6/7 Eylül olaylarıyla Türkiye’de yakın tarihte yaşanmış benzer olaylar karşılaştırıldığında arada anlamlı bir fark vardır. 6/7 Eylül, Ermeni tehciri, diğer gayrimüslimlerin korkutulup kaçırılması, mübadele, 1934’de Trakya’da Yahudilere karşı yürütülen korkutma ve kaçırtma kampanyası, Varlık vergisi gibi olayların oluşturduğu Türkiye’yi Türkleştirme operasyonları zinciri içinde bir halkadır. Ama aynı zamanda, sorumluları hakkında önce sıkıyönetim mahkemesinde, ardından Yassıada’da iki ayrı dava açılmış, yağma ve yıkımdan zarar görenlerin az da olsa zararları devlet tarafından tazmin edilmiştir. Dolayısıyla, operasyonun diğer sahnelerinden biraz farklı olarak Türkiye resmî tarihi bunu bir hata olarak kabul etmiş, sorumluların bir kısmı iyi kötü yargılanmış, toplumsal hafızada utanılacak bir olay olarak yer etmiştir.
“Ermeni soykırımı” iddiaları karşısında bütünüyle inkarcı bir tavır almayı, “biz değil, asıl onlar kesti” demeyi, uzun yılların tarihsel inkar pratiğinin bir sonucu olarak değerlendirebiliriz. Varlık vergisi konusunda, bu müsaderenin mimarlarından Şükrü Kaya gibi düşünüp, 2. Dünya Savaşı sırasında devletin kaynak ihtiyacını savaş vurguncularından karşılaması olarak haklı görebilen bir zihniyettir bu da diyebiliriz. Varlık vergisinin doğru bir tasarruf olduğunu, devlet duruşunun sözcüleri içinde bugün dahi savunanlar var.
Buna karşılık 6/7 Eylül olayları, resmi tarihin kısık sesle de olsa bir hata olarak değerlendirilir. Olaylara devletin çıkarları açısından bakanlar bunu sahiplenmek istemezler. Ayrıca, olayların gelişmesindeki provokasyonun türü ve kaynağı, örgütlenmesi tartışmaya yer bırakmayacak delillere dayanır. Olayları yaşayanların bir kısmı daha hayattadır. Yapanların da. “Şimdi malınıza, sonra canınıza” tehdidinin bolca sarf edildiği bu sınırlı pogrom teşebbüsünün konuşulması, bu pogrom teşebbüsünde maddi ve manevi yara almış yurttaşlarımızın anılması bu anlamda Türk toplumsal bilincinde şok etkisi yaratacak nitelikte değildir.
Buna rağmen, Türkiye’de bindirilmiş kıta halinde dolaşan ve kendilerine günün modasına uyup, “Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları Birliği” yaftasını uygun görmüş bir avuç insan, 6/7 Eylül olaylarının belge ve fotoğraflarının sergilendiği yeri basarak, “Ya sev ya terk et” diye haykırmaya cüret ettikleri gibi, “Atatürk’ün evi bombalanmıştı” yalanını tekrarlayabilmekte ve yapılanların doğru olduğunu ima edebilmektedir. İşte bu noktada artık tarih konusunda cehalet, resmi görüşe inanmak, provokasyona gelmek gibi bahanelerin de tükendiği, tüm çıplaklığıyla bilinçli bir ırkçılığın en saf halinin kendini gösterdiğini görmemiz gerekir. Evet, bu insanlar katıksız ırkçıdırlar.
Bugün dahi Almanya’da Yahudi soykırımının anma törenlerinde, bu konuyla ilgili bir sergi veya gösteride ortalığı yıkıp kırma girişiminde bulunan, sergi yerini kundaklayan neo-naziler vardır. Yahudi soykırımının doğru bir girişim olduğuna iman ederlerken, bu çevrenin tarihçileri bir dizi inkârcı iddiayı ortaya atmaktan geri kalmaz. Toplama kamplarında gaz odası olmadığı, ölenlerin milyonla değil ancak yüzbinlerle ifade edilmesi gerektiği gibi iddiaları ortaya atarak, ortada bir soykırım değil, sadece savaş ortamında alınmış bir güvenlik önlemi olduğunu ima etmeye çalışırlar. Bunu sadece Alman ulusal bilincinde hâlâ açık duran Nazizm yarasını tedavi etmek için değil, katıksız bir ırkçılığı sürdürdükleri için yaparlar. Anti-semit oldukları kadar, “beyaz Avrupa medeniyetine ait olmayanlara” karşı da şiddetli bir ırkçı nefret içindedirler. İnkarcılığı, siyonist emellere karşıAlman ulusal bilincinin ve onurunun korunması mücadele olarak sunarlar. Nazi ırkçılığı, Alman ulusunu sevmekten ziyade, ötekine olan nefretinin derinliği ve şiddetiyle farklılaşır.
Bugün Türkiye’de sayıları az olmakla birlikte, bir yerli nazi oluşumu var. “Dilde Fikirde İş’de Birlik” sloganını kendine rehber edinmiş bu güruh, milliyetçi sağ içinde de belki küçük bir azınlık oluşturuyor. Ama ne yazık ki, Ülkü Ocakları yönetiminin bile kendisiyle ilişkili olmadığını açıklama gereği duyduğu, milliyetçi sağ içinde iktidar mücadelesi veren ve bunun için “milli şahlanış” gösterisi sergilemek için fırsat kollayan bu güruhla sınırlı değil bu yerli nazizm. Bir zihniyet tarzı olarak çok daha yaygın.
Yerli naziler sadece sağ maskeli değiller. Olması gerektiği gibi, bazıları da sol maskeleriyle ırkçı kinlerini kusuyorlar. İşte bir örneği: “Türk oğlu, Türk kızı Türklüğü koru!” başlıklı bir broşür. Türk Solu dergisinin internet sayfasında açılış sayfası olarak yer alıyor. Bildirinin altında yer alan haritanın başlığı broşürü tamamlıyor: “Kürt sorunu yok, Kürt istilası var!”.
Broşür, “Her Türk, alışverişini mutlaka Türkten yapmalıdır. Kürde aktarılan para PKK’ya maddi destek demektir” cümlesiyle başlıyor. Türk’ün, ancak modern şehir hayatında kendini ifade ettiği, köyün her durumda Kürtçülüğün yaşam alanı olduğu buyruluyor. Her Türk’ün İstanbul şivesiyle Türkçe konuşması gerektiği, bir Türk’ün Kürtçe konuşulan minibüse binemeyeceği, Kürtçe kaset satan dükkandan alışveriş edemeyeceği hatırlatılıyor. Türklerin yemeklerine sahip çıkmaları, Türk’ün damak tadının Kürt yemekleri ile yer değiştirdiği hatırlatarak, vurgulanıyor. Çünkü bildiğiniz gibi, “Mc Donaldslar ne kadar tehlikeli ise Kürt mutfağı da o kadar tehlikelidir”. Ve herşeyden önce Türk üremelidir, dendikten sonra, “artan her bir Türk bebesinin bizi Ergenokan’dan çıkartacak bir kurtarıcı” olduğu iddia ediliyor.
Bu broşürün mantığı ile, 6/7 Eylül sergisi basan zihniyet aynıdır. Bu zihniyet sıradan faşizm falan değil, düpedüz yerli nazizmin en açık ifadesidir. Bu zihniyetin yakın geleceğimizi nasıl tasarladığını ise yerli faşizmin yetkin bir siması şöyle ifade ediyor: “Türkiye'de iç savaş çıkmaz. Türkiye'nin toplam milli gücü, PKK'nın böyle bir savaşı çıkarmasına yetmez. Türkiye'de ancak ‘Dar Kapsamlı İç Çatışma’ çıkabilir. Bu durumda PKK ve yandaşları Türkiye'nin değişen bölgelerine göre 48 ile 72 saat arasında yok edilirler. Ancak halen bu tür gelişmelerin konuşulduğu, kuva-i milliye örgütlenmelerinin gerçekleştiği, tansiyonun yükseldiği bir ortamdan geçilmektedir.” Ümit Akdağ’ın Yeni Çağ gazetesinde yayımlanan yazısında kast edilen örgütlenmeler, daha önce 6/7 Eylül olaylarında harekete geçirilmişti. Bu örgütlenmelerin yaptıklarının sergide gözler önüne serilmesinden rahatsız olmaları bundandır. “Hainler tatil yapmasa da vatanseverler ülkelerini, bayraklarını, namus ve şereflerini çiğnetmeyecektir” diye haykırarak sergiyi basanlar, dün Rumlara, Ermenilere, Yahudilere karşı duydukları ırkçı nefreti PKK’lı yaftasını kolayca yapıştırdıkları Türkiye’deki Kürtler hakkında duyuyorlar.
İşte tam da bunun için tarihimizle yüzleşmemiz gerekiyor. Onur duyacağımız yönleriyle olduğu kadar, utanmamız gereken yönleriyle de yüzleşmemiz, sadece utanmak için değil, bu kanlı çılgınlığ toplumun çoğunluğu olarak hiç olmazsa bu kez bastırabilmemiz, etkisiz kılabilmemiz için elzemdir.
Radikal İki, 11.9.2005