Demokrasinin kalbi seçimlerde atar. Bu bağlamda seçim hukukuna ilişkin kurallar “demokrasinin sağlığı”nı yakından ilgilendirir. Seçim hukuku kuralları seçim dönemleri dışında, deyim yerindeyse, uykudadırlar. Seçim dönemlerinde canlanırlar, işlevlerini yerine getirirler ve tekrar uykuya dalarlar. Seçim hukuku, aynen olağanüstü yönetim hukuku gibi, yürürlükte olmasına rağmen etki ve sonuçlarını belli bir zaman dilimiyle sınırlı olarak, yani esas olarak seçim sürecinde gösterdiği için istisnai bir hukuk alanı olarak nitelendirilir. Bu özelliği dolayısıyla seçimden seçime hatırlanan seçim hukukunun siyasal aktörler açısından ise özel bir önemi olduğu söylenebilir. Hangi siyasal gücün iktidar pastasından ne kadar pay alacağı seçim hukuku kuralları tarafından belirlendiği için, özellikle “pekişmemiş” demokrasilerde, “seçim mühendisliği” siyasetin “uzmanlık” ve dahi “kurnazlık” gerektiren bir faaliyet alanı alanı olarak karşımıza çıkar.
Geçmişte Türkiye’de de, esas olarak seçim dönemlerinde, seçim hukukuna dair tartışmalar yaşanmıştı. Ancak bu tartışmalar daha çok oyların sandalyelere nasıl tahvil edileceğini gösteren “seçim sistemi”ne ilişkin düzenlemeler üzerinde yoğunlaşmıştı. Örneğin Özal'lı yıllarda neredeyse her seçim için yeni bir yasa yapılıyordu. Böylece siyasal iktidarın mevcut durumunun muhafazası veya güçlendirilmesi amaçlanıyordu. Geçmişte seçim sistemi tartışmaları siyasal gündemi işgal ederken seçimlerin yönetimi ve denetimine ilişkin düzenlemeler üzerinde çok fazla durulmadı. Son yıllarda bu durum değişmeye başladı. Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) tartışmalı kararları ilginin YSK’nın üzerinde yoğunlaşmasına sebep oldu.
Günümüzde, aynen II. Dünya Savaşı sonrasından başlayarak günümüze kadar insan hakları hukukunun uluslararası standartlarının kabul edilmesi gibi, seçim hukuku alanında da uluslararası standartlar belirlenmekte. Seçim hukukuna ulusal ve uluslararası aktörler eskisinden çok daha fazla ilgi gösteriyor. Seçim hukuku konusunda uzmanlaşmış, dünyanın dört bir yanında yapılan seçimleri gözlemleyip değerlendiren uluslararası kuruluşlar var. Bütün bu çalışmalarda ortaya konan önemli bir tespit şu: Seçimlerin yönetimine ve denetimine ilişkin kurallar bir ülkedeki demokrasinin kalitesini belirleyen esas unsurlar arasındadır.
Bu çerçevede, 21 Kasım 2017 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanlığı’na sunulan “Yüksek Seçim Kurulu’nun Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Teklifi”ni seçim hukukunun uluslararası standartlarını da göz önüne alarak değerlendirmek yerinde olur.
Teklifte iki konu öne çıkıyor: Birincisi, YSK’nın teşkilat yapısı değiştiriliyor. İkincisi, siyasal partilerin seçim sürecine katılmalarıyla ilgili yeni düzenlemeler getiriliyor.
Teşkilat yapısıyla başlayalım: Geçmişte bu konu üzerine çalışanlar, YSK’nın iki temel fonksiyonundan (“idari” [yönetsel] fonksiyon, yani seçimlerin yönetimi ve “kazai” [yargısal] fonksiyon, seçim uyuşmazlıklarının çözümü), idari fonksiyona dahil görevlerin yeni oluşturulacak bir “seçim bürokrasisi”ne verilebileceği ve böylece YSK’nın kazai fonksiyonunu daha verimli bir şekilde yerine getirebileceği tespitini yapıyorlardı. Seçim hukukunun uluslararası standartları çerçevesinde, seçim sürecindeki idari ve kazai fonksiyonların ayrı organlar tarafından yerine getirilmesi ve özellikle kazai fonksiyonu yerine getirecek olan organın bu konuda uzmanlaşmış ve münhasıran seçim uyuşmazlıklarının çözümüyle ilgilenen bir organ olması gerektiğine dair bir tavsiyenin bulunduğunu da not edelim. Bu bağlamda, teklifle YSK’nın seçim sürecindeki idari fonksiyonlarını üstlenecek yeni birimlerin oluşturulması isabetli olmuştur. Bununla birlikte, yeni teşkilat yapısıyla ilgili bir ayrıntının altını çizelim: Teklifte seçim müdürleri ve seçim müdürü yardımcılarının yazılı ve sözlü sınavla alınması öngörülmekte. Seçim sürecinde önemli görevler üstlenecek olan bu personelin sözlü sınavla alınması ciddi tartışmalara sebep olabilir. Personel alımında daha objektif ve “kadrolaşma” iddialarının önüne geçebilecek bir yöntemin uygulanması yerinde olur.
Teklifle siyasal partilerin seçim sürecine katılımlarıyla ilgili getirilen düzenlemeler ise, siyasal partilerin bu süreçte etkisizleşmesine sebep olabilecek nitelikte. Birincisi, sandık başkanlarını belirleme yöntemi değiştirilmekte. Mevcut düzenlemeye göre siyasal partiler sandık başkanlığı için aday gösterebiliyorlardı. Teklife göre ise, ilçe seçim kurulu başkanı, ilçede görev yapan ve sandık kurulu başkanlığına mani hali bulunmayan kamu görevlilerinin listesini yapacak ve bu listeden sandık kurulu başkanlarını belirleyecek. Böylelikle siyasal partiler sandık başkanının belirlenmesi sürecinden tamamen dışlanmış olacak. Oysa seçim hukukunun uluslararası standartlarına göre, seçim sürecinin esas aktörleri siyasal partilerdir. Dolayısıyla siyasal partilerin sürecin her aşamasında söz sahibi olmaları esastır.
İkincisi, teklifle sandık başı işlemlerini takip etmek üzere siyasal partiler ve bağımsız adaylar tarafından görevlendirilecek müşahitler için yeni bir bürokratik süreç öngörülmekte. Mevcut düzenlemeye göre, siyasal partiler ve bağımsız adaylar herhangi bir bürokratik koşul yerine getirme zorunluluğu olmaksızın oy verme günü istedikleri ve uygun gördükleri zaman sandık başında müşahit bulundurulabilmekte. Eğer teklif kabul edilecek olursa, sandık başında müşahit bulundurmak isteyen siyasal partiler ve bağımsız adaylar açısından iş ciddi biçimde zorlaşacak. Seçim hukukunun uluslararası standartları çerçevesinde, seçimlerin “serbest ve adil” sayılabilmesi için, özellikle sandık başı işlemlerinin “açık” ve “şeffaf” bir biçimde yapılması ve başta siyasal partiler olmak üzere isteyenlerin bu işlemleri takip etmelerine imkân verilmesi gerektiğinin altı çizilmekte. Sandık başında müşahit bulundurulmasını güçleştirecek bu düzenleme bu haliyle “serbest ve adil” seçim standartlarına uymamakta.
Son olarak şunu söyleyelim; sandık başkanları ve sandık müşahitlerine ilişkin mevcut düzenlemelerle ilgili geçmişte ciddi sorunlar yaşanmadı ve bu düzenlemeler tartışma veya şikâyet konusu olmadı. Bu yüzden ihtiyacı karşılayan yerleşik uygulamaları terk edip yerine yenilerini koyarken makul bir gerekçenin ortaya konması gerekir. Görebildiğim kadarıyla, yukarıda değindiğim iki düzenleme için böyle bir gerekçe ortaya koymak mümkün değil.
Türkiye, eğer TBMM bir erken seçim kararı almazsa, 2019’da çok önemli üç seçim yaşayacak; yerel seçimler, TBMM ve cumhurbaşkanlığı seçimleri. Bu seçimler öncesinde seçim mevzuatında esas olarak daha önceki seçimlerde ve halkoylamalarında tartışma yaratan konulara ilişkin düzenlemelerin yapılması gerekirdi. TBMM’ye sunulan teklif bu ihtiyacı karşılamaktan uzak. Sonuçta, öyle görünüyor ki, yakın gelecekte seçimleri ve seçim hukuku düzenlemelerini tartışmaya devam edeceğiz…