Ece Temelkuran'ın, Chavez'in Venezuella'sında gördüklerini/yaşadıklarını anlattığı Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita’sını (Everest, 2006) okuyorum, birkaç gündür. Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında da belirtildiği gibi, Temelkuran'ın amacı turistik/egzotik çağrışımlar/imalar taşıyan bir "Venezuella güzellemesi" yapmak değil. Temelkuran, halen devam etmekte olan bir başkaldırının yol haritasını çıkarmaya çalışıyor, "yüzyılın ilk devrimi"nin zabıtlarını tutuyor.
Venezuella... Chavez... Başkaldırı... Devrim... Bunlar, elimdeki kitabın anahtar kavramları. Fakat ben, bunları bir kenara bırakarak -tabii ki şimdilik, sadece bu yazıyı bağlayan bir konfor ile- kitabın "ana tema"sından uzaklaşmak istiyorum. Çünkü amacım "meraklısı için notlar" formatında aktarmalar yapmak değil.
Kitabın bir başka boyutu, benim ilgimi çeken.
Diyelim ki, Venezuella'da olup bitenler, bir başka ifade ile Başkan Chavez'in, halkının desteğini almış güçlü bir adam olarak, sosyalist motifler üzerinden Amerikan Kapitalizmine/Hegemonyasına başkaldırısı sizi pek fazla ilgilendirmiyor. Dahası, "devrim" ya da "sosyalizm" gibi kelimelerin sizin zihninizdeki karşılıkları müspet değil. Hatta bilinçli -ve muhtemelen birkaç kuşak önce yapılmış- bir tercihin tezahürü olarak, karşı cenahta yer alıyorsunuz.
Böyle bile olsa, kitabın en azından girişi bölümünü okumalısınız. Çünkü Ece Temelkuran'ın, kitabın girişinde "devrimin selamı var" başlığı altında yaptığı Türkiye göndermeleri, kendimizle hesaplaşma gereğini -malum, bu sürekli ertelediğimiz bir şeydir- bir kez daha hatırlatıyor olması itibariyle, üzerinde durulmaya değer.
Evet, biz daha fazla uzatmayalım, sözü Temelkuran'a bırakalım.
"İnsan nasıl sevmeli ülkesini? Düğünlerde sıkılan kurşunlarla çocuklar öldüğünde mesela... Bir grup insan toplanıp üç-beş genci düşüncelerini açıkladıkları için linç etmeye kalkıştığında... Gecekondu yıkımlarında yoksul bir adam, çocuğunu pencereden tek kolundan sarkıttığında... Yalınayak gezen çocukları hastayken, kapıcı gidip kendine son model bir cep telefonu aldığında...
Kızlarını sokağa çıktığı için kafasına kurşun sıkarak öldüren babalar, erkek kardeşler, taşra şehirlerinin hemen dışındaki otellerde başkalarının kızlarıyla para verip seviştiğinde... (...) Uzak Anadolu şehirlerinde, bir tüccar daha fazla para kazanacak diye çürük yapılıp depremde yıkılan yatılı okullarda çocuklar bir gecede onlarca sayıyla öldüğünde...
Bir cümleyi doğru kurmaktan aciz olacak kadar dilini bilmeyen cahiller söylediğiniz sözlerden dolayı sizi vatan haini olmakla suçlayıp ardından ölüm tehditleri savurduğunda... İnsan nasıl sevmeli ülkesini, o ülkeyi sevmek zorlaştığında?.."
Temelkuran'ın söylediği gibi, "kederli bir mecburiyet" midir, insanın ülkesini sevmesi? Bu kederli mecburiyet, "bunca haksızlık edilmiş bir halka 'bir de ben haksızlık etmeyeyim'" duyarlılığından mı beslenmektedir? Düşünmek lazım.
Düşünürken ipucu olsun, zemin oluştursun diye, yine Temelkuran'a müracaat edelim:
"...çok dayak yediği için arsızlaşmış, hissizleşmiş bir çocuğa duyduğumuz merhametle seviyoruz bu ülkeyi. Dünyada başka bir yer görmeden bile, bunca tuhaflığın başka hiçbir yerde olamayacağına kesinkes inanmamız, çürük bir gülüşle hep bunu tekrar etmemiz bundandır herhalde; ancak garip ve anlaşılmaz bularak affedebiliyoruz bu toprakları, bu toprakların durmadan yorulmadan her gün bize gösterdiklerini."
Bu toprak bütün bunları göstermeye devam edecektir. Zaten elinden de başka bir şey gelmez. Doğa kanunudur. Toprak, kendisine verilenleri gelişkin ürünler olarak iade eder. Ektiğinizi biçersiniz, yani.
Bu anlamda Temelkuran'ın şu soru setine vereceğiniz bir cevap var mı?
"Bir memleketin yoksullarının birbirlerini değil, onları yoksul ve bileylenmiş kılan düzeni dişlemeleri nasıl sağlanır? Bir ülke, bütün bunları yapacak güce sahip olduğuna nasıl inandırılır? Bir halk nasıl ikna edilebilir hayatı değiştirebileceğine ve her şeyin çok güzel olacağına?"
Yumuşacık bir biçimde toprağa bırakılıvermiş ama bir o kadar da okkalı sorular... Öyle değil mi? Sevinçle hüznü birlikte şırınga ediyor damarlarımıza. Her biri öylesine güzel kurgulanmış ki, hamle edip uzanıversen bütün güzellikleri avuçlarının arasına alabilecekmişsin hissi veriyor. Seviniyorsun. Lakin katışıksız değil, hüzün içerikli bir sevinme oluyor bu. Çünkü "hayatı değiştirebileceğine" ilişkin olarak bu "halkı ikna etmenin" ne kadar zor bir iş olduğunu biliyorsun. Hüzün basıyor.
Tam da bu noktada -toplumsal ezberden kopup gelerek- beylik bir cümle dolanıveriyor insanın diline: Bir halkı ikna edecek olanlar, onun geniş bağrından çıkmış "münevverler"dir, "entellektüel"lerdir. Bu beylik cümleyi -belli belirsiz içerdiği hamasetten kurtarıp- ete kemiğe büründürmek için, şöyle bir perspektife oturtabilir miyiz? Ece Temelkuran, o kışkırtıcı soru setini toprağa bıraktığı andan itibaren "entellektüel"in mesaisi başlıyor. Çünkü soruların muhatabı odur.
Bu tespit bizi bir başka tartışmaya götürüyor. Entellektüel kime denir? Bir şekilde bilgi biriktirmiş ve bu bilgiyi paylaşarak/yayarak halkını "aydınlatan" olmuş her insan entellektüel midir? Elbette değildir. Biriktirdiği/içselleştirdiği bilgiyi/düşünceyi iktidarın meşruiyetini sorgulayacak, bir başka ifade ile halkının dönüştürme potansiyelini harekete geçirecek biçimde kullanmayan bir insan, belki başka her şey olabilir, fakat entellektüel olamaz. Hele ki, bu bilgi/düşünce egemenlerin iktidarını pekiştirmek için araçsallaştırılmış ise, durum biraz daha vahimdir.
Görülüyor ki, entellektüel olmanın iki temel şartı var. Birincisi, belli bir alanda bilgi biriktirmiş olacaksın. İkincisi, biriktirdiğin bilgiyi "ezber bozucu" ve rahatsız edici sorular sorarak iktidarın meşruiyetini sorgulayacak biçimde kullanacaksın. Bir başka ifade ile entellektüel, hem bilgili hem de eleştirel olmak durumundadır. İkincisi ile tamamlanmamış ise, birincisinin kıymet-i harbiyesi yoktur.
Bir başka soru: Entellektüelin biriktirdiği bilgiyi kullanarak meşruiyetini sorgulayacağı iktidar hangisidir? Tanım gereği sorumluluk sahibi olmayanların, siyaseti, daha açık bir ifade ile toplumsal taleplerin dile getirildiği zemini daraltarak ele geçirdiği "derin" güce tekabül eden iktidardır. Söz konusu güç, özgürlükler bastırılıp "müesses nizam" tahkim edilerek artırılmaktadır. Şöyle de söylenebilir mi? Toplum nezdinde meşruiyeti sorunlu olan bu gücün korunabilmesi/artırılabilmesi için -yönetimdekiyle muhalefettekiyle bir bütün olarak- siyasetin zayıflatılması gerekir.
Bu bağlamda siyasetçinin duruşu, yani kendi iştigal/manevra alanını daraltmaya çalışanlar karşısında ortaya koyacağı tavır çok önemlidir. Taşıdığı "siyasetçi" kimliğine/kartvizitine rağmen, "müesses nizam" muhafızları ile birlikte toplumsal taleplerin dile getirildiği zemine hücum ediyor mu?1 Dahası, toplumu, vesayet altına alarak siyasetsizleştirmeyi, mevcudiyetini kimsenin inkâr etmediği sorunları çözücü bir yöntem olarak görüyor mu? Ya da kirletilmiş, itibarını yitirmiş, özel çıkarlara hizmet eder hale getirilmiş olmasına rağmen ve bütün bunları düzeltme iddiası ile -yani "içerideki" eleştirel tutumunu bozmaksızın- siyaset alanına dışarıdan yapılan hücumlara direniyor mu? Toplumsal ihtiyaçların/taleplerin somutluk kazandığı alanı daraltarak siyaset mekanizmasını işlevsizliğe mahkûm etmeye dönük kampanyalara tavır koyuyor mu?
Bir kimsenin siyasetçi sıfatını - bir başkasını yormadan- taşıyabilmesi, ikinci pozisyonu almış ise mümkün olur. Birinci pozisyonu tercih edenlerin, siyasetin -bir kez daha vurgu yapalım: toplumsal taleplerin dile getirildiği zeminin- içinde olmaları sadece biçimseldir.
Bu açıklamalardan sonra entellektüel ile iktidar arasındaki ilişkiyi bir daha gözden geçirelim. Entellektüelin biriktirdiği bilgiyi kullanarak meşruiyetini sorgulayacağı iktidar, yukarıda "müesses nizam" nitelemesi ile ifade etmeye çalıştığımız "derin" alandır. Siyaset alanının "içinden" üretilmiş bir "iktidar"ı, asli vazifesini yerine getirdiği -toplumsal taleplerin telaffuz edilmesini mümkün kılacak demokratik mekanizmaları istisnasız ve kesintisiz olarak çalıştırdığı- müddetçe bu bağlamın içine oturtmak doğru olmaz.2
[1] Örneğin "güvenlik" meselesini abartılı bir dille hatırlattıktan sonra, bu meseleye ilişkin olarak, "demokratikleşme" sürecini kesintiye uğratabilecek çözüm önerileri kurguluyor mu?
[2] Tabi ki şunu kastetmiyorum. İktidar, siyaset alanının "içinden" üretilmiş, yani toplumsal bağlamda meşru ise, eleştiriden münezzehtir. Her insan, belli bir açıdan bakarak, iktidarın uygulamalarını eleştirebilir. Gelgelelim, her eleştirinin belli bir entellektüel duruşu temsil ettiğini de söyleyemeyiz.