Kamusal Alandan Kamusal Zamana: Bir Öneri

Gerek siyaset teorisi gerekse de sosyal teori kendini daha çok mekânsal bir ufuk ve tasarımla kurmuş ve devam ettirmektedir. Devlet, toplum, egemenlik ve demokrasi gibi kavramlar bedensel, dolayısıyla da mekânsal bir algının gölgesinde oluşmuş ve bu mekânsal mantık zaman konusunu unutturmuş veya gölgede bırakmıştır. Sosyolojinin temel parametreleri de çoğunlukla mekânsal bir töze sahip olmuştur. Bizzat mekânın sosyolojik bir konu haline gelmesinin yanı sıra temel sosyolojik problemler mekân ve toplum birlikteliğinde ele alınmıştır. Toplumun kuruluşunda en az mekân kadar önemi haiz olan zaman çok fazla ilgi çekmemiştir. İlgi çektiği durumlarda da daha çok bir aritmetik problemi olarak kurgulanmıştır. Sosyolojinin kurucu babaları zaman konusuna yer yer değinseler bile bu daha ziyade toplumun somut olarak zamanı nasıl organize ettiğiyle ilgili olmuştur. Takvimler, saatler, çalışma saatleri, tatil ve boş zaman gibi. Toplumun zamansal tahayyülleri ve toplumun zamansal kuruluşu pek dikkate alınmamıştır.

Bütün sosyal teori ve toplumsal teorinin zamanla olan ilişkisini ele almak oldukça yorucu bir konu olacaktır. Ben burada sadece kendisini ortaklık, görünürlük, söz ve eylem konuları etrafında kümeleyen kamusal alan kavramına ve bu kavramı belli bir açıdan tamamlayacak ya da bizlere yeni ufuklar açacak kamusal zaman kavramına değinmek istiyorum.

Zaman: Kamusal mı Bireysel mi?

Mekân toplumsal olarak deneyimlenirken, zaman çoğunlukla bireysel bir deneyimin ürünü sayılmış ve öznel bir kategori olarak algılanmıştır. Mekânın içinde alışveriş yapılır, toplanılır, konuşulur, kavga edilir veya uzlaşılır. Oysa zamanın böyle bir özelliği yokmuş gibi düşünülür. Zaman daha ziyade duygusal ve zihinsel dünyamızın ritimleriyle var olan; hatırlama ve unutuşla kendine zemin bulan bir kavram/olgu gibidir. Bu haliyle de zamana dair yazın daha çok bireysel zamanın deneyimlenmesi olarak ele alınmıştır. Aynı bakış açısı sinema için de geçerlidir. Kendisine zamanı konu edinen filmler, daha çok zamanı unutma, hatırlama ve yeniden kurgulama aşamalarından geçen bir bireysel anılar fisyonu olarak ele almıştır. Bu bakış açısının iyi örneklerinden bir tanesi Alan Resnais’nin Hiroshima Mon Amour filmidir. Tarihin trajedileri ile bireyin trajedileri hafıza ve unutuş arasında salınıp dururlar ve fakat bütün bir anlam yine de bireysel zaman etrafında kurulur. Zaman meselesindeki toplumsal ve kamusal çekirdeği fark eden önemli isimlerden biri Chris Marker’dır. Sans Soleil filmi, zamana, bireye ve öznelliğe sıkışmış bakış açısının ötesinde kamusal bir yükümlülükle bakma telaşının ürünüdür. Bu telaş sayesindedir ki, Marker, Sans Soleil filminde “19. yüzyılın mekânla uğraştığını ama 20. yüzyılın büyük probleminin zaman olduğunu” ifade eder.

Bu öznelliğe sıkıştırılmış zaman algısı elbette zamansal fenomene ait bütün bir alanı tüketecek durumda değil. Zamanın kamusal ve toplumsal yüzlerinden, zamansal tahayyüllerden, ortak ve kamusal zamanlardan yeterince konuşmuyor olmamız zamana ait bir alanın olmadığı anlamına gelmez. Daha ziyade konu üzerine yeterince düşünmediğimizi bizlere hatırlatır. Bu yeterince düşünmeme durumunu zamana dair bir tembellik veya aylaklık olarak da tanımlayabiliriz. Zamanı en çok düşündüğümüz anlarda bile onu mekânsal veya topolojik bir düzleme indirgemeye çalışırız. Zaman içinde ya ilerliyoruzdur, ya dönüyoruzdur ya da duruyoruzdur. Her durumda zamansal fenomen tanımını kendinden çok mekânsal bir benzetmeden veya mekânsal alegoriden alır. Bu da zamanın mekânsal tahayyüle kurban edilmesi ve zamansal fenomene yeterince nüfuz edilmemesi anlamına gelir.

Zaman ve Toplum

Her şeyden önce toplumun hem somut hem de tahayyüli yönlere sahip olduğunu ifade etmek gerekir. Dahası onu somutlaştıran şeyin büyük ölçüde kendisine ait tahayyül olduğunu da belirtmeliyiz. Bu haliyle toplumsal tahayyül toplumun zamansal ve mekânsal örgütlenmesinin kurucu ilkesini oluşturur. Yani toplumun kendisini dil ve düşünce dolayımı ile kurması ve bu kuruluşunda zamansal bir tahayyül geliştirmesi onun ne olacağını, neye doğru evirileceğini ya da ne olamayacağını büyük ölçüde belirler. Elbette bu topluma öncel bir belirleme veya tahayyül değildir. Tıpkı toplumun mekânın içinde kendisine yol çizmesi gibi, toplum aynı zamanda zamanın içinde kendine ne çizgisel olan ne de homojen olan bir zaman-yol çizer. Fakat bu zaman-yol’un çizgisel ve homojen olduğuna dair dayanılmaz bir iştah geliştirir. Bu zaman-yol’un nasıl oluştuğu ve ne tür kırılmalara uğradığı daha fazla araştırmayı ve düşünmeyi gerektirir. Tıpkı mekânın toplumsal olarak örgütlenmesine benzer şekilde zaman da toplumsal olarak örgütlenir ve üretilir. Toplum, içindeki farklılıklarla birlikte hem zamanı örgütler hem de bu örgütlenmeden etkilenir. Burada önemle belirtilmesi gereken husus şudur: toplum nasıl homojen bir bütün değilse onun zamansal tahayyülü de asla homojen değildir. Bu haliyle zamanın örgütlenmesi ve zamansal tahayyül bir ortaklık ürünü olduğu kadar bir çatışma ve kavga alanıdır da. İşte bu özellik tam da bizlere kamusal bir zaman hakkında düşünme fırsatı veren çekirdeği oluşturur.

Kamusal Zaman

Toplumsal mekâna sızmış her sembol, tüketime ve üretime ayrılmış her alan, metalar, sanatlar, medyalar, düşünceler daima mekân-oluşlarına paralel bir biçimde içlerinde bir zamansallığı ve zaman-oluşu da taşırlar. Zamansal deneyim sadece kendine has soyut bir alanda vuku bulan bir olgu olmaktan ziyade yaşamın her alanıyla ilişki kuran bir matristir. Ya da bütün bu ilişkilerin nihayetinde kendini görünür kılan bulutumsu bir etkidir.

Öncelikle kamusal alanı tanımlayarak başlayalım: Kamusal alan, toplum ve toplumu oluşturan farklı grupların ve bireylerin birlikte yaşama olanaklarını arttırmaya, birlikte yaşama biçimlerini yeniden ele almaya ve bu uğurda eyleyemeye ve görünmeye çalıştıkları bir var olma biçimi zeminidir. Görünürlük, eylem ve söz hem bir “ben varım ve buradayım” çığlığı anlamına gelir hem de ötekinin varlığını kendi varlığında kayıt altına alma anlamına gelir. Mekânsal görünürlük kadar içinde yaşanılan ve paylaşılan zamana da kayıt düşülür. Bu var olma biçimi toplum üyelerinin kendilerini siyasal cemaatin yapıcısı olarak da görmelerini sağlayan ruhtur. Buradaki kritik nokta, siyasal cemaatin kurulması ve siyasallık etrafında oluşan kümelenmenin cemaatin üyeleri tarafından sahiplenilmesi ve sorgulanmasıdır. Dolayısıyla ortaklık ve bu ortaklığa katılım söz konusudur. Bu ortaklık veya birliktelik arayışı, içinde uzlaşı kadar uzlaşmazlığı ve kavgayı da içerir.

Bireysel zamandan toplumsal zamana geçtiğimiz vakit, zaman artık bireysel ve içsel bir deneyim olmaktan kurtulup kamusal bir hal alır. Zamanı, artık sadece öznel dünyalarımızda unutuş ve hatırlama fragmanları ve bu fragmanların yeniden kuruluşu ile deneyimlenen bireysel bir etki olarak değil, toplumla birlikte yaşanılan, kavranılan ve üzerinde eylenilen yeni bir olgu olarak algılarız. Böyle bir perspektif, bireysel zaman algısının bile toplumsallıktan etkilenerek oluştuğunu bizlere hatırlatır. Zamanı içsel olarak nasıl deneyimlediğimiz onu toplumda veya gruplarda nasıl deneyimlediğimizden bağımsız değildir. Eğer zaman da en az mekân kadar toplumsal birlikteliğin bir parçası ise, o vakit, zaman da toplumsal eşitsizliklerin, adaletsizliklerin ve iktidar mücadelelerinin alanı, daha doğrusu bir boyutu olmuş demektir. Siyasetin ve kamusallığın mekân metaforuna hapsedilmesi insani varlıklar olarak bizlerin en temel deneyimimizin ortadan kaybolmasına ve üstünün örtülmesine neden olur. Kamusal alanlar kadar kamusal zamanlarda ortaklığın ve birlikteliğin ispat edilmesi gerekir. Ancak o vakit hakiki bir ortaklık ve birlikte yaşama rejiminin olasılıkları ortaya çıkabilir. Nihayetinde, ölüme yazgılı varlıklar isek ve her gün ölüm üzerimizden kendini kayıt altına alıyorsa, o vakit zamanın bir kıymeti olmalı.


Resim: Salvador Dali