Türkiye’de ne devletin farklı kademelerinde yer alanların ne toplumun çoğunluğunun hukukla arası iyidir. Hukuku, evrensel ilkelerin olabildiğince nesnel ölçüt ve kanıtlar eşliğinde ihtilafların çözülmesine rehberlik etmesi olarak değil, herkesin kendine göre mutlak olarak haklı olduğuna inandığı bir ortamda, bu inancın doğruluğunun kanıtlanması aracı olarak görmek eğilimi baskındır. Ayrıca elinde bulundurduğu gücü sergilemenin aracı olarak hukuku kullanmak, her boy güç sahibinin kendinde gördüğü doğal bir haktır.
Hukukun evrensel ilkelere dayanması gereğinden kasdettiğimiz, tüm insanlığı kapsayan soyut hukuk ilkeleriyle sınırlı değildir. Evrensellik ilkesi, aynı zamanda, hukuki ilkelerin siyasal topluluğu oluşturan herkese eşit biçimde uygulanması gereğine işaret eder. Altını bir daha çizelim: herkese, eşit biçimde... Hukukta adaleti sağlayan birkaç ilkeden biri, kuralların ve uygulamalarının eşitlik anlamında evrensel olmasıdır. Bu eşitlik ilkesinin kağıt üzerinde kalması, aksaması, üzerine gölge düşmesi yargının adil olmadığı veya adil koşullarda çalışamadığı inancının toplumda güçlü biçimde pekişmesine yol açar. Bu durumda geriye bir hukuk devleti kalır kalmasına ama güçlünün hukukunun güvencesi olan veya güçlünün hukukuna tabi olan bir güç devleti hukukudur bu. Hukukun üstünlüğü de güçlünün gücünün hukuk yoluyla gösterilmesi ilkesi olarak işleyecektir.
Böyle bir hukuk anlayışının yaygın biçimde paylaşıldığı bir Türkiye’de yaşıyoruz. Dikkat edilirse, artık bu güç hukukunu en fütursuz biçimde uygulayanlar adalet kurumunun bir parçası olması gereken bazı “hukukçular” olabiliyor. Danıştay 2. Dairesi üyelerine karşı yapılan menfur saldırı, bir İslam faşizmi anlayışının tezahürü olduğu kadar, hukuk eğitimi almış, mesleğini hukukçu olarak sürdüren bir kişinin “adalet” anlayışını gözler önüne seriyor.
Adil bulmadığı bir hukuki kararı verenleri katletmeyi hikmetinden sual edilmez bir yüce ilkenin kendisine verdiği bir hak olarak gören bir “hukukçu”, bir avukat, Danıştay üyelerine, tekbir getirerek, kendini “Allahın askeri” olarak tanımlayarak, gayet iyi planlanmış biçimde öldürme kastıyla ateş etti. Çünkü bu hukukçu için, kabul ettiği dogmalar aykırı düşen bir hukuk kararını verenler katledilmesi vacip yaratıklardır. Bu kişinin aklı dengesinin yerinde olmadığını, söz konusu olanın psikolojisi bozuk bir avukatın münferit bir eylemi olduğunu iddia etmek bu suçluya “hafifletici sebep” kılıfı aramaktır. Örneğin böyle bir eylem yapan kişinin şiddet yöntemlerini benimsemiş sol etiketli bir örgüt üyesi veya PKK sempatizanı olduğu bilgisi karşısında, bugün psikolojik bozukluktan bahsedenler, o durumda da gene psikolojik bozukluktan mı bahsedeceklerdi? Din adına, ve bu durumda İslam adına terör eylemi yapanların var olduğunu, bunun maalesef mümkün olduğunu, muhafazakarlığının yanına demokrat sıfatını yakıştıranların lafı gevelemeden kabul etmeleri bir gerekliliktir. Başka topraklarda olduğu gibi, faşizmin islami versiyonunu bu topraklarda besleyecek bir gübre vardır.
Hrant Dink ve diğer Agos gazetesi yazarlarına “yargıyı etkileme” suçlamasıyla açılan davada milliyetçiliğin faşizan uçlarına yelken açan “hukukçuların” icraatları da yukarıdaki zihniyetin şimdilik daha ehlileşmiş gözüken bir tezahürü değil midir? “Türk kanının ne olduğunu” görmeye Dink’i davet eden o milliyetçi faşizmin bugünkü akıncıları arasında profesyonel hukukçuların yer alması, ülkemizdeki hukuk ve adalet anlayışının içler acısı halini yansıtıyor. Danıştay yargıçlarına ateş eden zihniyet gibi, talebini kabul etmeyen hakime hakaret eden, duruşma düzenini alt üst eden, duruşmaları gövde gösterisine dönüştürme aracı olarak kullananların es kaza sol etiketli grupçuklar olduğunu bir düşünün. Adliye binasında güvenliğin sağlanması ve duruşmaların hiçbir fiziki baskıya maruz kalmadan yürütülmesinden sorumlu güvenlik güçlerinin tavrı o zamanda benzer mi olacaktır? Milliyetçi tosuncukları, biraz fazla ateşli vatan evlatları olarak gören zihniyetin hukuk anlayışının bir tezahürüdür bu.
Bu milliyetçi-faşizan fikriyatın yarattığı terörü yerleştikleri kurumların başında sevecen bir anlayışla izleyenler, yol gösterenler, o açılan yolu kendi siyasal tasavvurlarına katık edenlerin hukuk ve adalet anlayışları daha medeni görünüşlü olsa da, aslında farklı değildir. Devlet çıkarlarının yönlendirdiği bir adaleti kinizmin soğuk sularında savunan mürekkep yalamış, devlet tezgahından geçmiş faşizan akıl hocaları bu terörün suç ortağıdır.
Benzer biçimde, Şemdinli davasında üst rütbeli subayları dolaylı biçimde suçlayan savcıya Türkiye yargı tarihinde ender görülen bir uygulamayla meslekten uzaklaştırma cezası veren yargıçların hukuk anlayışı da güçlünün hukukuna tabiyetin izlerini taşımaktadır. Savcının iddianamesinin modern hukuk devleti ilkelerine uygun hukuk tekniği açısından bir dizi kusurunun olduğunu kabul etmek, bu kusurların Türkiye’deki savcı iddianamelerinin çoğuna ait bir özellik olduğu gerçeğini bize unutturamaz. Türkiye’de siyasal dokunulmazlıkların yanında, yasada yazılı olmayan ama bir o kadar güçlü bir fiilî dokunulmazlık hakkının varlığını bize göstermiyor mu bu ceza? Van savcısının maruz kaldığı ceza, Türkiye’de hukuk ve adalet anlayışının yargı kurumunun en üst katlarında bile sorunlu olduğunu göstermektedir.
Hukukçuların hukuk alanında eşitlik ilkesini çiğnemeleri, hukukçu cübbesi taşıyan İslamcı, milliyetçi veya devletçi faşizmin militanlarının Türkiye hukuk alanında at koşturabilmesi, Türkiye’de toplumsal barışa vurulan en önemli darbelerden biridir. Güçlünün hukukunu bu kadar bariz ve fütursuz biçimde sergileme cüreti gösterenlere karşı Türkiye’de demokratların toparlanması acil bir gerekliliktir. Türkiye’de demokrat, özgürlükçü solun önündeki acil görev, devlet, din veya millet adına hukuk alanında, siyasal ve toplumsal alanlarda, okul ve üniversitelerde, giderek dozu atan bir şiddet sergileyenlerin Türkiye toplumunu terörize ederek, susturmak, pıstırmak ve onu bir kez daha teslim almak teşebbüsüne karşı kararlı ve güçlü biçimde dur demeleridir. Bugün bu görevin, özgürlükçü, demokrat Türkiye solu açısından başka her türlü amaç ve değerlendirmeden önce gelmesi gerekir.
Radikal İki, 21.5.2006