Son ayların en önemli sosyal psikoloji vakalarından biri Şu Çılgın Türkler adlı kitabın yarattığı duygu patlaması olmalı. Piyasaya çıktığından beri 38 baskı yapan, kimbilir kaç kez de korsan basılan kitap Cumhurbaşkanımızdan CHP genel başkanına, Devlet Bahçeli’den Server Tanilli’ye, toplumun belli katmanlarında büyük bir çoşku yarattı. Çankaya Belediyesi kesenin ağzını açtı, kitabı Lozan’ın 82. yıldönümünde halka ücretsiz dağıttı. (O dönem hakkında yazılmış en kapsamlı eser olan Sina Akşin’in İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele kitabını bilmediğinden olsa gerek.) Attila İlhan, kitabın “aşağı yukarı 25-30 seneden beri Batı tarafından aldatılmaktan bıkmış Türkiye halkının gururunu okşadığını” belirterek kitabı överken Batı ile 200 yıllık hesabımızda ciddi bir iskonto yaptı. Kitabı tüm milletvekillerine tavsiye eden CHP Genel Başkanı, partisinin de AB’ye girmekten yana olduğunu (?) unuttu ve “Bugün de tıpkı o günlerdekinin benzerlerini söyleyenler, çıkışı orada [Batı’da] görenler var. Ama birilerinin de çıkışın orada olmadığını, oranın bataklık olduğunu söylemesi gerekiyor” diyerek fikir ve zikir konusunda hoş bir örnek verdi. Bir zamanlar kendisini yargılayanlara “memleket hıyar mı ki bölelim” diyerek 85 yıllık Sevr sendromuna teslim olmadığını kanıtlamış olan İlhan Selçuk bile kitabı (nedense) 80 yıldır beklediğini söyledi. Genelkurmay Başkanlığının kitabı harp okullarında ders kitabı olarak okutma girişimlerinden söz edilmesi muhtemelen ulusalcı kesimin kitaba güvenini bir kat daha arttırdı. Bu arada kitabı okuduktan sonra “hıçkırıklarından övünç duyanlar”, “iyi ki Türk doğmuşum” diyenler, “ülkenin geleceğinden artık korkmadığını” belirtenler cabasıydı.
Aslında kitap, hem konusu hem de üslubu itibariyle ortalama okuyucular için gayet etkileyici. Yani sadece roman kısmı 688 sayfalık tuğla gibi kitabın, okumaktan hiç hazetmeyen ülkemizde satış patlaması yapan Kavgam’la tiraj yarışına girmesi hiç de şaşırtıcı değil. (Küçük bir not: forum.antoloji.com adlı sitede bir genç, ıssız bir adaya düşerse yanına alacağı üç kitabı “Kavgam, Şu Çılgın Türkler ve Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” olarak sayıyor.) Anlaşılması zor olan ise kitabının yazarı Turgut Özakman’ın sık sık başvurduğu “dünyaya karşı kırık duruşumuz”, “aşağılanmışlık duygusu”, “incitilen, yaralanan Türk halkının yarasına merhem olmak” gibi ifadelerde dile gelen ruh halinin dalga dalga tüm ülkeye egemen olması. Tam, kendi değerlerinin farkında olan gelişkin bir insan kendine, ulusuna böyle bir şeyleri nasıl yakıştırır, Batılıların “loser” ya da “miserable” dedikleri bir tip olmaktan nasıl utanç duymaz diye düşünürken, sosyal psikoloji uzmanı Doç. Dr. Erol Göka teşhisi koydu ve “Büyük topluluklar kendi kimliklerini korurlarken ve bazen de kimlikleri tahribata uğradığında ortak bir zafer anlatısına ya da seçilmiş bir travmaya ihtiyaç duyarlar. Şu Çılgın Türkler kitabının kitlelere malolması, Türk halkının bu kitabı okurken ulusal kimliklerinin tamiratına gereksinim duyduklarını göstermektedir” dedi. (Akşam, 8 Ağustos 2005) Bu kavramların fikir babası Vamık Volkan ve N. Itzkowitz’in “büyük ya da küçük topluluklar” diye bir ayrım yaptığını bilmiyordum, herhalde bu laflar Doç. Dr. Erol Göka’nın söz konusu kesimlerle duygusal iletişim kurmak amacıyla eklediği sıfatlar olmalı, ama eğer böyleyse soralım Volkan ve Itzkowitz’in dediği gibi “Grup bu incinmişlik ve utanç biçimindeki ruhsal temsilleri ve bunlara karşı savunmaları yılmadan kuşaktan kuşağa aktarır; bir travma bir kez seçilmiş travma haline geldikten sonra, bununla ilgili tarihsel doğrular önemini yitirir” ise, “seçilmiş zafer grubun öz kimliğinin parçası haline geldikten sonra kolay kolay elden bırakılmıyor” ise, kendisinin de incindiği pek aşikar olan Turgut Özakman, böylesine incinmiş bir kitleye hitap ederken acaba tarihsel olayları nesnel bir biçimde ele almayı başarabilmiş midir? Yoksa yaralı ruhlara merhem olmak gibi gayet kutsal bir görevin ağırlığı altında “seçilmiş zaferler” yaratmaya mı koyulmuştur? Bu konuda söylenecek bazı şeyler var ama şimdilik bunun önemi yok, çünkü işin vahameti burada değil.
Tarihinin büyüklüğünün altında ezilme ve şu andaki durumunu aslında hiç de hak etmediği bir yer olarak görmek çılgın Türklerin tipik bir özelliği gibi görünüyor. Devletler arası ilişkilerde geçmişteki önemimizin ve ağırlığımızın kalmadığını bir türlü kabul edememe ve hâlâ herkesin (özellikle Avrupa’nın) esas olarak bizimle uğraştığı yolunda paronoyaya varan saplantılar, sağlıklı bir ulusal benlik geliştiremediğimizi düşündürüyor. Bu depresif ruh halinin hem nedeni hem de tezahürü ise gerçeklerle bağını koparmak. Üç kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğundan, Anadolu’ya sıkışmış Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş (ya da geçmek zorunda kalma) Türklerin büyük bir kesimi için hâlâ içe sindirilmiş değil. Bu kişiler tarihe her baktıklarında ihanetler, tuzaklar, kötü niyetli girişimler, savaşlar, yıkımlar, sürgünler, katliamlar görüyorlar. “Bunların sebebi neydi?” sorusunun klişeleşmiş cevapları yıllardır okullarımızda okutuluyor ama bunlar ne kadar doğru diye sorgulamak da, ezber bozmak da pek kolay değil.
Örneğin bizler 1. Dünya Savaşı’na Yavuz ve Midilli adını alan iki Alman zırhlısı Sivastopol’ü bombaladı diye istemeden girdiğimize; savaşı da Almanlar ve Bulgarlar kaybetti diye kaybetmiş sayıldığımıza inanan bir neslin çocuklarıyız. Bizim nesil Sevr’i bir öcü, Lozan’ı küllerinden doğan zümrüdü anka kuşunun yuvası olarak ele alır ama, Mondros’tan hiç haberdar değildir ki bilseydik bugüne bakışımız çok değişik olurdu. Örneğin 1. Dünya Savaşına neden, hangi beklentilerle girdik biliyor muyuz? “Goeben ve Breslau” hikayemizden başka ciddi bilgiye sahip miyiz? Örneğin Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun 1878 Berlin Andlaşmasını ihlal ederek Bosna Hersek’i işgal etmesine Almanlar göz yumduğu için, 1. Dünya Savaşı arifesinde önce İngiltere'den destek aradığımızı, bulamayınca Mayıs 1914'de Enver Paşa'nın Rusya'ya ittifak teklif ettiğini ama reddedildiğini, Temmuz'da Cemal Paşa'nın Paris'e gittiğini ama ittifak yerine nişanlarla döndüğünü biliyor muyuz? Osmanlılarla ittifakın mimarı sayılan Kayzer II. Wilhelm’in bile sık sık görüş değiştirdiğini, Alman dışişlerindeki bazı adamların “Osmanlının böyle bir savaşa hazır olmadığını” söyleyerek harcanacak paraya acıdıklarını, Almanya’nın bizimle ittifak için savaşın patlak vermesini beklediğini bilen kaç kişi var? İttihat Terakki yönetimlerinin 1908-1914 yılları arasında dış ülkelerden 46 milyon lira borç aldığı halde savaş arifesinde kasada sadece 92 bin altın kaldığı için 5 milyon marklık liralık ilave Alman yardımı karşılığı savaşa girmekten başka çaremiz kalmadığını bize söyleyen oldu mu? Savaşta, Çanakkale ve Kut’ül Amara zaferleri dışında ciddi bir başarımızın olmadığını, Enver Paşa’nın Turan ülkesi hayali ile Almanların bile haberi olmadan Irak Cephesinden büyük bir gücü Transkafkasya’ya kaydırmasının, buna rağmen yenilmesinin cezasını Filistin’den tard edilerek ödediğimizi, yani Almanlar ve Bulgarlar kaybettiği için değil, aynı zamanda biz de kaybettiğimiz için yenildiğimizi söylemek ise, yaralı ruhlara daha büyük azap vermekten başka işe yaramaz herhalde.
Ama mesele bunlar da değildir. Ayrıntısına girmeye gerek yok, tarihte pek çok devlet yükselmiş, çökmüş, yenmiş, yenilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun başına gelenler Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun da, İspanya’nın da, İtalya’nın da, Fransa’nın da, İngiltere’nin de başına gelmiştir. Devletler arası güç gösterileri, galip ülke halklarının mağlup ülke halklarını aşağıladığı ya da saygı duymadığı anlamına gelmez. Bu aşağılanmışlık duygusunu, kendi başarısızlıklarını gözden kaçırmak için ulusal bir travmaya dönüştürmeye sistemli olarak çalışan muhteris ve kifayetsiz yöneticiler yaratır. Ama ne yazık ki bilinçli olarak pompalanan bu köşeye sıkışmışlık hali, artık gerileyecek bir başka yer olmadığına, ulusal onurun taammüden incitildiğine inanma hali, ulusları büyük barbarlıkların öznesi haline getirir. Nitekim bizde de olanlar bunlardır. Turgut Özakman kitabıyla ilgili Akşam’daki röportajında Ermeni tehciri hakkında “Türklerin kusurları da var. Bunlardan utanmıyorum. Günahsız insan olmadığı gibi günahsız millet de olmaz. Batılılar ne kadar barbarsa biz de o kadar barbarız” deyip geçiyor. Yazarın bu “küçük günah”ı sineye çekme konusundaki hevesliliğinin altında yatan şeyleri tahmin etmek zor değil, ama asıl söylemediği o yıllarda Türklerin tam da bugün içinde olduğumuz türden bir sıkıştırılmışlık duygusuyla boğuştukları ve duygu ile tarihin en büyük suçlarından birinin failine dönüşmeleri.
SEÇİLMİŞ TRAVMALAR
Bilmem, İtalya ya da İspanya’da faşizmin yükselişinin de bu aşağılanmışlık duygusunun eseri olduğunu hatırlatmaya gerek var mı? Ama en korkunç, korkunç olduğu kadar da en uyarıcı örnek bizim açımızdan özel bir anlam taşıyan kader arkadaşımız Almanya’nın yaşadıkları. İki ülke de uluslaşma ve modernleşme sürecine geç girdiği için hızlı yol almak zorunda kaldı ve bunun bedelini ağır ödedi. Her iki ülke de etnik kökene vurgu yapan, militarizmle takviye edilmiş, liberalizm ve Batı düşmanlığına dayalı bir uluslaşma süreci yaşadı. Sonuçta her iki ülken de dört başı mamur birer “seçilmiş travma” sahibi oldu. Mesela Türkler Sevr’i, Almanlar ise Versailles’ı, dünyayı sömürgeleştirmek için başlattıkları bir savaşta yenilmelerinin kefareti olarak değil, ulusal onurlarına indirilmiş en büyük bir darbe olarak kavradılar. Almanya, 1920’lerden itibaren tüm enerjisini Versailles’ın getirdiği vesayetten kurtarmaya hasretti. Sonunda “kendilerini aşağılanmış hisseden Almanlar” Adolf Hitler’in ardına takılıp, 60 milyon insanın ölümüne neden oldular, koca bir kıtayı tarumar ettiler. Almanların hem kendilerini hem de dünyayı bu travmadan kurtarmaları, ancak geçmişe soğukkanlı bakmayı ve yaptıkları hatalardan dolayı özür dilemeyi başarmalarıyla mümkün oldu. Almanlar artık “şanlı tarihleri” ile değil bugünkü başarıları ile övünüyorlar. Biz Türkler ise Almanlardan farklı olarak Kurtuluş Savaşı ve Lozan Antlaşması ile elde ettiğimiz zafer duygusuyla daha 20.yüzyılın başında kısmen de olsa travmamızdan kurtulduk, böylece de 2. Dünya Savaşı’ndan uzak kalabildik. Kısmen diyorum, çünkü ne geçmişteki hatalarımızla tam anlamıyla yüzleşebildik, ne de geçmişteki acılarımızın yasını tutabildik. Almanya gibi bir ekonomik mucize gerçekleştiremediğimiz için de, her zorlukta “geçmişin şanlı tarihine” sığınmaya eğilimli olduk. Nitekim aynı Akşam gazetesi Şu Çılgın Türkler kitabının tanıtım yazısında “PKK terörünün yeniden tırmanışa geçtiği, AB tartışmaların alevlendiği, ABD ile inişli çıkışlı ilişkilerin yaşandığı, Ermeni soykırımı iddialarının Türkiye'nin önüne sıkça getirildiği bir dönemde...” diyerek geçmişle ilgili saplantılı ruh halimizi besleyen güncel travmaları gayet güzel özetliyor ve bir anlamda Şu Çılgın Türkler kitabının yarattığı duygusal patlamanın arka planını veriyor.
Ne yazık ki, işler öyle bir noktaya vardı ki, marazi ruh halinin içinden çıkamamamız söz konusu olabilir. Psikoloji bilimi “aşağılanmışlık duygusu” ile “büyüklük kompleksi”nin madalyonun iki yüzü olduğunu söyler. Nitekim bir yandan “bir zamanlar yedi düvele nasıl meydan okuduysak, bugün de AB’ye öyle karşı durmalıyız, ulusal sınırlarımıza çekilmeliyiz” diyoruz, bir yandan “AB bizi mutlaka almalı çünkü biz medeniyetler çatışmasını çözeriz” diyoruz. Bir yandan “ABD’ye rağmen Suriye ve İran’la ilişki kurmalıyız” diyoruz, bir yandan “ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesinde yer almakla yetinmeyip tüm İslam dünyasının liderliğine soyunalım” diyoruz. AB’nin en küçük bir memurunun lafı altında ezilen birinin ertesi gün Misak-ı Milliye atıfta bulunup Kerkük’e veya Musul’a müdahale edelim dediğini okuyoruz. Kürt sorununu halletmek için “PKK liderliğinin fiziken yok edilmesini” önerecek kadar küçük düşünler bir yandan Adriyatik’ten Çin Denizi’ne uzanan büyük Turan hayallerinin peşinde koşuyor. Peki, böylesi şiddetli duygusal savrulmaların, daha doğrusu böylesi bir şizofrenik yarılmanın halklara ve devletlere nelere mal olduğunu tarih Şu Çılgın Türkler’e daha kaç kez hatırlatmalı?
Radikal İki, 28.8.2005’te yayımlanmıştır