Demansın Kıyısında Toplumsal Bellek: Seçil Öğretmen ve...

Günlerdir haber arşivlerinde Halide Edip’in fenomen eserinde Aliye’yi linç ettiren Hacı Fettah Efendi’nin gölgesi, öfkesi dolaşıyor. Dilinin kahharlığı musallat olmuş sanki medyanın sesine: “Vurun Kahpe”ye, “Şeytanın Kızına!”…

Vuralım Peki, ama Kime? Kahpeye mi, Anneye mi?

Annelik Kahpeliği İçerir mi? İçeremez bir kutsallıktı hani? Kahpelik tam da anneliğe dışsallığıyla, onun kutsiyetlerini teslim etmemiş miydi? Ya da Kahpelik zaten anneliğin kutsal gerekliklerini ilga eden, bu anlamda da anneliğe özgü vasıfları sorgulamayı, eleştirmeyi anlamsız kılan “düşüklü”ğün öldürülesi hali değil miydi? Değilmiş demek ki!.. O halde “kahpelik” yalnızca, bir kadına kendini, gereksiz yere, suçlu hissettiren, anneliğini açıklamayı imkansızlaştıran, o kadının kendi kendine yarattığı basit bir fobiye mi eşitti? Gerçekte karşılığı olmayan uydurulmuş şizofrenik bir ürkütücülük müydü kahpeliğinki? O kadını saklanmaya, “düşmüş” bir ilişkisellikten doğmuş bebeğini yaşamsal bir tehdit gibi saklatmaya iten, ezcümle anneliğinden korkutan kahpelik düşmanlığı, bir toplumsal halüsinasyondan mı ibaretti yoksa?

İddiaya göre 2 aylık erkek bebeğini evde tek başına bıraktıktan sonra bayram tatilini geçirmek için memleketi Adana’ya giden Kocaeli'nin Gölcük İlçesi'ndeki bir ilkokulda sınıf öğretmenliği yapan 34 yaşındaki Seçil M.D.’ye adavet içinde hücum eden medyanın dilinde, bu dile maalesef yine aynı saldırı hattından, saldırının erilliğine veryansın ederek cevap veren feminist tepkilerin işaret ettiği cinsiyetçilikten daha fazla bir müphemlik gizleniyor: Toplumsalın kendi ürettiğini yadsıması, kendi kendini inkarı. (Tepkiselliği iki uç boyuttan öteye geçemeyen yani püriten suçlayış ile kurbanlaştırma fetişizminde tıkananların, Seçil M.D’nin bilmediğimiz geçmişine, ruhsal yaşamına dair çıkarsamalarına değinmiyorum bile. Bunlar belki her iki kesimi de haklı/haksız çıkarabilecek varsayımlardır çünkü.)

Karşımızda, haberi, “şuurunu yitirmiş bir kadının” sözleri, “psikolojisinin bozuk olduğu” biçiminde giren, “kadının akıl sağlığının yerinde olmadığına” açıkça karar veren toplumsal aklın, bu makro yargı aracının ironik patolojikliği duruyor. Herkesin psikiyatrlardan rol çalarak dahil olduğu tartışmaya bizde aynı disiplinin içinden bakmayı deneyelim öyleyse.

Bebekleri meşru olup/olmamalarına göre tanı(ma)yan ve onayla(ma)yan bir toplumda meşru olmayan etiketini alacak çocuğa sahip olmanın karşılığı olabilecekler düşünüldüğünde, Seçil öğretmenin yaşadığı şaşırılacak bir son gibi durmuyor. Nedenleri basit.

Toplumsal olarak onaylanmayan bir çocuğa sahipseniz, işverenlerinizin tepkisi rutin bir uyarıyla sınırlı kalmaz, bütün öğrenim geçmişinizin üstü çizilerek mesleki yaşamınız kangren edilir, sonuçta işsiz ve beş parasız kalmaz mısınız?

Toplumun “gerçek” anneleri, “kahpe” annelere çocuklarını emanet eder mi, mahallesinde, apartmanında ister mi?Kısacası evsiz, mekansız kalırsınız. İnsan kendini umursamayan, umursamayacağını da bildiği “ahlakçı” topluma “sırrını” açar mı? Bu açma hali, hain bir ters dönüşle onu evsiz, işsiz bırakarak vurmaz mı?

Bugün komşuların “söyleseydi biz bile bakardık”ları, “hal ve hareketlerindeki tuhaflığı” hep hissedip ama umursamayan toplumsal kibrin samimi bir nedametinin mi yoksa eğreti bir merhametin yansıması mı?

Bebeğini lanetleyeceğini bildiği bir aileye bebeğinden bahsetmenin getirisinin canından olmaktan başka bir şey olmayacağını bilen bir kadına, aynı aile “bayram”ı hangi gerekçe ile “tek başına” geçirmeye cüret ettiğinin hesabını sormaz mı?

Bebeği açıklamak ve bebeğin ağlaması: yani Yasak olanın Ses verişinin, Söze gelişinin, evsizlik, “sahip”sizlik, parasızlık hatta nefessiz kalmaya denk geldiği ahlakçı yapıda, susmayı, kaçmayı seçmek aklın hastalığı mı? Yasak bütün mahiyetini tam da sessizliği, seslenemeyişi üzerinden kazanmaz mı? Sessiz kalması gereken bir Yasak, dile gelirse, bu destursuz kıyam, bu fütursuz temerrüdcezasız bırakılır mı?Yasak olanı yaşamış, bir de bundan hicap duymayan “kahpe”nin katl-i farz olmaz mı? Bu yok ediş, bebeği önce annesiz ve belki sonra da kendini nefessiz bırakmaz mıydı? Şimdi böyle bir tablo, bu makro aklın “cani”liğine hüküm verdiği anneyi, bebeğini ve kendini yaşatmaya çabalayan “gerçek” bir anne yapmaz mı aynı aklın nazarında?

Yok, annenin akıl sağlığının bozukluğu konusunda illa ki ısrarlıysa, o halde Kendi ürettiği normlar ile öznenin uyumluluk halini, yani öznenin bunları, sırf tanınıp-dışlanmamak adına hiç durmaksızın kanıtlama ritüelini bugüne kadar aklıselimlik diye tanımlamış Toplumsallığın kendisi şiddetli nevrozdadır. Madem öğretmene yönelik yargılar psikanaliz disiplinine referansla dolu, o halde bu kuramın en yetkin ismi, Freud’dan yararlanmak mümkündür.

Freud’un düşüncesindeki esas radikallik, biyoloji ve bilince indirgenmeyen, kendine özgü işleyen bir psişik aygıta yaptığı vurgudan kaynaklanır. Bu ruhsal aygıtın kendi içinde parçalı, bölünmüş ve bir dizi çatışmayı barındırıyor olması, öznelliğin tutarlılıktan yoksun, tamamlanamaz formlarına işaret eder. Üstelik, Freud, öznelliği bu kadar çatışmalı, dengesiz kuranın merkezine toplumsal süreçleri, bastırıcı uygarlığı ve aile ilişkilerini yerleştirerek, toplumsalın biçimlendiren, baskılayan, düzenleyen yüzünü de açığa çıkarır. Gelgelelim buraya kadar son derece yararlanılabilir olan Freud kuramı, bu toplumsal baskı sistemlerinin nasıl işlediğini, nasıl etki ettiğini yeterince açamaz ki bu noktada neyse ki Foucault yetişmiştir. Ne var ki Foucault da öznenin, kurumsal baskılara, patriarkal normlara, kendini sınırlandıran dayatmalara gönüllü, ısrarcı tabiiyetini açıklarken pek ikna edici değildir. Bu kısırlıkta, İktidarın aldığı psişik biçimi görmenin elzemliğine işaret eden Butler, toplumsal dramları, çöküşleri, sendeleyişleri anlamak adına önemli bir isim olur.

Her iki düşünürün kuramını birbirine yedirerek argümanını üreten Butler, Vicdanlı, Çileci Özne Olma sürecinin seyrini açar. Yasaklanan/yaşamı tehlikeye sokan dürtü, arzu, özlem vs. dışarı yansıtılamaz. Çünkü bu yansıtış varlığı tehdit eder. Öyleyse yasak, öznenin kendi içine döner. Bu kendine dönüşlülük toplumsal düzenleme süreçlerinin devreye girmesiyle suçlama biçiminde işlemeye başlar, suçlayan failin adı Vicdan, suçlanan benliğin günahlı, suçlu hali olur.

Yasak olanı deneyimlemiş Seçil Öğretmenin nihayetinde toplumsal suçlama mekanizmalarına uyumlu davrandığını, “uygun” olanın dışına taşan ihlalinin diyetini suçlulara has bir kaçış, saklanışla ödediğini, olayın bugüne dek yansıyan biçiminden çıkarmak mümkündür. İhlalinin farkında olan, hamileliği yaşamaktan kendini mahrum ederek, (etmesi gerektiğine inanarak, inandırılarak) canını, evini, işini her an kaybedebilme korkusu, paniği ile yüklü bir mimesisi her gün sil baştan oynayarak kendini cezalandırmıştır. Tam da toplumsalın talep ettiği gibi “vicdan”lı bir özne olmuştur. O zaman Problem toplumsallın vicdanlı olma haline yönelik tanımlamalarında, öznenin zarar veren eylemlerinin bu tanımlamalara kapılmasında mı saklıdır?

Yasakladıklarının failliğine soyunanların nedamet duymasını arzulayan toplumsal aklın, buna muktedir biçimde ürettiği bu özneyi şimdi suçlaması, kendi kendinin inkarı mıdır yoksa? Bu kimin neyin infazı? Toplumsal bellek, ne dediğini, ne yaptığını, ne yapmak istediğini karıştırmış delilik halinin kıyısında mı? Bütün bunlar demansa tutulmuş toplumsallığın feveranları mı? Öyleyse bu kendini unutuş hayırlı mı, Hayrın bütün başlangıçlara özgü verimli tutarsızlıkları mı?


[1] Demanslı bir kişide; hafıza, düşünme, mantık yürütme, basit işleri yapma gibi işlevlerde bozukluklar görülür.