Ermeni soykırımını inkar etmeyi suç sayan bir kanunun Fransa’da parlamentodan geçmesi, birdenbire kendimizi özgürlükler ülkesi ilan etmemize yol açtı. Keşke bu iddia doğru olsa diye insan içinden geçiriyor. Bu şişinmelere rağmen hepimiz biliyoruz ki bu tür konularda başkasının kamburundan kendimize ucuz tarafından pay çıkarmayı pek severiz. Fransa’da tarihçilerin büyük çoğunluğunun şiddetle karşı oldukları bu yasa önerisinin yasalaşma ihtimali az. Az ama“anma yasaları” olarak tanınan bu tür yasaların, sadece Ermeni soykırımı konusunda değil, yakın ve uzak tarihte yaşanmış binbir tür katliamın anısını tazelemek ve bu vesileyle topluluk kimliklerini güçlendirmek veya canlandırmak isteyenler tarafından önümüzdeki dönemde artarak gündeme gelme ihtimali ise bir o kadar güçlü. Fransa’da tarihçiler ve bir kısım siyasetçi, Ermenilerin başına gelenlerin soykırım olmadığına inandıkları için değil, bu tür konuların yasalarla tespit edilip, yasaya aykırı davranan veya görüş beyan edenlerin cezalandırılması girişimlerine karşı çıktıkları için, bu yasayı şiddetle eleştiriyorlar. Osmanlı Ermenilerinin başına gelenin bir soykırım veya soykırıma çok yakın bir şey olduğu konusundaki güçlü kanaatleri, böyle bir yasaya karşı çıkmayı engellemiyor.
Fransa’yı söz ve düşünce özgürlüğünün katledildiği ülke ilan edip, kendimize de özgürlükler ülkesi payesi biçerken, mahkemelerden yansıyan özgürlük tabloları gözlerimizi kamaştırıyor. Bu konuda Fransa ve Avrupa’ya, belki de dünyaya örnek olacak bir tanesinin duruşmasına 1 Kasım’da başlanacak. Dünyaca tanınmış Sümerolog, Muazzez İlmiye Çığ, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek ve aşağılama ile hakaret” iddiasıyla yargılanacak. 92 yaşındaki, bilim dünyasının duayenlerinden bu biliminsanına atfedilen ve savcının da suçun unsurlarının oluştuğuna kanaat getirerek dava açılmasına karar verdiği eylem, geçen yıl yayımlanan kitabında türbanın ilk kez Sümerler’de tapınak fahişeleri tarafından dinsel ayin esnasında kullanıldığını yazmış olması. Türbanın kaynağının beşbin yıl önce tapınak fahişelerinin dinsel pratikleriyle ilintilendirilmesini, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek ve aşağılamak olarak bir grup işgüzar algılamış. Savcılık da bunu dava açılmaya değer bulmuş. Velev ki Muazzez İlmiye Çığ ilk duruşmada beraat edecek olsa, böyle bir davanın açılabiliyor olması, söz ve düşünce özgürlüğü açısından utanç verici değil mi? Unutmayın, Fransa Parlamentosu o meşum kanunu oyladığından beri bilim, söz ve düşünce özgürlüğünün timsali bir ülkede yaşıyoruz artık!
Çığ, kendisiyle Açık Radyo’da Şubat 2006’da yapılan söyleşide, biliminsanı titizliği içinde, buna türban veya başörtüsü denmesinin doğru olmadığını, sözkonusu olanın bir tür baş bohçası olduğunu belirtiyordu. Eli tahriğinde bekleyenler için bunlar entel, dantel incelikleridir elbette. Önemli olan, türbanın kudsiliğine ne biçimde olursa olsun halel getirilmemesidir.
Bruno Bettelheim, Simgesel Yaralar adlı kitabında, sünnetin kökenlerinden birinin, Kibele tanrıçasına adanmış tapınağa rahip olmak isteyen erkeklerin, rahip olma ayini sırasında, büyük ihtimalle uyuşturucu etkisi altında, cinsel organlarını kesmeleri olduğunu iddia eder. Sünnetin, erkekliğe doğru atılmış, askerlikten önceki ilk adım olduğu safsatasıyla beyinleri yıkanmış olanların, bunun erkekliğin yitirilmesi anlamına gelen bir törenden kaynaklanabileceğini işitmeleri de onları fena halde tahrik edebilir. Bettelheim maalesef vefat etti. Boşuna dava açmak için dilekçe yazmaya başlamasınlar.
Aslında Çığ’ın, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümerlerdeki kaynakları kitabı da mukaddesatçı-muhafazakar-milliyetçi güruhu fazlasıyla tahrik etmiştir. Kur’an Allahın kelamıysa, bu sözlerin Sümer efsanelerinde, Gılgamış Destanında yerinin olmaması gerekir. Neden o zaman tahrik ve aşağılanma davası açmadılar, insan merak ediyor. Galiba bu tahrik davalarının uygun zamanları var. Bu aralar herkes kutsalı elde tahrik olmaya hazır bekliyor. İpek Çalışlar, Atatürk’ün kızkardeşinden naklederek, Topal Osman’ın kendisini öldürme ihtimaline karşı, Mustafa Kemal’in çarşaf giyip, kadın kılığında evden kaçtığını, bu arada Latife Hanım’ın başında kalpak, bir sandığın üzerinden pencerede kocasının görüntüsünü verdiğini yazdığı biyografiye alınca, Atatürk’e hakaretten hakkında suç duyurusunda bulunanlar ve bunu ciddiye alıp, davayı açanlar bulunabiliyor. Bildiğiniz gibi, söz ve düşünce özgürlüğü konusunda Fransa’ya ders veren, ayrıca da laik bir ülkeyiz biz.
Hırant Dink’in, “Türklüğü aşağılamak” suçunu yazısında işlediği kararı Yargıtay tarafından kesinleştirildi. Ardından Ermeni soykırımı vardır anlamına gelecek bir söz söyledi diye kendisine yeni bir dava açıldı. Bu da Türklüğe hakaretten. Türkiye’de Ermeni soykırımı vardır demenin kanunen suç olmadığını söylerken, kuyruklu bir yalan söylüyoruz. TCK’nın 305. maddesinin gerekçesi dışında, kanun maddeleri itibarıyla görünürde böyle bir suç yok ama bunu her diyeni Türklüğe hakaretten mahkeme kapılarında süründürüyoruz. Bunu riyakarlık olarak tanımlasak, gene birileri kendilerini aşağılanmış hissedip, tahrik olduk diye ortalığa çıkarlar mı? Pek zannetmiyorum, çünkü özgürlük ülkesiyiz diyenler, asıl onlar, söylediklerine hiç inanmıyorlar.
Kutsalına dokunduğu gerekçesiyle tahrik olanlardan geçilmediği bir özgürlükler ülkesindeyiz. Başbakan, kendinin kedi olarak hicvedilmesinden aşağılanma vesvesine kapılıyor. Kızkardeşinin kendi seçtiği bir gençle görüşmesinden, flört etmesinden erkek kardeşlerin önemli bir bölümü fena halde tahrik olup, kirlenen namuslarını kanla temizlemeye kadar işi götürüyorlar. Karikatür krizi çıkalı beri, bir papazın öldürülüp, diğerinin yaralandığı yegane ülkeyiz. Ramazanda oruç tutmayanların bazı yerlerde taciz edildiği bir hoşgörü ve özgürlük toplumuyuz. Benzer şekilde, başında türban olan kadınlara, genç kızlara lanetli gözüyle bakanların, ellerinden geldiği kadar onları kamu alanına sokmayanların da bir o kadar güçlü olduğu bir özgürlük ülkesiyiz. Türkiye öyle bir özgürlükler ülkesi ki, yakın dönem adalet tarihinde sadece iki savcıya, hazırladıkları iddianamelerle ilgili meslekten men cezası verildi. Her iki savcıya bu ağır cezanın verilmesine neden olan, emekli veya görev başındaki generallerle ilgili iddianamelerinde yer alan değerlendirmelerdi. Bu da özgürlüklerimizin ayrılmaz bir parçası. Apoletsiz insanları, kanunları evirip büzerek taciz eden savcılar hakkında kınama cezası verildiğini daha duymadık. Sadece Nuh Mete Yüksel hakkında açılan ve yakın tarihte Yargıtay’da kesinleşen tazminat davası var. Hukuk tacizini bir nebze olsun frenleyecek diye umutla etkisini bekliyoruz.
Tahrik olmaya bu denli hazır bir toplum olmamızın bir sorun teşkil edip, etmediğini doğru dürüst kendimize soramıyoruz. Sorduğumuzda ise verilen yanıt hep aynı. Müslüm Gürses konserinden çıkmış canı yanmışlığımızın, derisi canlı canlı soyulmuş insan halimizin müsebbibi küstah ve mağrur Batı ve halka yabancılaşmış aydınlar. Peki, ortaokul kitabında Delacroix’nın “Halka rehber olan özgürlük” tablosundaki figürün göğüsleri açık bir kadın olmasından tahrik olanların, ar ve haya duyguları incinenlerin bu işte hiç mi kabahati yok. Kabartma bir resim olmamasına rağmen, çocuklarının kitabındaki resimden tahrik olanlar oldu diyelim. Bu tepkiyi ciddiye alıp, hemen kitaplardan kaldırılması emrini veren sorumlu devlet adamı zihniyetinin de mi bu toplu tahrik patlamasında hiç payı yok.
Popülist ulusalcılığa evrilmiş ana muhalefet partisinin, ulusal onur yaftası altında tahrik kazanına ucuz malzeme boca ettiği bir ülkede, toplumun genel durumunun farklı olmasını beklemek safdillik olur. Yukarıda yazılanlar aslında malumun beyanından öte anlam taşımıyor. Vahim olan, hükümetin başında ve devletin sorumlu makamlarında oturanların, akademik dünyanın bazı temsilcilerinin, özgürlüklerin ülkemizdeki sınırlı ve iğdiş edilmiş halini gayet iyi bilmelerine rağmen, bir punduna getirip Türkiye’yi özgürlük şampiyonu ülke ilan edebilme cüretini gösterebilmeleridir. Bu cahil cüreti midir yoksa riyakar cüreti mi, insan karar veremiyor. İkisi birden desek, acaba tahrik olurlar mı?
Radikal İki, 29.10.2006