Proust’u tanıtmaya lüzum yok, ama belki de Proust’tan bahsetmek, her zaman biraz da Proust’u tekrar tanıtmak demek. Bu, bir noktada kaçınılmaz bir şey de, çünkü Proust, bir okuma isteği uyandırdığı kadar, bir yazma isteği de uyandırıyor. Ve Proust’un üzerine yazmak, bir yönüyle edebî deneyimin keskin bir uğrağı, bir odağıdır da diyebilirim. Beckett’in Proust’u, Deleuze’ün Proust ve Göstergeler’i ve daha niceleri sayılabilir. Ama aralarındaki ortaklığı belirtmek gerekirse, bunların her biri birer erken dönem işidir. Proust’la hesaplaşmak değil, ama Proust’a uğramak, Proust’a sapmak gerekir. Bunun nedenini Proust’un özgünlüğünde aramak boşuna değildir, ama yeterli de değildir. Bu nedenledir ki Proust, yalnızca edebî incelemelerin konusu değil, ama başlı başına incelenecek, disiplinlerarası bir fenomen haline gelmiştir. Hal böyle olunca, Proust’un birçok eserini incelemek de gerekiyor, ama çok eseri var gibi de durmuyor; ve yok da. Ancak Kayıp Zamanın İzinde’yi ve daha az bilinen Hazlar ve Günler’i sayabiliyoruz. Belki her ikisi de Proust’un üzerine konuşmak için fazlasıyla materyal sağlıyor, ama Proust’un bir başka yönünü görmek de söz konusu, ki bunu da Sainte-Beuve'e Karşı’nın sağladığı kanısındayım.
Proust’un kitabı, aslen herhangi bir kategoriye sığmıyor; hem bir anlatı derlemesi, hem de bir eleştiri toplaması olarak görülebilir. Ama söz konusu Proust olduğunda, her iki tür de kendi içerisinde melezleşiyor, bir nevi mutasyona uğruyor. Yani, Proust’un kitabının derli toplu, oturaklı ve kategorizasyona uygun bir yapısı yok. Aslında, hiçbir eseri için de bu söz konusu değil. Her biri kendi içerisinde edebî bir çözülmeye uğruyor, değişiyor ve dönüşüyor. Proust’un dili, bir eleştiri yazısında dahi garip bir ezgiye sahip; sanki her şey okunurken yazılıyor gibi, ânı fazlasıyla hissettiriyor. Sainte-Beuve'e Karşı’da Balzac’tan, Baudelaire’den yaptığı kesintisiz, düzensiz alıntılar da bunun bir örneği. Her bir dize, her bir cümle aklında Proust’un; yazmak, onun için hatırlamakla eşdeğer bir pratik. Ama bu, hayata dokunduğu kadar, hayat ile metinlerin kesişim noktalarını da arşınlayan, ikisi arasındaki farkı saydamlaştıran bir pratik olarak da tahayyül edilebilir.
İşte, Proust’un dehası biraz da burada devreye giriyor; Sainte-Beuve’e karşı olan tutumunda. Dediğim gibi, Proust’un kitabı bir anlatılar ve eleştiriler bütünü, ama bu iki türün karşılıklı olarak birbirini onadığı bir yapıya da işaret ediyor. Proust’un Sainte-Beuve’e olan tepkisi, edebî bir metnin nasıl alımlanacağı temelinden kuruluyor. Bu çok önemli bir mesele çünkü metnin değeriyle ve kullanımıyla da doğrudan bağlantılı. Sainte-Beuve’un bir metni yazarından ayrı düşünmenin imkânsızlığına dair savruk saptaması ve bu saptamadan yola çıkarak metni hayatla bağlantılı ancak onun kısa bir anekdotu olarak görmesi Proust’un karşı çıktığı şey. Proust, bir metni yazarından bağımsız düşünme taraftarı da değil, ama metnin kodu çözülecek bir bilmece olmadığının da farkında. Böylelikle, Sainte-Beuve’un metodunun indirgemeci, son kertede ise aşağılayıcı bir yaklaşım olduğunu belirtiyor Proust. Ve tek yaptığı bunu belirtmek de değil, ama bir yandan da kurduğu anlatılarla bunun bilhassa böyle işlemediğini gösteriyor. Yani, Proust’un Sainte-Beuve'e Karşı’sında çift taraflı bir eğilim var; hem yarayı saptıyor, hem de tuz basıyor. Ama Proust’un yaptığını yaşam ile metni birbirinden ayırmak olarak kesinlikle algılamamak gerek; tam aksine, ikisi arasındaki meçhul sınırları gözle görülmez hale getiriyor. İlk bakışta, Sainte-Beuve’un bunu yaptığı düşünülebilir, ama bir metinle bir yaşam arasında kurulanan paralellik, ancak metin yaşama indirgendiğinde işleyebiliyor. Bu, bir yandan da metnin gereksizliğini yankılıyor, çünkü eğer yaşamdan yola çıkarak metni açımlamak mümkünse, niye yazmalı ki?
Proust’un Sainte-Beuve’dan ayrıldığı en belirgin nokta, metni yaşamın temsili olarak görmektense, ve bu temsili sanrıların dışavurumu olarak kavramaktansa, yaşamın yaratıldığı biricik düzlem olarak görmesi ve başka bir duyumsama şekli önermesidir. Ve Proust, bunu yalnızca bir yazar olarak değil, ama bir okur olarak da önerir. Sainte-Beuve'e Karşı’nın en güzel sayfalarından birinde şöyle der:
“Bir yazarı okuduğum zaman, sözlerin ardındaki, her yazarda diğer yazarlardan farklı olan şarkının ezgisini hemen ayırt ederdim; okurken, farkında olmadan o ezgiyi mırıldanır, notaları hızlandırır, yavaşlatır, keser, tıpkı şarkı söylerken yaptığımız gibi notaların ölçüsünü ve dönüşünü vurgulardım; ezginin ölçüsüne bağlı olarak, çoğu kez bir kelimenin sonunu söylemek için uzun süre beklerdim.”
Bu, Proust’un deneyimiyle ilgili birçok şeyi berraklaştırıyor sanırım.
Sainte-Beuve’un aksine Proust, metni ritmik bir düzenek gibi kavramayı, onun ritmine kapılmak kadar, onu deneylemeyi, tekrar ve tekrar deneyim etmeyi ve bu deneyin sınırlarını olabildiğince genişletmeyi hedefliyor. Ve biz, buna kısaca edebiyat adını veriyoruz. Proust, belki de bu nedenle hâlâ değerli ve hep de değerli kalacak. Ama bir yol gösterici, bir akıl hocası olarak değil, daha çok bir dost, bir yoldaş olarak görmek gerekiyor onu. Sainte-Beuve'e Karşı’dan alıntılarsak: “Hayran olduğumuz yazarlar bize kılavuzluk edemez, çünkü yön duygumuzu içimizde bir pusula ya da posta güvercini gibi taşırız.” Proust, burada bir yazar olarak konuşmaz, hatta özellikle bir yazar olarak konuşmaz; daha çok bir okurdur; okuma ve yazmaya birliğini, yaşam ile bağını iade eder. Onu, yaşamın bir temsili değil, ama bir veçhesi olarak görmeyi savunur. Her şeyde olduğu gibi, yazmak da, bir yaşam pratiği olmadığında ehemmiyetini, yoğunluğunu yitirir. Evet; Proust Sainte-Beuve’un karşısındadır, ama yaşamın da yanındadır.