1989 senesinde, siyasetbilimci Francis Fukuyama'nın National Interest dergisinde yayımlanan "The End of History?" adlı makalesi, Batılı anlamda liberal demokrasinin zaferini duyurmuştu: "Tanıklık ettiğimiz şey, yalnızca Soğuk Savaş'ın sona ermesi veya savaş-sonrası tarihin belirli bir evresinin adımlanması değil, beşeri idarenin nihai biçimi olarak insanoğlunun ideolojik evriminin son noktasını ve Batılı anlamda liberal demokrasinin evrenselleşmesini işaret eden tarihin sonudur.” Ancak Fukuyama'ya göre, Donald Trump'ın Clinton'ı seçimlerde alt etmesi yeni bir popülist milliyetçilik devrini işaret ediyor: "Yalnızca Amerikan siyaseti için değil, bütün bir dünya düzeni için bir dönüm noktası."
ABD Başkanlık Seçimi’nin sonuçlarına dair açıklamalar sunmak için didinen uzman kalabalığının içine Fukuyama’nın sınıf kavramıyla güçlü bağ kuran analizi daldı. Fukuyama, seçimlerin ardından her fırsatta, sınıfsal bölünmenin kimlikle ilişkili diğer tüm ayrımlara baskın geldiğini inatla vurgulamaktan geri durmadı. Financial Times’ta yazdığı son makalesinde şöyle diyordu: “Bugün birinin eğitim düzeyi ile tanımlanan toplumsal sınıf, sayısız sanayileşmiş ve piyasa mantığının giderek yükseldiği ülkelerde, tek başına en önemli toplumsal yarılmaymış gibi görünüyor. Tam bu sırada bakıyoruz, Demokrat Parti “kadınların ittifakı, Afro-Amerikalılar, Hispanikler, çevreciler ve LGBT topluluğu gibi ekonomik odağını kaybetmiş kimlik politikalarının partisi konumunda”.
Natalia Koulinka: Sınıf kavramının kamusal söyleme olduğu kadar akademik ortama da baskın bir biçimde geri dönüşü mümkün görünüyor mu?
Francis Fukuyama: Mesele bundan daha karmaşık. Benim argümanım, sınıfın hakikaten insanların politika hakkında düşünme biçimlerini belirlediğidir. Elitlere karşı öfkelenen insanlar taş çatlasa lise mezunu ve bunların ekonomik açıdan başarı şansının zayıf olduğu bir gerçek. Gelgelelim, söz konusu insanların çoğu kendisini proletaryanın bir parçası olarak görmüyor. Yine bu insanlar kendi durumlarını büsbütün ekonomik terimlerle izah etmiyor, daha ziyade kimliğe, hatta ve hatta ırksal kimliğe dair terimlerle izah ediyorlar. Bu yüzden, bence, başta ABD'nin olmak üzere ancak diğer ülkelerin de siyasi manzarasında vuku bulan şey ulus, etnisite yahut ırk biçimlerinde tezahür eden kimliğin sınıfa vekalet eder hale gelmesidir.
Dolayısıyla, ABD’de işçi sınıfı Hillary Clinton’dan ve Demokrat Parti’den pek hazzetmiyor çünkü bu insanlar, bu partinin bir avuç azınlığın -Afro Amerikalı ve Hispaniklerin, gay, lezbiyen ve türevlerinin- partisi olduğunu dile getiriyorlar. Bu insanlar şöyle de düşünüyor olabilir: “Bu grupların hepsi bana kıyasla çok daha avantajlı. Sistem bana değil, onlara ayrıcalıklı muamele ediyor çünkü ben beyazım.” Bu tarz bir muhakemenin sonucunda, baskı ve ayrımcılığa maruz kalan azınlığın kendileri olduğu sonucuna varıyorlar. Başka bir deyişle, toplumsal sınıfın temel gerçekliği ve insanların onun hakkında düşündüğü şey arasında bir çelişki mevcut. Lafı açılmışken, Birinci Dünya Savaşı’nı hatırlarsak, bunun yeni bir fenomen olmadığını anlarız. 1914’te, tüm sosyalist ve komünistler dünyanın bütün işçilerinin birleşeceğini umuyordu ama ne oldu, onlar, haldır haldır İngiliz, Fransız ve Alman olarak yol aldılar. Bu, sınıfsal bölünme hâlâ baskın olsa da, ulusal kimliklerin nasıl güçlü olduğunun bir örneğidir.
NK: Ulusal kimliğin görmezden gelinemeyecek cazibesine dair bir açıklama, ulusal kimliğin romantizasyona elverişliliği gerçeğinde yatıyor. Üst düzey bir eşitlikçi toplum doktrini olarak sosyalizm böyle bir şeye karşı çok daha dirençlidir.
FF: Doğrudur.
NK: ABD’deki seçim sonuçlarıyla ilgili açıklamalarınız bağlamında eğitim meselesine atfettiğiniz rolü biraz daha açsanız? Örneğin, oy tercihlerini etkileyen şeyin, eğitim düzeyinin düşük yahut yüksek olması gibi maddi koşullarla ölçülebileceğini mi söylüyorsunuz?
FF: Hiç öyle söylemiyorum. Maddi koşullar önemlidir. Ancak bugün Amerika’daki birinin ekonomik olarak ne durumda olduğu ve ne tür bir işe sahip olduğu tamamen o kişinin eğitimine bağlıdır. Bilhassa fen ve matematik alanlarında yüksek öğrenim görmüş birinin, oldukça yüksek bir ihtimalle, bu eğitimi alamayan birinden daha iyi ücret alacağı bir işi olur, öte yandan eğitimden yoksunluk hayalleri suya düşürür çünkü söz konusu işler teknoloji-yoğundur. Vaziyete politika hakkında bir yorum getirmek gerekirse, eğitim insanların politik tercihlerini doğrundan değil, ekonomik koşullar vasıtasıyla dolaylı olarak etkiliyor ve bu nihayetinde insanların oy tercihlerini de şekillendiriyor.
NK: Pek çok yorumcu “Brexit”i ABD’deki seçim sonuçlarıyla ilişkili olarak ele alıyor. Ancak şöyle geriye doğru daha dikkatli bakıldığında, daha evvelden vuku bulan benzer olayları görebiliyoruz. Örneğin 1994’te, Belarus’ta neoliberal bir ekonomi politikasını uygulamaya koyma girşimleri, ilk başkanlık seçimlerinin sonuçlarına etki eden güçlü bir direnişle karşılaşmıştı. Daha yakın geçmişe gidersek, akla Bulgaristan ve Moldova’daki başkanlık seçimleri geliyor. Bütün bu örnekler bize aynı hikâyeyi anlatır, gelgelelim biz çeşitli nedenlerle bunları görmezden gelmeyi seçiyoruz. Sen de benzer bir probleme işaret ediyorsun. "Asıl soru,” diyorsun “popülizmin neden 2016’da ortaya çıktığı olmamalı, ayan beyan ortaya çıkışının neden bu kadar zaman aldığı olmalı.” Bu soruya nasıl yanıt verirdin?
FF: Birleşik Devletler’de, politik bir girişimcilik kültürü, politikacıların temsil kabiliyetini haiz olduğu, sorunlarını idrak ettiği ve bu sorunları çözmeyi vaat ettiği bir halkı ikna etmeyi gerektirir. Bu açıdan bakınca, benim dikkat çekmeye çalıştığım nokta, her iki partinin adaylarının işçi sınıfı için gerçekten yukarıda sıraladığım işlevlere sahip olmadığıdır. Demokratlar epey bir süre önce işçi sınıfı ile temasını kopardı. Tıpkı Cumhuriyetçilerin aslen Amerika’nın asıl sahibi olarak görülen şirketlerin ve dev kuruluşların tahakkümü altında olduğu gibi.
Politikada olan biteni basitçe ifade etmek gerekirse: Politik girişimciler halkın belirli bir mesele etrafında mobilize olma fırsatını gasp ediyor. Belirli bir gruba seslenmeye başladılar ve birden bu grup şunu fark eder oldu: “Evet ya, biz bu sistemin kurbanlarıyız! Evet, elitler bize karşı entrika çeviriyorlar!” Bana kalırsa, Trump’un yaptığı buydu. Aynı şey, örneğin Sırbistan’da oldu. Neden Sırbistan’da işler, Doğu Avrupa’daki diğer ülkelere nazaran çok daha kötü bir biçimde neticelendi? Bence Miloseviç’in kendisi Sırpların durumu ile ilgili olarak halkın öfkesindeki cevheri gören ve halkı mobilize eden bir politik girişimciydi. Onu iktidara getiren buydu. Fakat burada kaçınılmaz bir durum olduğunu söyleyemem. Olaylar her zaman böyle bir gidişat izlemez.
NK: İşçi sınıfının bir milyarderi kendilerinin temsilcisi olarak kabul etmek zorunda kalmaları bir trajedi değil mi?
FF: Bunun bir ehemmiyeti olduğunu düşünmüyorum. Bu daha ziyade bir mesaj. Trump’ın zengin olmasını umursadıklarını sanmıyorum. Tıpkı 1930’larda Franklin Roosevelt’in modern refah devletini tesis etmek için populist harekete önderlik ettiği ve Wall Street ve irikıyım bankalara karşı hücum ettiği bir durumu kastediyorum ki Roosevelt aynı zamanda gayet iyi yetiştirilmiş, eğitimli, zengin bir aileden gelen bir aristokrattı. Halk yine de onu bağrına bastı çünkü Roosevelt’in halkın sorunlarını anladığını ve onların sahiden de temsilcisi olduğunu düşündüler. Tekrar etmem gerekirse, Trump’ın varlıklı biri olması hakikaten hiç mi hiç önemli değil.
NK: Şöyle yazmışsın: “Birleşik Devletler, Britanya, Avrupa ve diğer pek çok ülkede, siyasal sistemin demokratik tarafı, liberal tarafına kafa tutuyor, bugüne dek hareket kabiliyetini sınırlayan kuralları yerle bir etmek amacıyla apaçık olan meşruiyetini kullanmakla tehdit ediyor, serbest ve hoşgörülü bir dünyaya demir atıyor.” İki tür demokrasi olduğunu mu kastediyorsun?
FF: Hayır, iki tür demokrasiyi değil, onun iki büyük bileşenini kastediyorum. Demokrat taraf genellikle seçimler ve halkın tercihi ile ilgilidir; liberal bileşen ise hukukun üstünlüğü, bireysel hakların korunması ve bu tür şeylerle ilgilidir. Ben, tam bir liberal demokraside, her iki bileşenin de çalışması gerektiğine inanıyorum. Başka bir ifadeyle, halk seçin yapabilmeli ancak tercihleri hukuk ve politikanın çizdiği sınırların belirli bir anlayışı tarafından kısıtlanabilmelidir. Popülizmin buraya abandığını görüyorum.
Örneğin, kitle iletişim araçlarını akla getirelim. Popülist ülkelerin tümünde başlıca hedeflerden biri basındır. Bir tür demokratik çoğunlukla birlikte halk desteğini alarak seçilen hükümetlerin yapmak istediği ilk şey eleştirel medyanın sesini kısmak oluyor. Donald Trump bu anlamda yalnız değil. New York Times ile görüştüğünde, kokuşmuş bir medyanın varlığından bahsetti durdu. Bence bu, Türkiye’de Erdoğan’ın, Rusya’da Putin’in, Macaristan’da Orban’ın tutumuna epey benziyor.
NK: O halde liberal bileşene kıyasla, “liberal demokrasi”deki demokratik payın oranı nedir?
FF: Politikada para faktörünün rolünün büyük olmasından kaynaklanan bir sorunumuz olmasına ve birçok Amerikalının da bunun bir sorun olduğunu kabul edeceğini düşünmeme rağmen, bence seçimler esasen liberal demokrasinin demokratik olduğunu kanıtlar. Ancak para faktörü hakikaten de seçimlerin neticesini belirleyebiliyor olsaydı, Cumhuriyetçilerin adayının Jeb Bush olması ve Sanders’ın Hillary Clinton karşısında hiçbir şansının olmaması gerekirdi. Halbuki Sanders fazlasıyla iyi bir iş çıkardı ve az kalsın Hillary Clinton’ın hakkından gelecekti ki seçimler Trump’ın başkanlığı ile son buldu. Trump’ın başkan olmasının kampanyasına çok para harcamasıyla ilgisi yoktu. Kaldı ki görece az para harcadı. Tüm bunlar, bana kalırsa, son sözün hâlâ Amerikan halkında olduğunu gösteriyor.
Aynı zamanda, politikada para faktörünün halk iradesinin temsilini, belirli bir gruba diğerlerinden daha fazla politik anlamda nüfuz sağlayarak tahrif ettiğini söylemeliyim. Gelgelelim bu birçok ülkenin gerçeği. Şunu kastediyorum, pek çok ülkede yoksullar siyasi iktidarın yok denecek kadar az bir kısmına sahipler çünkü nasıl örgütleneceklerinden ve çıkarlarını nasıl savunacaklarından bihaberler. Aksine, birçok diğer grup gibi dernekler, işçi sendikaları sıkı örgütlenmiş durumdalar ve siyasal sistemden avantajları lehine nasıl yararlanacaklarını biliyorlar. Bu da sistemin tamı tamına temsilî olmadığına dair olan argümanımı doğruluyor. Yine de, sistem hâlâ demokratik kalıyor diye düşünüyorum.
Çeviren: Aybars Yanık
Bu söyleşi 20 Ocak 2017'de OpenDemocracy'de yayımlanmıştır.