Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü Üzerine (Zur Genealogie der Moral) olarak adlandırdığı polemiği akademik felsefe dünyasında düşünürün üzerine en çok çalışılan eserlerinden biri olagelmiştir. Bunda hem aforizmalarla düşünmeye çalışan filozofun bu sefer düzyazının imkânlarına bu kadar yaslanması, hem de artık olgunluk çağına gelmesiyle birlikte önceki basılı eserlerinde serdettiği düşünceleri daha vurucu ve veciz şekilde ifade edebilmesi etkili olmuştur. Örneğin, İnsanca Pek İnsanca ile bir karşılaştırma, üslubundaki söz konusu ilerlemeyi açık bir şekilde gösterir. Denilebilir ki, Nietzsche için düşüncelerin düzyazıda ifade edilmesi, üslubun ve tonlamanın gözetilmesi ile felsefe yapmak birbirinden ayrılmaz ilkelerdir. Bu durum Kant ve Hegel gibi öncüllerle kıyaslandığında belirgin bir karşıtlık arz etmektedir.
Soykütük eserinin altbaşlığı “Bir Polemik” şeklindedir, yani, sanıldığının aksine, filozof burada ahlâkın ortaya çıktığı o mitik ânı betimlemekle uğraşmaz, böyle bir araştırma reddettiği metafizik geleneğin ciddiye alabileceği bir uğraştır ancak. Yapmaya çalıştığı, ahlâk denilen iyi ve kötü değerlerinin birer değerlendirmesini yapmak, bu değerlerin değerlerini saptamak, insanlık tarihindeki sergüzeştlerine spekülatif bir ışık tutarak yeni bir bakış açısı yaratmaya çalışmaktır.
Bu magnum opus boyunca Nietzsche oklarını yönelttiği gerçek hedeflerini çoğu zaman açık etmez. Toplum sözleşmesi kuramı, Kantçı ahlâk, Hıristiyan çileciliği, Hegel’in köle-efendi diyalektiği gibi sayısız felsefe tarihi referansı metnin anlaşılması için elzemdir. Bunlardan bir tanesi ve bu denemenin konusunu da oluşturan mesele ise “söz verme” ve “hafıza” kavramlarıdır.
Siyasal alanın oluşumunun hikâyesine buradan başlar Nietzsche. Söz verebilme ve sözünün insanı olabilme yetisinin bir şekilde insan denilen hayvan türü için birer zorunluluk haline getirildiğini söyler. Bu gereklilik paradoksaldır çünkü “toplum-öncesi” insan unutkan bir hayvandır. Bu unutkanlık (Vergesslichkeit) onu sağlıklı kılandır, onu yaşama ve toprağa bağlı kılan, akışın doğallığına göre hayatını idame ettirmesini sağlayandır. Kör sabitliklerin, tekdüze hesap kitapların olmadığı bu yaşamda, bugün verilen sözün yarınki koşullarda hayli hayli unutulduğu o yarı-gerçek yarı-mitik ortamda bilinçaltının kendi kendini idare edebilen güçleri hayatı devam ettirmektedir. Nietzsche için çok değerli ve önemi yitirilmiş bir kavram olan sağlık işte bu tarz bir unutkan-yaşamda alabildiğine güçlenir.
Bu unutuşun kesintiye uğraması tam tersi yönde çalışan başka bir yetinin geliştirilmesiyle meydana gelmiştir: hafıza (Gedächtnis). Unutkanlık ne kadar bilinçaltının sorunsuz ve sorumsuz yaşamını mümkün kılıyorsa, hafıza da bir o kadar (öz)bilincin gelişmesini beraberinde getirir. Kısacası, (en baştan beri var olan) unutkanlık-bilinçaltı ile (sonradan geliştirilen) hafıza-bilinç arasında amansız bir mücadele, görülmemiş yeniliklere gebe bir çatışkı zemini kurulmuştur artık. Soykütük’te Nietzsche (Rousseau’nun Eşitsizliğin Kökeni’nde arka çıktığı) toplum sözleşmesi kuramına karşı çıksa da, yukarıda betimlenen anlatıda Rousseaucu izlekler gözden kaçmaz. Nietzsche’de görülen doğallığın hüküm sürdüğü sağlıklı bir “başlangıç” ve ardından siyasal-toplumsal alanın güç kazanmasıyla meydana gelen ve baştaki düzeni yerle bir eden değişim düşüncesi, Rousseau’nun en bilindik düşüncelerinden biridir.
Hafıza yetisi insanlık tarihinin başlangıcında (her bireyin yaşamının başında da) ancak zayıf bir yeti olarak bulunmaktadır. Toplumsal yaşam bu zayıflığın giderilmesini istemektedir. Söz verebilme ve bunu gerçekleştirebilme, hesap verebilir ve hesaplanılabilir olma, dünkü birey ile bugünkü arasındaki değişimlerin bastırılmasıyla bir kimlik inşa edebilme gibi toplumsal yaşamın olmazsa olmaz ilkelerinin kurulmasını mümkün kılar beşerin hafızasının güçlendirilmesi. Modern yaşam işte bu gerekliliklerin önceki çağlara göre çok daha gerekli olduğu bir dönem olmuştur. Yaşamlarımızdaki tüm seçimlerimiz (iş, eğitim, vb.) bizim için bu sabit kimliklerimizi oluşturabildiğimiz ölçüde mümkündürler. Ayrıca, davranışları önceden büyük ölçüde tahmin edilebilir birer istatistikî birim olma “yeteneğimiz” de gene kim olduğunu, kimliğini hatırlamakla, yani toplumda kişiye biçilmiş olan kalıplara uymakla mümkündür – sana ayrılan bir yer vardır toplumda ve ne kadar değişime maruz kalınırsa kalınsın o kimliğin gerektirdikleri sonuna kadar yerine getirilmelidir.
Peki hafızanın geliştirilmesi ve de bu yolla toplumsal düzenin inşası nasıl mümkün olacaktır? Nietzsche cevabı işkence tekniklerindeki yaratıcı buluşlarımızda görür. Bize sadece sonsuz acılar yaşatan fenomenlerin hafızamıza işlendiğini belirtir. Bu işlem ise en hakiki ve basit anlamda bedenin işkence ile yoğrulmasıyla mümkün olabilmiştir. Başlangıçtaki kaotik, unutkan, kim olduğunu ve neler yap(ma)ması gerektiğini ihmal edip duran bu “doğal” insan on binlerce yıldır türlü işkencelerle şekillendirilmeye çalışılmıştır. Bedenin azabı, acısı, dayanılmaz fiziksel işkence kadar unutulmaz bir şey yoktur hiçbir zaman; bu unutulmayan olayın hafızada kodlanırken kişinin bilinci ve akılsallığı güçlendirdiği de muhakkaktır. Bu güçlendirme üretken ve stabil toplumun inşası ve devam ettirilmesi için olmazsa olmaz bir gereklilik durumundadır.
Altını çizmekte fayda var. Bu anlatı hafızanın ya da toplumsal-siyasal alanın “ortaya çıkışı”nı anlatmak bir yana, böyle bir ortaya çıkış ânının varlığını bile kabul etmemektedir. Böyle düşünmek zihnimizin daha yatkın olageldiği ex nihilo açıklama kalıbına uyar çünkü. Hiçlikten var olma ya da varken hiçliğe hapsolma gibi durumlardan ziyade; daha önce kenarda köşede kalmış atıl bir etkenin öne çıkıp merkeziyet kazanması ya da tam tersi gibi organik açıklamalar söz konusudur Nietzsche’nin tartışmasında. Bu organik anlatılar inşası zaten Nietzsche’nin öncesine, erken Romantiklere kadar götürülebilecek, yani 18.-19. yüzyıl Alman düşüncesinde yaygın bir temadır. Mekanik açıklamalara itibar etmeyip büyüme-gelişme-ölme-yeniden canlanma gibi zincirlerle inşa edilen bu açıklama o dönemlerde hayli revaçta olan tarih felsefesi eserlerinde çokça kullanılan bir anlatım biçimidir.
Peki tüm bu anlatı ne ifade ediyor Nietzsche için? Nietzsche, çağımızda tanıtıldığın aksine, tüm normları yok sayan, postmodernizmi düşünsel olarak önceleyen bir düşünür değildi. Nietzsche’yi böylesine okumak için bolca kanıt elbette bulunabilir; ama bizzat kendisi eserinin daha ilk sayfalarında bir soykütük çalışması yapmasının ardında yatan sorunun tüm bu olup bitenlerin insanın (kültürel, sanatsal, zihinsel, vb.) gelişimini ne ölçüde etkilediğini saptamak olduğunu belirtir. Sağlık ve bedensel-zihinsel gelişim Nietzsche’nin ömrü boyunca asla elden bırakmadığı kriterleridir ve yukarıda betimlenen hafıza-unutkanlık çatışmasında onun oklarını kendine çeken durum, modern yaşamda birincisinin ikincisi karşısında aşırı gelişim göstermesidir. Bu denge kaybı sağlığın ve kültürel, tinsel gelişimin kaybı ya da en iyi ihtimalle bu iki eksende gelişimin durması demektir. Başka bir deyişle, Nietzsche modern insanda tespit ettiği bu hipertrofik durumun ancak unutkanlık-bilinçaltı ekseninin hak ettiği sağlıklı dengesini yeniden kazanmasıyla giderilebileceğini söylemektedir. Bu talep bilincin ya da hafızanın tamamıyla kurban edilmesine değil, iki yeti arasında (toplumdan topluma, kişiden kişiye, çağlara göre değişebilen) sağlıklı bir denge kurulabilmesi ihtiyacına işaret etmektedir. Bu ise Nietzsche’nin Aristotelesçi etik anlayışına aslında ne kadar yakın olduğunu göstermektedir. Günahların değil ama estetik ya da nahoş kaçan etik eylemlerin olduğu aristokrat polis hayatına birçok Alman filozofu gibi Nietzsche de ömrü boyunca hayranlık beslemiştir ve düşüncesinin pek çok izleğinde bunun etkisi görülebilir.
Hafıza-unutkanlık ilişkisinde ikincisinin aşırı zayıflamasının tehlikesine dikkat çeken Nietzsche, bu iddiasıyla da felsefe geleneğini tersine çevirmeye çalışmaktadır. Kant’ın ahlâk anlayışında sözünde durmanın ahlâkın en önemli örneklerinden biri olarak verilmesi; Hegel’in sürekli yaptığı (öz)bilinçlenme vurgusu ve Tinin Görüngübilimi’nin son “Mutlak Bilme” bölümünü bir hatırlama (Erinnerung) olarak betimlediği gibi merkezî düşünceler göz önüne alındığında, Nietzsche’nin bu tartışmasında açmaya çalıştığı perspektifi ve polemiğinin hedefini daha iyi gösterebilmek mümkündür. Aşırı entelektüelizm, bilginin ve aklın haddinden fazla değer kazanması, bedenin ve önemsiz addedilen beslenme, sağlıklı yaşam, duyguların önemi gibi birçok konunun nihilist olarak gördüğü modern düşünce geleneğinde değerlerinin yok sayılması, onun düşüncesindeki en kritik temaları oluşturmaktadır.
Günümüzde Nietzsche’nin kastettiği anlamda hafızayı güçlendirme süreçleri doğrudan bedeni hedef almak yerine imgeler, temsiller ve benzerleri gibi sanal dünya yoluyla zihinlerimize odaklanıyor – okul yoluyla, televizyon yoluyla, reklam ve eğlence endüstrisi yoluyla. Kafamıza her gün reklam panolarından, ekranlardan ve benzerlerinden sokuşturulan onca çerçöpün olduğu bir ortamda unutabilme yetilerimizi kaybetmemenin değerini vurgulayan, hafıza-i beşerin nisyan ile malul olmasının birer bela olmadığını, aksine kurtuluş imkânı sunduğunu belirten Nietzsche’nin felsefesi bugün o yakıcı güncelliğini hâlâ sürdürmekte.
İllüstrasyon: Dominik Borkowski