökeceği öznel kanaatlerini temellendirmek için bu tür bir komplo teorist tavrı çok da çaba sarf etmeye gerek olmadan rahatlıkla benimsemektedir. Milliyetçiler Kürtleri ve solcuları, ulusalcılar İslâmcıları, liberalleri ve Kürtleri, İslâmcılar solcuları, muhafazakârlar liberalleri, solcular milliyetçileri ve İslâmcıları, dış mihraklar ile beraber entrikalar çevirmekte suçlar halde; hem de çoğunlukla vatanperverlik ve anti-emperyalizm soslu komplo teorilerinin bol bol kullanıldığı, nesnel ve rasyonel temellerden yoksun, kişilerin öznel kanıları ile örülmüş söylemler üzerinden.
Bunun yanı sıra, bu komplo teoristlik hali, her an her yerde karşımıza çıkacak bir “bilme” ve bildiğini anlatarak insanları “aydınlatma” halini de almıştır. Sokakta, minibüste/otobüste/takside, kahvede/kafede, berberde/kuaförde, işyerinde, evde, okulda, üniversitede ve sağcı-solcu, genç-yaşlı, cahil-mürekkep yalamış demeden herkes tarafından gönül rahatlığıyla ifa edilen bir misyon gibi âdeta. Başta da, memleketin çeşitli haber kanallarındaki tartışma programlarına şöyle bir bakan birisi rahatlıkla görecektir ki -ağırlıklı olarak erkeklerden mürekkep- konuşanların rahat bir üçte birlik kısmı kendini siyaset bilimci ya da politika uzmanı olarak adlandıran mürekkep yalamışlardan oluşmaktadır. Lakin, anlattıklarına biraz kulak kabartıldığı vakit de kuramdan, bilimsel bilgiden, nesnel analizlerden, metodik ve eleştirel düşünmeden uzak, nereden nasıl çıktığı meçhul olan savların havada uçuştuğu bir atmosferin ortama egemen olduğu da hemen anlaşılabilmektedir.
Misal, belki de komplo teoristlerin üzerine konuşmayı en sevdiği konu olan bir bor meselesi vardır. Hâlâ birçok insanın nereden nasıl çıktığını anlayamadığı bu bor meselesine verilen -abartılı- önem ise yine komplo teoristlerin kanaatlerinin, iddialarının kristalize olduğu anlardan biri haline gelmiştir. Diğer yandan ise, baktığımızda ülkenin hemen hemen her yöresinde dereler, yaylalar, ormanlar, meralar, madenler yağmalanıyor, satılıyor, ranta kurban veriliyor fakat bu hususta sesi, soluğu çıkan bir avuç insan. Halbuki, tüm bu sorunlar bir bor meselesi kadar ne ilgi çekmekte ne de kitlelerin gönlünde taht kurabilmektedir. Çünkü bunun esası ortadadır; bir komplo teoristinin suyla, sabunla olan her teması özünde o şahsın savlarının köksüzlüğünü, ideolojik ya da politik görüşlerinin gerçeklikle arasındaki aşılmaz mesafeyi, çok değerli görüş ve kanaatlerinin birer köpükten balon olduğu ortaya çıkmasının yanı sıra yaşam pratiği ile de sınanmaktadır. Özetle, kişinin ayinesi iştir, lafa bakılmaz. Siyasal iktidar ile, devlet yapılanması ile ya da bir koza içindeymişçesine kişiyi sarıp sarmalayan “mahallesi” ile ilişkilerini zayıflatacak veya bir biçimde ters düşmesine yol açabilecek herhangi bir praksisle iştigal etmek yerine, kişi, oturduğu yerden komplo teoristliği yaparak bir yandan pek bir değerli/kutsal olan vatanı, milleti, memleketi kurtarmış diğer yandan da yüksek bir zihnî kapasiteye, engin bir bilgi birikimine ve keskin bir hiss-i kable’l vukuya sahip “münevver” bir şahsiyet olma payesini de elde etmiş olur.
Son olarak da, insanlık tarihi boyunca birikerek ortaya çıkmış sanat, felsefe ve bilimden nasibini almamış veya var olan cehaletini de kapatma gayreti için ya da bilginin sağladığı iktidarı en az çaba ile elde etme naifliği olarak addedilebilecek de olan bu türden bir komplo teorist olma hali tek kelimeyle trajikomiktir. Velakin, esas ironik olan kısmı ise kuşku ve korku arasındaki çizginin, özünde laf kalabalığı olmaktan öteye geçemeyen savların, kanıların izdihamı arasında gözlerden kaçmasıdır. Velhasıl kelam, Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı eserinin “Önsöz”ünde Dante’nin İlahi Komedya’sından alıntıladığı gibi: “Qui si convien lasciare ogni sospetto / Ogni vilta convien che qui sia morta.”[2]