Normalde hapishane baskınları ve hapisten adam kaçırma vakaları, yasadışı ilan edilmiş örgütlerin, kendilerini yaptıkları eylemde sonuna kadar haklı gören mantığa teslim olmuşların faaliyetleri arasındadır. İlk başta hapiste bulunanı yargılayanların meşruluğunu sorgulayan ve reddeden bu bakış açısı için zaten ortada bir savaş hali hüküm sürdüğünden “içeride” bulunan için yalnızca esaret söz konusudur. Esaret bir tanım olarak kabul edildikten sonra, o esareti ortadan kaldırmak üzere yapılacak girişimler de dolaysız bir şekilde ancak kahramanlık derecelendirmelerinde alacağı yer açısından değerlendirilir. Genellikle ne kadar organize olursa olsun küçük grupların giriştiği, eylem sonunda kaybedilecek hayatların baştan gözden çıkarıldığı, gözden çıkarılmakla feragatin birbirine yapıştığı bir süreçtir bu. Ancak başta da söylendiği gibi bu eyleme girişenler -hukuku tanınmayan dolayısıyla yaptıklarının meşruiyeti halihazırda yok sayılan bir düşmanın elinde esir bulunanları kurtarma faaliyeti şeklinde durumu tarif ederek- kendilerini bir şekilde meşru gösterecek argüman silsilesini de hazır etmiş olur.
İsrail tarafından düzenlenen “hapisten, yargılamak üzere adam kaçırma” eylemi yukarıda yazılanları bir kenara bırakmaya, insanı başka türlü düşünmeye zorlayan bir örnek teşkil ediyor. Geçenlerde Tanıl Bora’nın yazdığı gibi Munich filminde de var olan ve bir şekilde İsrailli sporcuları öldürenleri temizleme faaliyeti sırasında da konuşulan, bir devlet olarak İsrail’in bu konudaki tavrı ve yaptıklarında kendisini sonuna kadar haklı görme mantığı kanıksanamaz bir şekilde tehlikeli boyutlara ulaşmış bulunuyor. Bu “örtülü operasyon örfü” bir yandan herhangi bir İsrailliye dokunulduğunda bir devletin nasıl hesap sorabileceğinin, bunun için neleri göze alabileceğinin somut göstergesi. Diğer taraftansa göze alınanlar bahsi içinde hukuksuzluğun, kendini haklı bulma/buna sonuna kadar “inanma” mantığının doğurduğu “hak” algısının, zıvanadan çıkmış bir korunma refleksinin bütün dünyanın gözünün içine baka baka nasıl “meşru” sayıldığının da göstergesi. Galeyana gelmiş bir tribün topluluğunun, artık iyice sevimsiz bir hal almış/ürkütücü tonlamalarla “bu maçı alacaz başka yolu yok!” diye bağırması gibi.
Olay kısaca şöyle gelişiyor. “İsrail ordusu, Filistinlilere 'Böcekler' diyen İsrailli Bakan Rehavam Zeevi'ye 2001'de düzenlenen suikasttan sorumlu tuttuğu militanların teslimi için dün tank ve buldozerlerle Batı Şeria'nın Eriha kentinde uluslararası cezaevini bastı... Helikopterler eşliğinde buldozer ve tanklarla 200 tutuklunun kaldığı hapishanenin duvarlarını yıkan İsrail güçleri, önce Filistinli gardiyanların direnişiyle karşılaştı. Çatışmalarda iki gardiyan öldü, 23'ü yaralandı. Roket atılan binadan dumanlar yükselirken çok sayıda Filistin polisi yarı çıplak teslim oldu. 180 tutuklu gözleri bağlanarak İsrail araçlarına bindirilirken, Saadet, dört arkadaşı ve Şubeyki teslim oldu. İsrail, elleri başlarının üzerinde cezaevinden çıkan altı Filistinli için ‘Yargılanacaklar’ açıklaması yaptı. Diğer mahkûmlar arasında ise İsraillilere saldırıda bulunmayanların serbest bırakılacağı belirtildi.” (Radikal, 15.3.2006)
Haberde baskının, “Britanya ve ABD'li gardiyanların güvenlik gerekçesiyle sabah dört yıldır bulundukları cezaevini terk etmesinden 20 dakika sonra geldi”ği de belirtilmiş. Ayrıca Radikal’de Reuters’den aktarılan bilgiye göre “FHKC lideri Ebu Ali Mustafa'nın öldürülmesine misilleme olarak Zeevi'nin ortadan kaldırılmasından sorumlu tutulan FHKC üyeleri, 2002'de İsrail'in baskısı ile Ramallah'ta tutuklanıp bir anlaşma çerçevesinde ABD ve Britanya'nın korumasını üstlendiği Eriha'ya konulmuştu. Hamas'ın bastırmasıyla Filistin lideri Mahmud Abbas'ın bu kişileri bırakacağı söyleniyordu.” Basitçe İsrail-Filistin arasındaki sorunların oralarda her zaman mevcut olabilecek güzide aktörlerinden ikisi arasında hakaret ve öç alma sürecinde cereyan eden bir olay var. Tabii ki bahsedildiğine göre Amerika ve İngiltere’nin arabulucuğuyla varılan anlaşmayı da İsrail’in kabul etmiş olması söz konusu. Olayın hayatta kalan tarafları -bu vakada- Filistinliler, tuhaf bir pazarlık süreci ve Amerika ve İngiltere’nin de tarafsız gözetmenler olarak devreye girmesiyle, bölgedeki uluslararası bir cezaevine konuyorlar. Yani öyle ya da böyle cezaevinde bulunan “zanlılar” söz konusu. Uluslararası cezaevi (!) ve bir ihtimal “makul” bir yargılanma süreci mevzubahis olabilir. Ama İsrail için anlaşmayı da kabul etmiş olmasına rağmen, bu yeterli olmuyor. Suikast bir İsrailliye yöneltildiği ve bunun cezasını ancak İsrail verebileceği için hapishane basıp, “zanlıları” kaçırmak haklı bir eylem halini alıyor. Bu arada yine uluslararası cezaevindeki İngiliz ve Amerikalılar “güvenlik gerekçesiyle hapishaneyi boşalttıktan hemen sonra” baskın oluveriyor. Bütün bu pazarlık, ayarlama, gözyumma tezgahı başkaca bir bahsin konusu olacağı için buna girmeyelim.
Olayın aslında söz konusu olması gereken gerçek tarafları İsrail-Filistin. Onlara bakıldığında da durum pek parlak değil. Ortadoğu’da Amerikan işgalinin başlamasıyla beraber artan İsrail’in devlet suretindeki pervasızlığı ne kadar sürer bilinmez. Bu, büyük ihtimalle zaten konsolidasyonu problemli olacak Hamas için de, manevra sahasını daraltan, bir süreç. Şimdiye kadar İsrail’i tanımayan/ona karşıt bir dil ve mücadele tarzı üretmiş refleksleriyle boğuşan Hamas için kendi varlığını -Türkiye ziyaretinin de bir ölçüde gösterdiği gibi Amerika tarafından bile zımnen kabul edilmişken- yeniden tartışmaya açtıracak ve Filistin’deki seçmen ve taraftarlarına da mesaj vermek zorunda bırakacak her olay başka bir kriz halini alıyor. Diğer taraftan ancak ve sadece kendisi yargıladığında, böylesinin “hak” olduğuna inandığında, bunun için her türlü açık ya da gizli faaliyetle “içini soğutup” intikamını aldığına inandığında kendisini güvende hisseden bir İsrail için de “devletlik” vasfı, bu kadar kin, nefret, intikam ve pervasızlıkla yoğrulduğunda pek de ikna edici görünmüyor.
Belki Amerikan işgaliyle dizginsiz bir hal alan ama Amerika olmasa da başka başka şekillerle devam edecek, birbirinin değil sadece kendinin “hak”kına riayet eden anlayış varlığını koruduğu sürece ne “işgal altındaki bölgeler”de bulunan kamplar, ne de inzibati tedbirler ve korkuyla gezilen sokaklar Ortadoğu’da barışa giden yol olabilir.