Tunus’ta, Mısır’da yaşanan toplumsal deprem, dünyanın geri kalanında sahte demokratların, gizli ırkçı modernlerin, darbeden başka devrim hayal edemeyenlerin maskelerini düşürüyor. Maskeleri düşenler, yaşanan devrim durumunun özgürlük ve demokrasi vaat eden heyecanını değil, Araplara karşı taşıdıkları kadim ırkçı küçümsemeyi, Müslümanlara karşı duydukları ontolojik tiksintiyi, halkın zalime karşı ayaklanmasından duydukları “anarşi” korkusunu, otoriter rejimlerin nezaretinde bölüştükleri rantı kaybetmenin endişesini sergiliyorlar. Ayaklar baş oldu diye hayıflanıyorlar. Bir de Arap diktatörlüklerinin varlığı sayesinde, bölgede İsrail’in yegane demokrasi görünümü altında sürdürdüğü ırkçı yayılmacılığın üzerindeki utanç örtüsünün düşecek olmasından korkanların kirli yüzü, demokratik toplumsal depremin çiğ ışığında apaçık ortaya çıkıyor.
Bugün Ortadoğu ve Arap dünyası egemenleri üzerinde dolaşan bu hayalet, demokratik devrim hayaletidir. Benzerlerini iki yüzyıldan beri gördüğümüz bu devrim hayaleti, yıllardır diktatörlükle köktendincilik korkusu arasında sıkışan “Arap laneti”nin sona ermesini muştuluyor. Devrim bayrağını Tunuslulardan devralan Mısır halkı çarşamba öğleden sonra Tahrir meydanında, rejimin üzerine saldığı bindirilmiş kıtaları püskürterek demokratik devrimi perçinleyen kritik bir eşiği aştı. Mısır’da Mübarek’in fiilen sona eren diktatörlüğünün bıraktığı boşluğun nasıl doldurulacağının bilinmemesinin yarattığı belirsizlik hakim artık. Mübarek’in Mısır’ı terk etmesinin de yeterli olmadığı noktaya gelindi. Mübarek değil, 1952’den beri Mısır’a hakim olan rejim Tahrir meydanından püskürtüldü. Bundan sonra Mısır halkının nefret nesnesi sadece Mübarek olmayacak. Mübarek yanlısı halk görünümlü bindirilmiş kıtaları ve paralı göstericileri halkın üzerine salan taze başkan yardımcısı ve yılların İstihbarat şefi Ömer Süleyman ve şürekası da artık çaresizlik içinde çare olma niteliklerini yitirmiş durumdalar.
Rejimi korumak için Mübarek sigortasını attırmaya hazırlanan ordu, diğer yandan orta sınıfları “istikrar içinde değişim ya da kaos” ikilemi ile korkutup, devrim ateşini söndürmeye uğraşıyor. İki ay önce yapılan hileli seçimleri kısmen iptal edip, kısmi seçim takvimini halkın önüne koyarak devrimci heyecanı soğutabilmeyi tasarlıyor. Ama aslında kimsenin yarın ne olacağını bilemediği bu durum, tam da bu nedenle üsttekilerin gözünden bakınca kaos ve anarşi, alttakiler katından bakınca bir devrimdir.
Mısır’da yaşananı devrim olarak tanımlamakta zorlanan “devrimciler”e, bu konuda yetkin bir kişinin devrimci ortam tanımını hatırlatmakta yarar var. Lenin, Goşizm, Komünizmin Bir Çocukluk Hastalığı başlıklı broşüründe (1920), “Aşağıdakiler artık istemedikleri ve üsttekiler artık eski tarzda yaşamaya devam edemedikleri zaman ve sadece o zaman devrim zafere ulaşabilir” der. Üsttekilerin artık sürdüremedikleri basit bir yaşam tarzı değildir elbette. Egemen sınıf olarak mutlak egemenliklerini sürdürmek imkanını yitirdikleri o mutlak çaresizlik haline işaret eder Lenin. Bugün Tunus’ta ve çok daha açık biçimde Mısır’da yaşanan durum, tam Lenin’in tarif ettiği durumdur. Mübarek’li veya Mübarek’siz, rejim ne yapacağını bilememekte, ne ordu Mübarek’in yerini hukuken doldurmak istemekte ne de buna bir alternatif önerebilmektedir. İnisyatif bütünüyle “Yeter” diye haykıran alttakilerin elindedir. Gelişmeleri esas belirleyecek olan unsur, alttakilerin kararlılık derecesi olacaktır. Mübarek rejimi karşıtlarının oluşturduğu koalisyonun Halkın Taleplerini İzleme Ulusal Komite’si adını alması bile, yaşananın nasıl alttan gelen bir devrim dalgası olduğunu yeterince gösteriyor. Alttakiler sadece yoksullar değil Mısır askeri cumhuriyet diktatörlüğünde. İşçisi, sokak satıcısı, sağlık personeli, esnafı, öğretmeni, diplomalı işsizi, genci ve kadını ile geniş bir kentli kitle sadece Kahire’de değil, İskenderiye’de, Süveyş’de, Mansurah’da, Mahalla’da, Tanta’da “Yeter, defol!” diye haykırarak, Mübarek’in şahsında eski rejime kapıyı gösteriyor.
Yarın Ürdün’ü mü, Cezayir’i, Suriye veya Yemen’i mi sarsacağını bilmiyoruz bu demokratik devrim dalgasının. Ama bundan sonra ne olursa olsun, artık Arap dünyasında yeni bir devrin başladığını, 2011’in ilk günlerinden itibaren yaşananların dalga dalga yayılacağını, uzun bir dönem Tunus-Mısır devrim günlerinin beklenmedik artçı sarsıntılarıyla karşılaşacağımızı kesinlikle söyleyebiliriz. Karşı devrim başarılı olsa da, restorasyon girişimleri zaman zaman inisyatif üstünlüğünü ele geçirecek olsalar da, önümüzdeki dönemde Ortadoğu coğrafyasında demokratik devrim günleri toplumsal hareketler için asli referans noktası olacaktır. Artık buz kırıldı. Bu devrim, Arap dünyasının 1848 devrimleridir.
Bugün Mübarek’li veya Mübarek’siz ama eski rejimin devamını açıkça savunanların oluşturduğu uluslararası koalisyona bakınca, Ortadoğu’da neden onyıllardır bazı sorunların çözülmediğini de anlayabiliyoruz. Suudi Kralı Abdullah’ın yanında, İsrail Başbakanı Netanyahu ve Filistin Otoritesinin Başkanı Mahmut Abbas bugün anlamlı bir statüko üçlüsü oluşturuyor. Devrim dalgasının baskısını kendi üzerinde hisseden Arap dünyasının tüm diktatörleri de sessiz biçimde bu statüko koalisyonunun doğal olarak arkasında yer alıyorlar. Sadece Ortadoğu değil, çok uzak diyarlardaki diktatörlükler de endişeli. Çin Komünist Partisi, internet üzerinden Mısır kelimesinin aranmasını sansürlemekle meşgul. Mısır’da yaşanan olaylar Çin basınında ayaklanma boyutu bütünüyle ayıklanmış olarak yer aldığı gibi, internet sitelerinde, bloglarda da bunlar sansürleniyor. Diktatörler endişeli. Devrim hayaleti tam da bu demek değil mi?
Türkiye’de de, toplumda çok yaygın olan, Müslümanların da bundan muaf olmadığı, gizli Arap ırkçılığı bu vesileyle gün ışığına çıkıyor. 1990 ortalarında Refah Partisi yerine MHP’nin iktidar olmasını tercih ettiğini söyleyen en iyi okullarda okumuş, beyaz Türk ve üstelik “solcu” zihniyetinin sınıf refleksi de, islamcı korkusu arkasına gizlenmiş Müslüman alerjisiyle bir kez daha kendini sergileme olanağı buluyor. Bugün Tunus’ta, Mısır’da yaşananlara “cahil halkın ayaklanması, bundan birşey çıkmaz” deyip dudak bükenler, “bütün bölge İran olacak” teranesini şeytan savuşturmak için sallayanlar, o insanlara geleneksel bakışımızı özetleyen “Tahtadan maşa, Arap’tan paşa olmaz” özdeyişimizi gevrek bir sesle tekrarlayanlar, ayakların baş olmasından korkanlar...Mısır’ın aynasında Türkiye toplumu kendi gerçeğiyle yüzleşiyor. Türkiye’nin Mübarek’inin, Bin Ali’sinin yanında yer almaya hazır olanlar sapır sapır dökülüyor. “Biz onlardan altmış yıl ilerideyiz” diye övünenler, altmış yıldır bu topraklarda devletin katlettiği, işkencelerde inlettiği, hapislerde çürüttüğü, yerinden yurdundan ettiği kendi yurttaşlarının toplu bilançosunu aklına getirmek bile istemiyor.
İslam’ın Psikanalizi kitabının yazarı Fethi Benslama (Türkçe çevirisi İletişim Yayınları, 2005), Tunus’taki isyanın başta Bin Ali ve yandaşları olmak üzere, kimse tarafından öngörülmediğini belirtip, bu “aniden belireni” münhasıran ele almanın, mekanik bir birikim ve kopuş analizinin yetersizliğini de ele verdiğini belirtiyor. Tunus devriminin artık simge kişisi olan, sadece tezgahı elinden alındığı için değil, tokatlanıp aşağılandığı ve bunu şikayet edecek bir mercii bulamadığı için kendini yakan Muhammed Buazizi’nin jestini Arap dünyasında en iyi karşılayan kelimenin, kahır olduğunu vurguluyor. Kahr’ın Arapça’da yok etme, ortadan kaldırma, yıkma, batırma demek olduğunu hatırlatıp, bunun aynı zamanda İslam dininde Allah’ın sıfatlarından biri olduğunu (kahhar) belirtiyor.
Arap devrimi, sadece yoksulluğun ve çaresizliğin kahrını çekenlerin değil, ezilenlerin, dışlananların, hor görülenlerin, sözde yurttaş sayılanların, kahrettirenlere karşı ayaklanmasıdır. Bu ayaklanmadan dünyanın her yerinde kahrettirenler ürker.