Son zamanlarda “devrim yapmak” ifadesi çok kullanılıyor. Eski solcu reklamcıların damarı kabardığından olsa gerek otomobil, beyaz eşya ya da ev satanlar devrim gibi kampanyalar yapıyor; gazeteciler, politikacılar devrim niteliğinde açıklamalar yapıyor; olaylar, gelişmeler devrim olarak nitelendiriliyor. Bazı şeylerin gerçekten köklü bir şekilde değişmesine bu kadar hevesli miyiz, yoksa antropolojik bir “boş söz” olarak, sürekli devrimden bahsedip aslında onun hiç olmamasını mı sağlıyoruz?
Geçmişten kopup yeni bir başlangıç yapmak hevesi, bir devrim isteğinden ziyade, buralarda bir şeylerin değişmeyeceğine inançtan kaynaklanan, “çekip gitme” arzusuna daha yakın geliyor bana. Buralardan gidildiğinde, her şeyin daha iyi olacağına dair bir, bilgi değil, inanç. Umutsuzluğu, inanarak kırmak çabası.
Burada kalarak ve bir yere çekip gitmeden bir şeyleri değiştiren bir gelişme oldu yakınlarda. Tabii ki duymayan kalmadı. Türkiye liglerinde, yeni bir takım şampiyon oldu; yeni bir şehir futbolun zirvesine çıktı. Bursaspor’un futbol tarihimize geçen bu “ilk”i; bu başarısı, çoğunlukla “Türk” teknik direktör, “Türk” oyuncuların varlığına ve çabasına bağlandı. Bense bu başarıyı, Türkleştirmekten ziyade, burada-bizimle-bize dair-elde avuçta ne varsa ona dayanarak bir şeyleri değiştirebileceğimizin bir göstergesi olarak yorumlamak istiyorum. Duyup, sonra kulağımızın üstüne yatmamak için…
Memleketin gündemi pek hızlı değişip, gelişmeler kolaylıkla unutulsa da genel hat çok köklü şekilde değişmiyor. 7 kere gidenler 8 kere geliyor; baraj altında kalanlar (Hasankeyf direniyor) sonra yükseliyor; siyasi yelpazenin bir sağından diğer sağına yol alınıyor; “böyle gelmiş böyle gidiyor” ve “bizden bir şey olmuyor”. Bursaspor’un yaptığı, en basitinden, bu aynılığa bir son vermekti. Bu durum, bir devrimin dönüştürücülüğünü içeriyor mu, şimdiden kestirmek güç. Bu ancak daha sonra olup bitenlerle anlam kazanacak.
Ancak Bursaspor’un yaptığı her yerimize sinmiş tek düzeliği, birbirine benzerliği, hiçbir yere gitmeden, buradan ve içeriden değiştirmekti. Bütün kentlerin birbirine benzediği ve özellikle İstanbul’a benzediği; bütün futbolcuların İstanbul’a gitmek istediği; formaların, tezahüratların, tepkilerin bile aynılaştığı bu ortamda, yeni bir şampiyonun çıkması, kentleri de takımları da futbolcuları da kendi gibi olmak yoluna çağırmak olarak görülebilir. Sürekli tekrarlanan ve aynı sonuçları -hataları- üreten işleyişin tersine, kendi yolunu çizmek için bir cesaret verebilir. Tam da bu şekilde hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair kinik kaygıyı, “her şey değişir”e dönüştüren ve bu değişimi uzaklara, öte yakalara, tarihin ötesine gönderenlere karşı da burada ve şimdi neler olup bittiğini de hatırlatabilir.
Tabii ki dışarıya verdiği bu mesajı, içeride özellikle camialara kimliklerini kazandıran taraftara ve tribüne de vermesi gerekir. Futbolun, hamasetle, kavga gürültüyle, şiddetle eşanlamlı görülmesine karşı, şampiyon takımın tribünleri, sahadakilerin yaptığını kendi mekanlarına taşıyıp, kendi özgünlüklerini yaratmak için ellerinden gelen gayreti göstermeliler. Sahadaki ilk, tribündeki ilklerin de önünü açmalı.
Futbolun, sokakta olan bitenden ayırt edilemeyeceğini; tribünde ve sahada olan bitenin hayatla sürekli paslaştığını göz ardı etmeden, futbolda yaşanan bu ilkin, Bursa’dan başlamak üzere memleket sathına yayılacağını umut edelim. Tektipleşmeye karşı kent kültürünün gelişimine, çözümü başka yerler ve planlarda aramak yerine burada olan bitenin gücünü ve etkisini anlamaya yol açmasını isteyelim ve bu yöndeki gelişmeleri destekleyelim. Belki o zaman, Bursaspor’un başarısı bir istisna olmaktan çıkıp, bir güzergah olmaya meyledebilir. Olan biten de bir devrim anının mucizeviliğine sıkıştırılmak yerine hayatın içinde anlam kazanır.