“Pax Americana”da Sona Doğru mu?

Bill Clinton’ın 2000 yılında Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’na katılımı, efsanevî Büyük Britanya Kraliçesi Victoria’nın 1897’deki Elmas Jübilesini anımsatmış olsa gerek. Kraliçe nasıl bu vesileyle Britanya İmparatorluğunun kudretini bütün dünyaya gösterdiyse, Amerikan Başkanı Clinton, Victoria’dan bile büyük bir ihtişamla sahneye çıktı. 

O sıra tartışmasız dünyanın “en güçlü insanı” sayılan Bill Clinton, lideri olduğu kendi deyimiyle “küresel toplumu” sınırlarını açmaya ve serbest ticareti benimsemeye davet etmişti. [1] O sırada Çin’in Dünya Ticaret Örgütüne üyeliği hâlâ ABD’li çevrelerce tartışılmaktaydı. 

Tarih, her zamanki ironisiyle, Davos’a adım atacak bir sonraki ABD Başkanı olmayı, 18 yıl sonra Donald Trump’a layık gördü. 2018, her şeyiyle 2000’in antiteziydi. Trump, değil küresel toplumun, “Özgür Dünya’nın” bile lideri olmaktan bir hayli uzaktı. Davos’taki katılımının asıl sebebi, kampanyası ve başkanlığının ilk yılında korkuttuğu müttefikleri ve uluslararası yatırımcıları ABD’nin hâlâ küresel ticaretin ana aktörü olduğuna ikna etmekti. 2018, Xi Jinping liderliğindeki Çin’in küreselleşmenin birincil garantörü olarak öne çıktığı 2017 zirvesinin gölgesinde geçti.[2]  

Trump, biraz iradî biraz da kazara, ABD’nin 1945’ten beri sürdürdüğü küresel liderliği kaybetmesinin önünü açtı. Bu liderlik rolü, ABD’nin küresel bir liberal düzenin hamisi olmasına dayanıyordu. Özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından bu düzen, Birleşmiş Milletler, NATO, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar aracılığıyla mutlak bir hâkimiyet sürdürmüştü. Şu anda bu dönemi inceleyen tarihçiler, Sovyetler Birliğinin aslında ordu ve teorik fizik gibi bazı belirli alanlar dışında ABD’ye karşı ciddi bir rakip teşkil etmediği görüşünde, dolayısıyla bu dönemi 1945’ten başlatmak da büsbütün anlamsız olmazdı. 90’li ve 2000’li yıllarda Niall Ferguson ve Robert Kaplan gibi bazı entellektüeller, Amerika’nın imparatorluk rolünü açıkça benimsemesinin vaktinin geldiğini bile söylemişlerdi.[3][4] Pax Americana olarak da nitelendirilebilecek olan bu imparatorluk imgesi, büyük ölçüde pozitif olarak algılandı. Sonuçta, ABD’nin mutlak hâkimiyeti büyük devletler arası rekabetin ve büyük ölçekli savaş ihtimalinin sonunu getirmiş, dünya ticaretini açmış gibi görünüyordu. Washington, Clinton’ın tanımladığı “küresel toplum” genelinde asayiş ve güvenlik sağlama iddiasındaydı. Bu liberal düzenin tanımlayıcı ögelerinden biri, ABD’nin 1945’ten beri kurmuş olduğu sarsılmaz bazı ittifaklara, kurumlara, prensiplere ve güvencelere dayanmasıydı. Bunların arasında belki de en önemli ikisi, NATO ve serbest ticarete dayanan ekonomik küreselleşmeydi. Trump’ın ABD’yi tanımlayan bu iki temel gerçekliği sorgulaması, ABD tarihinde bir ilktir ve tarihi bir kırılma noktasıdır. Diğer yandan, izolasyonun Amerikan karakterinin bir parçası olduğunun da iddia edilebileceğini belirtmek gerekir. Nasıl Çin, tarihinin büyük kısmı boyunca dünyanın birinci ekonomisi olduysa, ABD de tarihinin büyük kısmında dış politika açısından dünyanın geri kalanından kendini soyutlama tercihini yapmıştı. 

Amerika’nın ilk Başkanı George Washington, 1796’daki veda konuşmasında, bağlayıcı ittifaklardan ve dünyanın geri kalanının işlerine müdahaleden kaçınmanın gerekliliğine vurgu yapmıştı. 7 Aralık 1941’deki Pearl Harbor saldırısına kadar sürdürülen bu izolasyonist dış politika, Amerikan karakterinin bir parçası olarak görülebilir. Birçok açıdan Amerikan halkı, kendini ve ülkesini istisnai görür ve dünyanın geri kalanına ilgisi sınırlıdır. ABD bir ülkeden ziyade bir kıta olduğu için, tarihinin önemli bir kısmında kendisine maddî anlamda yetebildi. Son yıllarda keşfedilen derin petrol rezervleri bu açıdan dışa bağımlılığı da önemli ölçüde azalttı. Bu sebepten daha önemlisi, 2008 krizinin sancıları ve Irak ile Afganistan’da yaşanan büyük hezimetler, ABD halkı nezdinde Trump’ın seçilmesinin önünü açan izolasyonist bakış açısının hortlamasına yol açtı. Belirtmek gerekir ki Bernie Sanders ve hatta Hillary Clinton bile (kendisinden beklenilebileceği ölçüde) kampanya sırasında, daha önceki ABD başkanlarına kıyasla, uluslararası ticaret ve dış müdahaleler açısından daha temkinli bir duruş ortaya koymaya gayret etti. Trump’in “Önce Amerika” sloganı zamanın ruhunu büyük ölçüde yansıtıyor.

Eğer Trump yönetimi kalıcı bir şekilde bu eğilime geri dönülmesine yol açar ve ABD liberal düzenin hâmiliğini bırakırsa (henüz bırakmamış olduğunu farz edersek), uluslararası sistem baştan aşağı değişecektir. Bu değişimin liberal düzenin yıkımı mı yoksa dönüşümü mü olacağını ise zaman gösterecek.

İdeolojik anlamda Trump doktrini, ABD’nin dünyadaki yerini yeniden tanımlıyor. Bu yaklaşım Trump iktidarındaki isimlerden en önemli ikisi olan McMaster ve Cohn tarafından, Wall Street Journal’da 1000 kelimelik kısa bir yazıda kaleme alındı.[5] ABD daha önceki yıllarda kurumlar ve NATO gibi ideolojik temeli olan derin ittifaklar aracılığıyla dış politikasını yürüttü. Elbet, Bush döneminde bu kurumların onayının ve uluslararası hukukun hiçe sayılarak Irak’a girilmesi, bu sistemi sekteye uğrattı fakat o zaman bile sistemin varlığı sorgulanmamıştı. McMaster ve Cohn ise açıkça ABD’nin çıkarları doğrultusunda geçici ortaklıklar ve ikili ilişkiler üzerinden dış politika yürütülmesi gerektiğini savunuyor. Trump, kampanyası sırasında ve hatta bundan yıllar önce, 1987 yılında, 100.000 dolar harcayarak New York Times, Boston Globe ve Washington Post’da yayınlattığı ilanında, [6] ABD’nin liberal düzenin hâmisi olarak bir şey kazanmadığını iddia etti. Daha önceki başkanlar tarafından imzalanan ticaret anlaşmalarının, Dünya Ticaret Örgütünün ve hatta NATO gibi kurumların ABD’yi sömürdüğünü savundu ve bu fikir, ülkede belli bir karşılık buldu. Bunun en belirgin örneklerinden biri, Trump’ın Çin’in ticari anlamda ABD’den istifade ediyor olduğunu defalarca dile getirmesiydi. Trump yönetimi, uluslararası kurumların ve ABD’nin müttefiklerine on yıllardır verdiği güvencelerin Washington’a zarar verdiği görüşünde. Liberal düzeni reddetmesi, Trump ABD’sinin öngörülmesi zor bir ülkeye dönüşmesine sebebiyet verdi. Bu yaklaşım, dünyanın her yanında ABD’nin önemli müteffiklerinin güvenini sarstı. 

Obama döneminin en büyük dış politika hamlelerinden olan Transpasifik Ticaret Anlaşması'nın Trump tarafından feshedilmesi, bunun önemli bir örneği. Bu anlaşma, dünya ekonomisinin toplam yüzde 40’ını kapsayan 12 pasifik ülkesi arasında bir serbest ticaret bölgesi oluşturmayı hedefliyordu. Bu büyüklükte bir anlaşma ile ABD dünya ticaretinin kurallarını yeniden yazıp kendi standartlarına uydurmayı hedefliyordu. Kilit nokta, Çin’in anlaşmanın dışında tutulmasıydı. Pasifikte Çin’in nüfuzunun azaltılması, ABD’nin uzun vadeli stratejisinde kilit önem taşıyordu. Böyle bir anlaşmanın imzalanmasının, bölgedeki ülkelerin Çin’in etki alanına kaymamasını sağlayacağı Washington tarafından umut ediliyordu. Japonya ve Vietnam gibi devletler de Çin’in artan etkisini dengelemek için ABD’nin desteğini bekliyordu. Transpasifik anlaşmasının imzalanmaması, Çin’in desteklediği Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklığın yürürlüğe girmesinin önünü açabilir. Daha da ilginci, ABD olmadan Transpasifik anlaşmayla yola devam edilmesi olur.[7] Trump, bu jeopolitik hedeflerden ziyade, beyaz yakalı ABD seçmeninin önemli bir bölümünün son yıllarda serbest ticarete karşı tepkili olmasını hesaba kattı. 

ABD’nin serbest ticaretten geri adım atmasıyla birlikte, Çin küreselleşmenin temel aktörü haline geldi. Çin önderliğindeki Yol ve Kemer İnisiyatifi’nin ve Asya Altyapı Yatırım Bankası’nın Batılı şirketler ve hükümetler tarafından ilgiyle karşılanması, kurumsal bir değişikliğin meydana geldiğinin altını çiziyor.
Trump yönetimi, küresel ısınmaya karşı önlem niteliği taşıyan Paris Anlaşmasından çekilirken, anlaşmadaki diğer ülkelerin ABD ile tekrar masaya oturmaya razı olacağını umuyordu. Fakat Avrupalı ülkeler bunun yerine Çin ve Hindistan gibi yükselen güçlerle diyaloglarını sürdürüp anlaşmanın yürürlükte kalmasını sağladılar. Kyoto Protokolü'nün aksine, Paris Anlaşması ABD olmadan da bir küresel ısınma politikasının uygulanabileceğini gösterdi.[8]    

Avrupa’da ABD’nin bundan sonra eskisi gibi güvenilir bir ortak olmayacağına dair bir algı gelişti. 2017 Mayıs ayında Angela Merkel’in Avrupa’nın “kendi kaderini eline alması” gerektiğini söylemesi oldukça dikkat çekiciydi. 

Trump öncesinde ABD yönetimi, en azından görünürde, kendi çıkarlarından öte dünya düzenin etkin ve güvenli işleyişini de gözetme iddiasını taşıyordu. Bu iddianın gerçekliğinden bağımsız olarak dünya üzerindeki ülkelerin büyük kısmı ABD ile çalışıyor ve Washington’ın istikrarlı duruşuna güveniyordu. ABD uluslararası sistemin bir nevi hâkimi olarak tarafsız bir yaklaşım sergileme iddiası taşımaktaydı. Bunun en büyük örneği, İsrail-Filistin meselesi ile ilgili müzakerelerde arabuluculuk rolünü ABD’nin üstlenmesi ve Filistin Kurtuluş Örgütünün bu durumu kabullenmiş olmasıydı. Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması, ABD’nin bu arabuluculuk rolünü kaybetmesine yol açtı. Yönetiminin son iki yılında Obama, İran, İsrail ve Suudi Arabistan arasında da böyle bir rolün oynanabileceğini düşünüyordu. İran ile imzalanan nükleer anlaşma, bunun bir örneğiydi. Trump ise Ortadoğu’da çok açık bir İran’ı kuşatma politikası izliyor. İlk resmi ziyaretini Suudi Arabistan’a yapan Trump, burada 350 milyar dolarlık rekor bir silah anlaşması imzaladı.[9]  

ABD’nin taraflar üstü arabuluculuk rolünü kaybettiği bölgelerden bir diğeri, Kore yarımadası. Seul, tarihinde ilk kez, ABD’yi yarımada siyasetinin dışında tutup Kuzey Kore ile müzakereleri kendisi yürütmeye girişti. 

Trump iktidarının koşulsuz destek sunduğu Suudi Arabistan dahi, Ekim ayında Moskova’dan S-400 füzeleri satın alma anlaşması imzalayarak dış ilişkilerinde yeni bir döneme girdi.[10] 
Obama döneminde bu süreç zaten başlamış olsa da Türkiye de Trump iktidarı altında ABD ile tarihindeki en kötü ikili ilişkilere sahip.

Bu gelişmeler, Trump’ın politikalarının yanı sıra iktidarının zayıflığından da kaynaklanıyor. ABD tarihinde ilk kez bir yönetim içinde bu kadar net çatlaklar gözlemlenebiliyor. Katar krizi sırasında Dışişleri Bakanı Tillerson ile Trump’ın Kuzey Kore ve başka pek çok mesele üzerine birbiriyle çelişen açıklamalarının yanı sıra,[11] ABD tarihinde ilk kez hem Kongre hem Beyaz Saray’ı elinde tutan partinin ülkeyi yönetmekte bu kadar zorlanması da dikkat çeken unsurlar. Bu istikrarsızlığın ve belirsizliğin önemli bir kısmı, doğrudan Trump’ın kişiliğinden kaynaklanıyor. İktidarının ilk gününden itibaren ne zaman impeach edileceği konuşulan bir ABD başkanının, bu dedikoduların gerçekleşip gerçekleşmemesinden bağımsız olarak, ülkeyi yönetmesinin zor olacağı aşikâr. İşin aslı, ABD’nin dünyadaki rolü her şekilde değişecekti muhtemelen; fakat Trump bu süreci dünyanın beklediğinden ve hazır olduğundan daha hızlı hale getirdi. 

Günümüzün uluslararası sistemi olan liberal ve kurumsal düzen, ABD’nin liderliğine dayanıyor. ABD’nin yerine geçmeye en yakın ülke olan Çin bile bu kadar iddialı bir rol üstlenmeye şu an bir hayli uzak. Muhtemelen önümüzdeki on yıllarda ABD, izolasyonist veya değil, dünyanın en büyük gücü olarak kalacak. Henüz gelişmekte olan bir ülke olan Çin’in kendi içinde çözmesi gereken çok sorun var ve ABD’nin kendi güvenliğini dert etmeden bütün dünyaya etki edebilmesini sağlayan coğrafi güvenliğe sahip değil. Daha da önemlisi, ABD’nin küresel iktidarı, ittifaklarına da dayanıyor. Washington başta NATO ülkeleri ve Japonya olmak üzere, pek cok uzun vadeli müttefike sahip. Bu ittifak sistemi, Çin ve Rusya arasındaki konjonktürel ve yüzeysel ilişkilerden çok daha derine iniyor. Dolayısıyla ABD’nin küresel liderlik rolünü bırakması veya kaybetmesi, Çin’in bunu üstlenebilmesi ve üstlenmesi anlamına gelmeyecektir.

Karamsar senaryo, ABD’nin daha beklenmedik, istikrarsız veya mesafeli olmasının, ülkeleri kendi güvenliklerini garanti altına almak için askeri harcamalarını arttırmalarına veya hatta nükleer silah edinmeye girişmelerine yol açması olabilir. Ortadoğu’da İran-İsrail-Suudi Arabistan arasındaki bölgesel çekişme, bunu gösteriyor. Böyle bir gidişat, uluslararası düzenden yoksun bir dünyanın ortaya çıkmasına sebebiyet verebilir. Her ne kadar ABD ve Batılı müteffikleri 1945 sonrası düzeni kendi çıkarlarını sağlama almak üzere kurmuş olsalar da, bu düzen, dünya genelinde Büyük Devletler arasında bir savaş çıkmasını engelledi. Küresel düzeyde çatışmaların çözüldüğü ve işbirliğinin sağlandığı kurumsal bir düzen, insanlık tarihinde daha önce ortaya çıkmamıştı. 

İyimser bir öngörü, bu dünya düzeninin daha çok kutuplu ve daha az küresel hale gelerek kendini sürdürmesi olabilir. London School of Economics’te uluslararası ilişkiler profesörü olan Barry Buzan, ABD’nin küresel liderliğinin bitmesinin ardından süper güçler çağının sona ereceğini savunuyor. [12] Buzan’a göre Britanya İmparatorluğunun çıkışından itibaren süregelen süper güçlere dayalı düzen, Batı ile dünyanın kalanı arasında geçici bir uçurum oluşmasına dayanıyordu. Bu uçurumun kapanmasıyla birlikte, bölgesel düzeyde etkin olan pek çok sayıda Büyük Devletin ortaya çıkacağını, böyle bir düzenin de barışı sağlamakta bir sorun yaşamayacağını savunuyor. 

Bundan on yıllar sonra, tarihçiler günümüzü inceledikleri zaman, bu dönemde bir kırılma yaşandığına kanaat getirmeleri olası. Belki bu kırılma noktası niteliğini, pek çok olay aynı anda taşıyacak. Tıpkı İstanbul’un fethinin, Yüzyıl Savaşlarının sonunun, matbaanın icadının ve Amerika’nın keşfinin Ortaçağın sonunu getirmesi gibi. Kimisi ABD’nin Irak işgalini, kimisi ise Rusya’nın Kırım’ı işgalini ABD liderliğindeki liberal düzenin sonuna ve “jeopolitikanın dönüşüne” yol açan kırılma noktaları olarak nitelendirdi. Daha ekonomik bir bakış açısı, bu kırılmayı 2008 krizine dayandırabilir. Trump’ın seçilmesi, bu yöne doğru gidişatın sebeplerinden birisi olmanın yanı sıra, bunun bir semptomu. Sonuçta, Amerikan halkının yarısı, 1945’ten beri ilk kez ABD’nin savunduğu dünya düzenini sorgulayan bir Başkan adayına oy verdi. 

Tarih kitaplarında 1945-2016 arasında tanımlanacak bir dönemden söz edilip edilmeyeceğini zaman gösterecek.



[1] Clinton Pushes Open Trade; CNN Money; 29 Ocak 2000.

[2] Barkın Noah ve Piper Elizabeth; In Davos, Xi makes case for Chinese leadership role; Reuters; 17 Ocak 2017.

[3] Ferguson Niall; An Empire in Denial: The limits of US Imperialism; Harvard International Review; 6 Eylül 2003.

[4] Kaplan Robert; In Defense of Empire; The Atlantic; Nisan 2014.

[5] McMaster H.R ve Cohn Gary; America First doesn’t mean America alone; Wall Street Journal; 30 Mayıs 2017.

[6] Oreskes Michael; Trump gives a vague hint of candidacy; New York Times; 2 Eylül 1987.

[7] Torrey Zachary; TPP 2.0: The deal without the US; The Diplomat; 3 Şubat 2018.

[8] Brattberg Erik ve Meyerweissflog Viola; The Trump effect on Germany’s election and Transatlantic Ties; Carnegie Foundation; 31 Ağustos 2017.

[9] Bu anlaşmanın bir kısmının Obama döneminde “bağlandığına” ilişkin iddialar da var. Yani Trump’ın biraz da kendi “işadamı” becerisini sahnelemek için, Obama dönemi antlaşmalarını da “pakete” dahil ettiği söyleyenler var. Bkz. https://www.brookings.edu/blog/markaz/2017/06/05/the-110-billion-arms-deal-to-saudi-arabia-is-fake-news/ ve http://www.aljazeera.com/news/2017/06/questions-raised-110bn-arms-deal-saudi-arabia-170608033511760.html

[10] Wintour Patrick; Saudi King’s visit to Russia heralds shift in global power structures; The Guardian; 5 Ekim 2017.

[11] White Jeremy; North Korea: Trump Administration contradicts Rex Tillerson’s claim US is ready for talks with regime; The Independent; 14 Aralık 2017.

[12] BUZAN Barry; The United States and the Great Powers: World Politics in the 21st Century; Polity Press; 2004.