Mazlumun Ahı: Irak Dünya Mahkemesi

İki senelik Irak Dünya Mahkemesi (WTI) süreci, 24 Haziran’da başlayan, 27 Haziran’daki vicdan jürisi kararı ile nihâyete eren toparlayıcı oturumla noktalanmış oldu. Gönüllü arkadaşlar harıl harıl üç günlük oturumun tamamını internet ortamına (www.istanbul.worldtribunal.org) kaydetmek için çalışmayı sürdürüyorlar ben bu satırları yazarken. Kayıt demişken, benim bildiğim birkaç tane belgesel projesi, sanırım en az bir de kitap planı var. Bir de merak ettiğim bir husus: İstanbul’dan önceki tüm oturumların kayıtlarının toplu bir halde erişilir kılınıp kılınmayacağı. Bu zorlu bir proje, ama İngilizce’nin yanı sıra özellikle Arapça ve Kürtçe dillerinde (ve gönül ister ki Türkçe’de de) iki yıllık tüm kayıtların erişilebilir kılınması WTI’ın “hiyerarşik olmama” niyetini kuvvetlendirecek bir devam adımı olabilir.

MEDYA ERİŞİMİ

Bizim basının (sağlı sollu) mahkemenin takibi ve haberleştirilmesinde geçer not aldığı kanaatindeyim. Ancak köşe yazarlarının çoğu sessiz kalmış, 1 Mart tezkeresinin reddi sonrasında savaş şakşakçısı olarak saf tutmuş eşraf da ithâm altında hissedip çamur atmaya yeltenmiş. Ortadoğu ve Güney Asya basını hayli önemsemiş mahkemeyi, bir dolu ajans ve gazete haberi ayrıntılı olarak geçmiş. Kuzey Amerika medyası haliyle (internette yayın yapan muhalif siteler dışında) neredeyse tamamen görmezlikten gelmiş. Avrupa medyası da benzer şekilde haberi “uzun atlamış”.

Mahkemenin haberleştirilmesi hakkında bir not düşmeli, muhalif toplumsal hareket örgütlerinin medya stratejilerini tartışmak açısından: Vicdan jürisi sözcüsü olarak Arundhati Roy’un öne çıkarılması, bir taraftan WTI’ın Türkiye medyasını kısmen yönlendirebilmesini sağladı denebilir. Roy’un yüzünün ve şöhretinin peşine düşen gazete ve televizyonlar sayesinde adalet hareketinin bazı temel mesajları aktarılabildi. Öte yandan, onca Roy güzellemesi arasında oturum tanıklıklarının içeriği ve WTI’ı oluşturan geniş ulusötesi koalisyonun unsurları biraz ikinci plana itildi. 27 Haziran’daki basın toplantısında basına “benden bir kişilik kültü yaratmayın” diyen Roy da bu eğilimin farkındaydı sanırım.

Bir de, sunuşlar sırasında ve aralarda insanlarla konuşurken, sonrasında yazılan ve söylenenleri takip ederken iki senelik WTI süreci hakkında pek çok insanın bilgisi olmadığı dikkatimi çekti. Bu bilginin bir kısmını (İngilizce biliyorlarsa daha büyük bir kısmını) internet erişimi olanlar edinebilirler tabii, ama bu tür ulusötesi girişimlerde internete fazla ağırlık vermenin yereldeki bedelini de düşünmek lazım. (2003 itibariyle Türkiye’de her 1000 kişiden sadece 85’inin internet kullanıcısı olduğunu not düşeyim.) İstanbul’a gelene kadar yapılmış olanlar, üç günlük içeriğin ne kadarının önceki 20 oturumun tekrarı, ne kadarının yeni olduğu açılışta daha ayrıntılı ele alınabilirdi. Bu eksiklik kısmen olağanüstü bir özveri ve enerji ile çalışan İstanbullu örgütçülerin ulusötesi düzleme Türkiye içindeki muhalefetten daha fazla ağırlık vermiş olmalarından kaynaklanmış olabilir. Bu hususa yine döneceğim.

İNSAN HAKLARI HUKUKU MU, SAVAŞ-KARŞITI EYLEM Mİ?

Bu retorik soruya, WTI kolektifinin kağıt üstündeki niyeti hatırlatılarak “hem hukuk, hem eylem, menzilde adalet!” diye cevap verilebilir. Bunun yanında, sürecin politik pratiği içinde gerek önceki oturumlarda, gerekse de İstanbul’daki buluşmada daha legalist bir perspektifi olan katılımcılarla, feminist, anarşist, vs. olsun daha aktivist bir perspektifi olanlar arasında belirgin bir anlayış (ya da en azından, vurgu) farklılığı olduğunu düşünüyorum.

Emperyalist haydutluğun sebep olduğu çokboyutlu tahribatın hesabını sorma konusunda amacı ortak olan bu yaklaşımlardan birincisi, 1967’deki Russell Mahkemeleri’nden bu yana uluslararası hukuk alanında her şeye rağmen pek çok kazanım elde edildiğinin altını çiziyor. Savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar alanında, BM sistemi içinde ABD’nin dayattığı engellerle hem sistem içindeki kurumlar içinde, hem de küresel koalisyonların desteğiyle mücadele etmeyi sürdüren hukukçular, WTI girişimi sâyesinde uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmeyi umdular. Legalist bir konuma yakın olanlar için, ne tür suç ve ihlâllerin, hangi sebeplerle, nizâmi ve devlet-ötesi bir çerçevede ele alınması gerektiği üzerinden politika yapılması; ABD işgüzarlığının BM sistemi içinde geriletilmesi; oraya gelene kadar da ABD ve İngiltere’nin suçlarının müstakbel bir dâvâda kullanılmak üzere kayda geçirilmesi daha âcil vazifeler.

Aktivist dertleri, barış hareketinin ihtiyaçlarını öne çıkaran katılımcılar ise hukuk mücadelesinin hâkim olan devlet-merkezli eksenden insan-merkezli bir eksene çekilmesine; bu mücadelenin yaygın savaş-karşıtı öfkeden beslenmesine vurgu yapıyorlar. Bu meyânda en azından bazı eylemciler için WTI, Felluce sokakları gibi, zâlime direnişin mevzilerinden biri oldu. İki sene önceki dinamizmini yitirmiş görünen savaş-karşıtı hareketi, hesap sormanın meşruiyetini ABD haydutluğuna karşı oluşmuş küresel tepki üstüne bina ederek cesaretlendirmeye çalıştı aktivistler. İddia heyeti üyelerinin bir kısmının belge ve kanıttan ziyâde retorik kullanarak işgalcileri ithâm etmeleri, bazı Iraklı heyet üyelerinin kanıtlarını sunarken çerçeveleriyle ilgisiz olsa bile yekpâre ve millî bir direniş cephesinin varlığını vurgulamaları mücadele kertesine verilen önceliğe işaret ediyordu.

Bu iki önceliğin keskin bir çatışma ekseni oluşturduğunu söylemiyorum, kendi içinde legalist ve aktivist beklentiler de farklılaşıyor kuşkusuz. Geride kalan iki yıllık süreci, artılarıyla eksileriyle, bütün duygu yoğunluklarıyla, bu iki anlayış arasında süregiden müzakere, çekişme, dayatma, dayanışma, uzlaşma ve tâviz ilişkileri kurdu. İstanbul Koordinasyonu mümkün olduğunca açık-uçlu, yatay bir platform altında farklı beklentileri bir arada tutmak için çalıştı. Sorunlardan bahsederken zor, yorucu ve pahalı bir organizasyon olan WTI İstanbul Oturumu’nun büyük fedâkârlıklarla gerçekleştirildiğini akıldan çıkarmayalım.

Mahkemenin politik çokanlamlılığını muhafaza etmenin, benim gözlemlediğim kadarıyla, bir sonucu, en azından dramaturjik açıdan, vicdan jürisi ile iddia heyeti ve tanıklar arasındaki iletişimin zayıflığı idi. Panellerdeki sunuşlar işlenen suçların çokboyutlu zararını ifşa edebilmek açısından gayet iyi kategorize edilmişti. Ama sunuşların içeriği, temel ve ayrıntılı bir iddianamenin rehberliği olmadığı için olsa gerek, savaş-karşıtı propaganda ile hukuksallık arasında gidip geldi. Vicdan jürisinin “politik tespit ve analiz” formundaki konuşmaları değerlendirirken tereddüt ettiklerini, konuşmaların karara ne tür bir etkisi olmasının beklendiği konusunda sorular sorduklarını gözlemledim. Bu soru-cevaplar da hemen her seferinde hukuk formundan uzaklaşıp siyasi münazara formuna girdiler. Çok seyrek yöneltilen gözlemci soruları bu hâli sadece pekiştirdi.

Yanlış anlaşılmak istemem: İster dünya halklarının adalet talebine yaslanarak toplansın, ister otoritesini bir devletin anayasasından alarak toplansın, her mahkeme bir “gösteri”dir, teatral bir boyut taşır. Yargı performansının meşruiyetini kuran unsurlardan biri de gösterinin cemaatçe tanınabilir ritüellere riâyet etmesidir. Hukukî bir repertuar ile eylemci repertuarı birleştirilirken dramaturjik etkiye biraz daha dikkat edilebilir, mahkemenin konferans formuna kaymasının önüne daha iyi geçilebilirdi.

IRAKLILARIN ELEŞTİRİLERİ

26 Haziran’ı 27’sine bağlayan saatler boyunca vicdan jürisi sunulan belge ve tanıklıkları değerlendirip tartıştı, üç günün ağırlığını kaldırmaya çalışarak sabahladı ve basına bir karar metni sundu. Duygusal olarak zorlu şartlar altında hazırlanmış, jüri üyelerini tatmin etmeyen bir metindi yazılan, ama değerlendirilmesi beklenen suçlamalar hakkında tek tek yargı ve eylem önerisi belirten, meydan okuyan bir metindi.

Basın toplantısı dağıldıktan kısa bir süre sonra gazetecilerin hemen hepsinin ayrılmış olması sebebiyle toplantının yapıldığı otelin başka bir salonunda haberlere yansımayan bir tartışma başladı. Karar metni ve mahkemeden beklentilerle ilgili, Iraklı tanıklar, vicdan jürisi üyeleri ve WTI koordinatörleri arasında yer yer hayli gerginleşen bu münakaşaya değinmekte yarar var.

Bazıları Baas’ın merkez tarafından dışlanan sol kanadından, bazıları da Sünni militan gruplara yakın olan, büyük çoğunluğu Arap kökenli Iraklı grubun ortak bir çizgisi olmasa da, tartışma sırasında sert bir üslupla jürinin Saddam Hüseyin ve yandaşları tarafından işlenmiş suçlar hakkında fikir beyan etmesini yanlış bulduklarını ifade ettiler. Doğru hatırlıyorsam basın toplantısı sırasında “Saddam Hüseyin’in suçları” gibi bir ifade kullanılmıştı. Bazı Iraklı katılımcılar bu tür suçların WTI çerçevesine girmediğini, mahkemenin işinin çok daha korkunç suçlar işleyen ABD ve İngiltere’yi yargılamak olduğunu hatırlattılar. Hüseyin rejimi ile başka bir mahkemede, bağımsız Iraklılar hesaplaşmalıydılar. WTI müdahale ederse Irak direnişine nifak tohumu atılmış olurdu. Jüri üyelerinin bir kısmı, mahkemenin uzlaşması için WTI çerçevesinin sınırlarını bu şekilde bilmesi gerektiğini onayladılar, ama bir kısmı da Iraklılar’ın direnişle ilgili eleştirilere kapalı olmasından yakındılar.

Buna ek olarak, daha militan bir yerde duran Iraklı tanıklardan biri, kendilerinin mahkeme sırasında zaman zaman telaffuz edilen “Irak halkları” tanımını yanlış bulduğunu, Arap, Türkmen, Kürt ve diğer grupların işgale karşı ulusal bir birlik içinde olduklarını, ABD’nin bu “halklar” ayrımı ile bölücülük yaptığını, o yüzden tekil “Iraklı” tanımını kabul ettiklerini beyân etti öfkeyle. (Bayağı şiddetlenen tartışma sırasında sesini yükseltemeyen bir Iraklı bana bu görüşe katılmadığını, direnişteki farklılıkların tartışılması gerektiğini düşündüğünü anlattı tartışmadan sonra. Ama hemen ardından da öfkeli arkadaşlarının çoğunun işgalde yakınlarını kaybetmiş veya büyük maddî-manevî zarara uğramış olduklarını, İstanbul’a gelip kamu önüne çıkmakla kendi hayatlarını tehlikeye atmış olduklarını hatırlattı.)

Tartışmada tanıklardan Souad Naji Al-Azzawi’nin dikkat çektiği üçüncü bir husus (ki diğer Iraklılar’ın mahkeme sırasında verdikleri ifadelerde de dile getirilmişti) mahkemeden daha hukukî bir sonuç beklendiğine ilişkindi. Sunulan onca kanıtın karar metnine yetersizce yansıdığından dem vurdu Al-Azzawi ve metnin yüzeyselliğinden yakındı. Kendisine jürinin elinden geleni yaptığı, yakın zamanda daha ayrıntılı bir metin hazırlanacağı hatırlatıldı.

“IRAK DİRENİŞİ”

WTI’ın çerçevesini işgalcilerin suçları ile sınırlamış olmasının sonuçlarını, mahkeme hakkında hariçten gazel okumak için değil de, bundan sonra (özellikle Türkiye’de) geliştirilecek savaş-karşıtı stratejileri tartışabilmek için, ele almak gerek. Paneller boyunca “ayrılıksız bir bütün”, “ulusal bir birlik”, “meşru bir cephe”, “Irak halkının çığlığı”, “barış hareketinin lokomotifi” gibi sözlerle olumlanan direniş hemen hiç sorgulanmadı. Vicdan jürisi de kararında direnişin meşruiyetini onaylayan genel bir ibâre kullanmakla yetindi. Gözlemlediğim kadarıyla jüri üyelerinden Hana Al-Bayaty Irak direnişinin yarattığı kurban ve mazlumları, bazı şiddet eylemlerinin küresel hareketin meşruiyetine verdiği zararı tartışmaya açmak istiyordu, olmadı. (İkinci günün ilk oturumunun sonunda Al-Bayaty paneldeki Iraklılar’a “direnişçilerin akademisyenleri öldürmesi küresel hareketin meşruiyetini zedelemiyor mu” gibi bir soru yöneltince gelen cevaplardan biri sert oldu: “Kesilen kafalar, işbirlikçilere aittir.”)

Ortadoğu’nun hâllerine hem coğrafî, hem politik olarak uzak eylemcilerin direniş hakkında “siyâseten doğru” bir çizgi tutturmaları anlaşılabilir. Ancak Türkiye’den bakarken, özellikle Sünni direniş gruplarının saldırılarının ölü ve diri kurbanları, kadınlar üzerinde kurulmakta olan dinî baskı, Irak’taki yabancı işçilere uygulanan şiddet, Kürt topluluklarla olan düşmanca ilişkiler, tüm bunlar “ulusal cephe” adına görmezlikten gelinebilir mi? ABD’ye yaranmak için değil, kendi adalet anlayışları çerçevesinde Iraklılar’ın Iraklılar’a karşı işlediği suçları konu edinmeyen WTI kolektifinden uzak duran Türkiyeli Kürt grupların eklemlenebileceği bir hareket platformuna ihtiyaç yok mu?

BURADAN NEREYE?

Son olarak WTI’ın Türkiye’ye ne kadar dokunduğu meselesine geleyim. 3 Temmuz 2004’te Birgün’de, anti-NATO eylemleri sonrasında “Hareketimiz Nereye?” diye sormuştum. Orada, eylem stratejileri açısından “ulusal” kadar “küresel sivil toplum”un da fetişleştirilebileceğini; köklere sarılmayan, erişilebilir, sonuç alınabilir bir dizi hedef etrafında kampanya yürütmeyen küçük gruplarla, ister yatay ister dikey örgütlenilsin, ulusötesi bir hareketin değil, ancak bir mitin parçası olunabileceğini imâ etmiştim.

Aynı şey WTI ve sonrası bağlamında yine hatırlatılabilir. Elbette, İstanbul Oturumu’nu mümkün kılan kolektifin İstanbul-dışı, Türkiye-içi bağlantılarının kuvvetli olmaması, ya da çekirdeğine dahil olan ve organizasyon yükünü sırtlayanların belirli bir-iki politik çevreden olması tamamen Koordinasyon’un kabahati değil. Sol-içi birlikte çalışma kültüründeki arızalı halleri biliyoruz – kimi içine sekter almak istemez, kimi el koyamayacağı işe yardım etmek istemez, kimi hepten kavgalıdır, kimi garip bir hınç doludur... Ancak ulusötesi ilişkilerde (İngilizce bilmek, yurtdışına sıkça çıkabilme ayrıcalığı gibi politik sermaye birikimleri yardımıyla da) açık olurken, ulusal ilişkilere gelince “küçük olsun, bizim olsun”un tercih edilmesi herkes için bir alışkanlık halini alırsa Türkiye’deki savaş-karşıtı hareketin “küresel sivil toplum”un internet bağlantılı, şenlikli, lâkin mitik bir kurgusu içinde etkisini yitirmesi işten bile değil.

AKP iktidarının ve müttefiki olan kapitalist grupların ABD dış politikasına iyice yanaştıkları, Kürt düşmanlığının gitgide gündeliğe yayıldığı, Türkiye emekçilerinin örgütlenme, sağlık, eğitim, istihdam, temel tüketim gibi alanlarda mevzi üzerine mevzi kaybettiği bir ahvâlde savaş, ayrımcılık ve sefâlet arasındaki münasebet üzerinden kurulacak bir siyâsete ihtiyacımız var.

WTI kritik bir dönemde kritik bir müdahale yapmış oldu, bu fırsatı nasıl değerlendirebileceğimiz bize kalmış. Bu iki senelik deneyim başka ülkelerin ezilenleriyle kolkola girip nelere cüret edebileceğimizi de gösterdi bize.

Bundan sonra bu halay için daha fazla Türkiye yurttaşını ayağa kaldıracak bir türkü bulmamız lazım. O vakit mazlumun âhı âhesteden birkaç devir daha sürâtle çıkmaya başlayabilir.