Alman Gazetesi Die Welt muhabiri Boris Kalnoky 9 Mayıs 2006 tarihli sayıda Norman Stone ile bir görüşme yapmış. Ropörtajda şahsımla ilgili bir bölüm de var. Kalnoky, “nasıl oluyor da Taner Akçam gibi bazı tarihçiler, Türkiye’nin faşizme doğru yol aldığı uyarısında bulunmak gibi aşırı negatif tahminlerde bulunabiliyorlar”, biçiminde bir soru soruyor. Stone, cevabında bana çok saygı duyduğunu ama benim ‘80’li yıllardaki kötü deneylerimin etkisi ve bunların hafızamda bıraktığı olumsuz intibalar nedeniyle böyle düşündüğümü söylüyor ve “bugünkü durum ışığında ülkenin faşist olacağını söylemek saçma bir abartıdan ibarettir”, diyor.
Ben hiçbir yerde “ülke faşist olacaktır” demedim. Faşizm kelimesi çok yanıltıcı. Ben Köln’de Körber Stiftung adlı bir Alman kuruluşun toplantısında, “Türkiye kendi faşizmi ile hesaplaşmadı, Avrupa’da 1. Dünya Savaşı sonrası Faşizmi işbaşına getiren dinamikler Türkiye’de hâlâ aktiftir ve Türkiye bununla açık olarak yüzleşmediği için ciddi bir tehlike sözkonusudur,” diyerek, Türkiye’de yükselen derin ve tehlikeli bir milliyetçi dalganın varlığından söz ettim. “Nerede, kim ne dedi” kavgasından uzak, son derece ciddi bulduğum sorunu özetle anlatmak isterim. İlgili toplantıda bir soru sorarak şunları söyledim:
Almanya ve Türkiye 1. Dünya Savaşı’na birlikte girmişlerdi ve her iki ülke arasında, yönetici elit davranışları ve topluma egemen siyaset kültür bakımından güçlü benzerlikler vardı. Her ikisi de yenildi ve bu yenilgiye de bir cevap olarak Almanya’da faşizm işbaşına geldi. Peki Türkiye’de niçin böyle bir deney yaşanmadı?
Konuyu sadece Almanya ile sınırlı tutmayıp, daha genelleştirerek sormak isterim: Avrupa’da İspanya, Portekiz, İtalya’da da değişik faşizmleri işbaşına getiren derin bir dalgadan söz edebilir miyiz? Ben bu ülkelerde yaşanan faşizm deneylerinin tüm farklarına rağmen, daha arka plandan, bir ulusun gelişmesinin belli bir evresindeki belli bir ruh haline verilen cevaplar oldukları biçiminde, ortak bir yerden okunmalarının mümkün olduğunu düşünürüm.
Italyan, İspanyol ve Almanya özelinde ele aldığımızda aşağı yukarı şu önemli özellikleri görebilir miyiz?
a) Ulusun birliğinin henüz sağlanamamış olduğuna inanmak ve ama bu birliği sağlamanın tehdit altında olduğu düşünmek,
b) Ulusun onuru ile oynandığı, onurunu ayaklar altında alındığına inanmak,
c) Ulusun içinde bulunduğu durumu bir varlık-yokluk sorunu olarak kavramak,
d) Ulusunuza karşı büyük bir iftira kampanyasının yürütülmekte olduğuna inanmak,
e) Bu iftira kampanyasının belli dış güçler (Türkiye’de bu Batı olarak tanımlanır) ve onların iç uzantıları tarafından organize edildiğine inanmak,
e) Tarihin gerçek kurbanının aslında sizin ulusunuzun olduğuna inanmak,
Bu nedenle ulus, kendi varlığına yönelmiş bu büyük tehlikeye karşı bir savaşa davet edilir.
Avrupa totaliter deneyimleri bu ruh hallerine verilmiş cevaplar olarak okunamaz mı?
Avrupa’da Faşizmler başarılı oldu. Sonra yenildiler ve bu toplumlar şimdi o tarihleriyle yüzleşiyorlar. Eski rejimlerin zihniyetleri ile birlikte önemli darbeler yemiş olmaları, yönetici elitlerde ciddi değişimler ve toplumun tarihi ile yüzleşmesini, kendisini tanımlamanın önemli bir unsuru haline getirmesi, yani geçmiş üzerine sürekli bir konuşmanın varlığı demokrasilerin önemli üç sac ayağı gibi duruyor.
Soruma geri dönüyorum. Eğer bir toplumda oluşan enerjiler, politik ve düşünce akımları, belli zihniyet kalıpları kendiliğinden yok olmazsa, Türkiye de 1. Cihan Harbinden yenik çıkmasına ve yukarıda saydığım bütün özellikleri göstermesine rağmen niçin Faşizm deneyi yaşanmadı? Bunun onlarca cevabı var, bu cevaplardan belki bir tanesi şu: Türkler “yaralanmış ulusal onurlarına” geçici bir merhem sürmüşlerdi. Cumhuriyet, Türkler için, İmparatorluğun yıkıntıları üzerinde yükselen kollektif bir projenin, düşmanları tarafından bile saygıyla karşılanan ahlaki zafer abidesi gibiydi ve bu haliyle daha önce yaşanmış yenilgilerin ve ölümlerin merhemi gibiydi.
Bu geçici zafer, bu yaraya sürülmüş merhem idi ki a) ne faşizmi işbaşına getirdi; b) ne de tarihle yüzleşmeyi bir ihtiyaç olarak sundu. Belki bunun kadar önemli bir üçüncü faktörü de eklemek gerekiyor. Osmanlı Devletini 1. Cihan Harbine sokan kadro ile Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran kadro esas olarak aynı İttihatçı kadrodur. Ve Türkiye’de faşizm gibi bir rejim yaşanmadığı ve bununla da hesaplaşma olmadığı için de tüm bir Cumhuriyet dönemi boyunca bu kadroda ciddi bir değişiklik yaşanmamıştır. Avrupa’da görülen rejim kırılmalarının bizde yaşanmadığını söylüyor ve sürekliliğin altını çiziyorum. İddiam odur ki, özellikle bu iki neden [faşizmin işbaşına gelmemesi ve tarihle yüzleşme ihtiyacının hissedilmemesi], yönetici elit sürekliliği ile de birleşince, Avrupa’da faşizmi işbaşına getiren o derin dalganın, Türkiye’de çok sorunsuz varlığını sürdürmesi sonucunu doğurdu. Geçmişle veya bu dalgayla yüzleşmek gibi bir sorun hiç olmadı. Bu derin dalga Türkiye’de hâlâ canlıdır ve çok kuvvetlidir. Şu günlerde kendisini çok güçlü bir milliyetçi kabarış olarak toplum sathına yaymaktadır ve yakında buna uygun bir siyasal şekillenmenin oluşması kimseyi şaşırtmamalıdır. Bu siyasal şekillenmenin ille de faşizm olması gerekmiyor. Ama bir ulusu yokoluştan ve çöküşten kurtarmaya kendini adamış otoriter-totaliter bir seçenek tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuz kesin.
Bu karamsarlığımın en önemli nedeni, yukarıda söylediğim gibi, 1915’lere egemen olan İttihatçı yönetici ekibin ve onun zihniyetinin, Cumhuriyet döneminde de, özellikle asker-sivil bürokrasi ve Türk Sosyal Demokrasisi ile büyük bir değişikliğe uğramadan iktidarı elinde tutmaya devam ettiği gerçekliğidir. Türkiye tarihinde gözlenen, bu militarist-bürokratik ekibe daha çok muhafazakar temelli direnmeler, onlara “hükümet olma” şansı verdi ama hiçbir zaman iktidar olma imkanı tanımadı ve zaten genel kural olarak, bu muhafazakar kadrolar çok kısa bir süre sonra da bu ana asker-sivil bürokratik ekibe teslim oldular.
Peki niçin şimdi bu milliyetçi kabarma? Avrupa Birliği yolunda “Türk Baharı” yaşanmıyor muydu? Ne oldu?
Türkiye’de şu anda işbaşına gelen AKP’nin, adını açıkça koyarsak İslamcı bir partinin, geleneksel yönetici ekip sürekliliğinde ciddi bir çatlak yarattığı konusunda geniş bir uzlaşma vardır. İlk defa, asker-sivil bürokrasiye oldukça uzak ve ona karşı meydan okuma cesaretini göstermiş bir kadro işbaşına gelmişti ve Türkiye’nin son Avrupa yolculuğundaki büyük başarıların nedeni de buydu. Bu yeni İslamcı çevre, siyasi iktidarda kalabilmenin yolunu, Avrupa Birliği olduğunu fark etmiş ve bu yönde bir bahar yaratmıştı.
Türkiye’deki son aylardaki gelişmelerin yaşanan baharın sona ermekte olduğunu gösterdiğini söylüyorum. Bunu bir tek ben söylemiyorum, Türkiye’deki entellektüel kesime oldukça egemen olan bir düşüncedir bu. Bu baharın sona ermesinin onlarca nedeni sayılabilir. Burada sadece bir tanesini söyleyeyim: sebep Avrupa Birliği’nin kendisidir; negatif anlamda değil, pozitif anlamda. Çünkü, Türkiye’nin “gerçek yöneticileri” asker-sivil bürokrasi, ve daha genel anlamıyla İttihatçı zihniyet, Hükümetteki İslamcı partinin başını çektiği Avrupa Birliği kampanyasının ciddi bir üyelik alternatifi haline dönüşebileceğine hiçbir zaman ihtimal vermemişlerdi. Burada en çok Avrupa’daki (daha çok kültürel ve dinî temelli) “anti-Türk” lobiye güveniyorlardı.
Fakat AB üyeliği beklentilerin aksine, ciddi bir seçenek haline gelince, Türkiye’yi esas olarak kontrol altında tutan, İttihatçı zihniyetin devamcısı ve temsilcisi olan asker-sivil bürokratik elit, Avrupalı olmak sorununun, kendi egemenliklerini sorgulamak, kendi zihniyet dünyaları ile hesaplaşmak anlamına geldiğini gördüler; bunu aslında zaten biliyorlardı, ama tehlikeyi (geç veya çabuk) fark ettiler. Sadece bugünkü iktidarlardaki güçleri ile ilgili değil, tarih ile ilgili sorumluluklarını da içeren bir hesaplaşma çağrısı idi bu. Asker-sivil bürokrasi, Türk Sosyal Demokrasisi ile birlikte, doğrudan kendi varlık nedenini sorgulayacak bir sürecin kapısının açılmasına müsade etmek istemiyor, etmeyecek, mesele budur.
İki husus bu noktada çok önemli. Avrupa birçok konu yanı sıra, iki temel konuda giderek “Batı Standartı” istiyor. Kürt sorunu ve tarihle yüzleşleşme. İşte bu iki nokta, yönetici elit değişikliğini şart kılacak güçlü dinamiklere sahip ve bu nedenle de bu isteklere karşı büyük bir direnme var. Nitekim, Türkiye yönetici eliti, başta merkez medya olmak üzere aylardır Türkiye’nin bu iki sorununun “Türklerin varlık ve yokluk” sorunu olduğu yolunda ve böyle algılanması doğrultusunda yoğun bir propaganda yapıyorlar. Henüz Batı’da görülemeyen, Norman Stone’nun da henüz fark etmemiş olduğu, aylardır Türk halkının “ulusal bir tehdit” ile karşı karşıya olduğu ve “ulusal var oluş savaşı” psikozu altına sokulduğudur.
Bugüne kadar “bahar rüzgarı” taşıyıcısı AKP ise, yine nedenleri başka bir yazının konusu olacak birçok faktörden dolayı, İttihatçı geleneğe ve sivil-asker bürokrasiye teslim olmuş görünüyor. Yani Türkiye’yi AB’ye taşıyan reformcu partinin reformcu fitili bitmiş gibi. Avrupa’da henüz görülemeyen bu. Bu ekip, asker-sivil bürokrasiye teslim olarak kendinden önceki muhafazakar geleneğin izinden gitti. Çünkü Kürt konusunda da, tarihle yüzleşmek konusunda da malesef asker-sivil bürokratlardan farklı düşünemiyorlar.
Özetle, burada, ekstremist bir hareketin dışarıdan iktidarı kuşatması gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Almanya’da, faşizmin işbaşına gelişi açıklanırken kullanılan “Merkezin aşırılaşması” diye bilinen bir olgudan söz ediyorum. [Almanya’da Nazizmi, radikal bir çevrenin merkezi kuşatması ile değil, merkezin kendisini radikalleştirmesi ve ‘aşırılaştırması’ ile açıklayan düşünce akımı.] Türkiye’de merkez, açık milliyetçi tercihlerle, toplumu radikalleştirmeye çalışırken bu stratejiye uygun davranıyor gibi gözüküyor. Yani şu anda çevrenin radikalleşmesi değil, merkezin kendisini radikalleştirerek, gerekirse, kitleleri sokağa dökmeyi göze aldığı bir stratejinin sonuçlarını yaşıyoruz.
Sadece son ayları tarayan çok kaba bir özet vermekte fayda var:
Şemdinli’deki organizasyonunun Ankara’dan generallerce yapıldığına dair şüphelerin yoğunlaştığı bir dizi bombalama eylemi, bahar havasından geriye dönüşün sinyalcileri gibiydi. Kürt-Türk çatışmasını provoke etmek amacıyla düzenlenen bombalı saldırılar, halkın saldırgan askerleri inkar edilemeyecek bir tarzda eylem halindeyken yakalamasıyla bir anda skandala dönüştü. Bu organizasyonun ucu Ankara’da Ağustos ayında Genelkurmay Başkanı olacak bir generale kadar uzandı. Yakalanan subaylar hakkında açılan davanın iddianamesinde Yaşar Büyükanıt’ın adının geçmesi “kıyametlerin kopması” için yetti. Generaller büyük gövde gösterisi yaptılar, savcı görevinden alındı. Türk tarihinde iki savcı görevinden alınmıştır. Birisi, 12 Eylül darbesinin başı Kenan Evren’i, darbe yapmak suçundan yargılamak isteyen savcı idi; ikincisi Şemdinli olayının savcısı oldu.
Tüm merkez medyası, esas olarak bir generalin adının iddianamede geçmesini yakışıksız buldu ve generallere destek verdi.
Adı Radikal olan ve liberal olarak bilinen gazetede, emekli bir diplomat Gündüz Aktan (kısa adı ASAM olan, devletin Ermeni sorunu dahil resmî tezlerinin pişirildiği mutfağın, resmî bir strateji kurumunun başkanı) “Türklerin sabrının sona ermekte” olduğunu Kürtlerin Kuzey Irak’a sürülmeleri gerektiğini çözüm olarak açık açık yazdı. Birçok merkez gazetede, birçok köşe yazarı, Ermenice-Türkçe AGOS gazetesi redaktörü Hrant Dink’in, Kürtlere yönelik bir toplantıda söylemiş olduğunu iddia ettikleri, “bizim yaptığımız hataları yapmayın, sonra sonunuz iyi olmaz” sözlerini aktararak, Kürtlere karşı “tarihten ders alın” diye yazmakta hiç mahsur görmediler. Büyük bir ironi: ulusça, hiçbir şey olmadığını savunduğumuz, olduğunu söyleyenlere öfke kustuğumuz 1915, Kürtlere karşı “neyi kastettiğimizi anlarsınız” biçiminde kullanılan gizli bir şifre halini aldı.
Yine Ordunun bastırması ile yeni hazırlanmakta terörle mücadele yasasında, terör örgütünün savunduğu talepleri ileri sürmenin (örneğin Kürtçe dil hakkını savunmanın) terör suçu sayılması isteniyor.
Orhan Pamuk yargılamaları sırasında, Türkiye’nin en çok satan günlük gazetesinin başyazarı, Orhan Pamuk’un mahkemeye gelirken arabasına saldıranların yanlış yaptıklarını söylerken, onlarla aynı duyguları paylaştığını yazmayı ihmal etmedi. Ona göre, Orhan Pamuk’a yönelen bu öfke haklı bir öfkeydi, çünkü, Avrupa’dan da açıkça desteklenen, bir ulusa karşı yapılmakta olan büyük bir haksız saldırı vardı ve bu ulusun kendi varlık hakkını savunmasından daha doğal bir şey olamazdı. Merkez medyada birçok köşe yazarı, Ermeni meselesi etrafında Batı’nın Türkiye’yı sıkıştırmasını bir ulusun varlık gerekçesi ile oynamak saygısızlığı olarak görmekte.
Ermeni soykırımı iddialarına karşı ulusal ve uluslararası planda başlatılan büyük seferberlik de bu çerçevede anlaşılmalıdır. Bugüne kadar az görülen saldırgan bir dil ve radikallikle Türkler içeride ve dışarıda mobilize ediliyorlar: “ulusumuza yönelik büyük saldırı” karşısında ulusal seferberlik...
Eğer AB ilişkileri nedeniyle, özel bir yasak konulmasa idi, Berlin’deki Talat Paşa yürüyüşünde onbinleri görmek kimseyi şaşırtmamalıydı. Eylemin organize komisyonunda hemen her partiden siyasi temsilciler vardı. Yaklaşık bir-iki yıldır Türkiye toplumu, 1915 ekseninde radikalleşmeye teşvik ediliyor. 1915 ve Kürt sorunu Türklerin varlık yokluk kavgalarının sembolü haline getiriliyor. Gündüz Aktan adı Radikal olan gazetede, “Aynı PKK terörizmi gibi, Ermeni soykırım iddialarına da tahammülümüz azalıyor”, sözleriyle bugüne kadar ayrı ayrı kulvarlarda akıyor görünen ve benim bu yazıda birleştirmeye çalıştığım iki ana damarı birleştiriverdi. İnanılmaz bir sentez, merkez medyanın adı Radikal olan gazetesi merkezin radikalleşmesini temsil eder gibi; Kürt ve Ermeni meselesi ise, “tükenen Türk sabrının” niçin tükendiğinin iki göstergesi...
“Tarihin asıl kurbanı biz Türkleriz”, “sabrımızı taşırmayın”, “onurumuzla oynamayın” sloganları bir tek emekli büyükelçinin, gazete başyazararlarının sözlerinde değil, bazı şehirlerde bildiri dağıtanlara, çadır açanlara karşı linç eylemlerinde de ifadesini buldu.
Bu örnekleri onlarca arttırmam mümkün ama söylemek istediğim özetle şudur: Türkiye, birçok başka nedenle birlikte, Avrupa Birliği üyeliği süreci nedeniyle de Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana en ciddi zihniyet hesaplaşması sürecine girdi. Ve sivil-asker bürokrasi kendi egemenliklerini ve İttihatçı zihniyetlerini değiştirmek anlamına gelecek hiçbir değişikliğe yer vermeyeceklerini açık olarak ilan etmiş bulunuyorlar.
Hükümetteki İslami parti de, Ordunun bu tehditini görmüş ve kabul etmişe benziyor. Onların bu “teslimiyetlerinde” 2007 yılında, seçilecek olan Cumhurbaşkanını kendi içlerinden seçtirmek vb. gibi bazı pragmatik nedenler rol oynuyor olabilir. Ama görülmesi gereken, eğer bu milliyetçi kabarma aynı tarzda örgütlenmeye devam ederse, bunun özellikle Kürt ekseninde toplumun bölünmesi ver parçalanması anlamına geleceğidir. Kürt çevreler içinde de, toplumun bu eksenli bir parçalanma ve bölünmesinden çıkar bekleyen oldukça güçlü politik akımların varolduğu bir gerçek.
Sonuç şu: söz konusu olan, 1915’lerde egemen olan ve Avrupa’da faşizmi işbaşına getiren, bizde İttihatçı zihniyet olarak adlandırdığım, zaten sürekli iktidarda varolan bir ruh halinin Türkiye’de şahlanmasıdır; daha doğrusu asker-sivil bürokratik elit ve merkez medya eliyle şahlandırılmasıdır. Köln’de, Körber Stiftung toplantısında, Türkiye Faşizmi ile hesaplaşmamıştır, derken anlatmak istediğim tamamıyla bundan ibarettir.