Susurluk Raporu gibi en azından birkaç haftanın gündemini işgal eden bir belge, rapor üzerine yapılan kısa süreli bir tartışmadan sonra pek anılmaz oldu. Türkiye devleti geleneğinde olmayan böylesi bir olayın bu kadar çabuk kollektif belleği terk etmesi başlıbaşına ilginç bir durum. Son günlerde “çete” ile ilişkilendirilen bazı kişi ve olayların adli kovuşturmaya uğraması, Susurluk Raporu’nun da tekrar anılmasına neden oldu. Sözgelimi Evcil olayına Susurluk Raporu yer veriyordu ve bu konu Rapor’un gizlenen bölümünde yer alıyordu. Ama son gelişmeleri olumlu değerlendiren ve “temizlenme” operasyonlarının bir ucundan başladığını düşünenler bile, Rapor’u anarken, Rapor’un başarısından çok o bölümlerin gizlenmesine sitem ediyorlardı. Gerçekten neydi bu rapor?
Hatırlanacağı gibi belli bir kuşkuyla karışık da olsa Susurluk Raporu merakla beklendi. Hattâ raporun Başbakan’ın eline geçmesinden sonra bir hafta neden oyalanıldığı, kamuoyuna hemen açıklanmadığı soruldu, üstelik hukuk devleti ilkelerinin böyle bir durumda neyi gerektirdiğine bakılmadan. Toplum meseleyi doğrudan ele almış ve devrim icraatleri talep ediyordu sanki. Kasım ’96’dan beri “bilgi ve belge” yorgunu olmuş medya ve kamuoyu Susurluk Raporu’ndan neyi bekliyordu? Yaşanan tüm “şok”ları gölgede bırakacak yeni şoklar mı, yoksa süper savcı adayı müfettişimizin kurtarıcı bir icraatını mı? Öyle bir rapor olmalıydı ki, yargının elinden kurtulan sanıkların cezalandırılmalarını sağlayacak ve devlette temiz toplum talebine uygun arınmayı getirecek geniş bir belgeleme içermeliydi. Ama bunlar olmadı. Evet Susurluk Raporu içerdiği açıklamalarla, dışarıdan birisini dehşete düşürecek nitelikteydi, ama bizde kamuoyunu, en azından kamuoyu adına tavır üretenleri hayal kırıklığına uğrattı. Siyaset Meydanı’ndaki o günlerde yapılan tartışmada sadece Ergin Cinmen bu belgenin eksiklerine rağmen önemli olduğu görüşünü ileri sürdü. Daha ilk günden (raporu ilk duyurma ayrıcalığının keyfini yaşayan Arena’daki reklamvari yayını saymazsak) raporun neyi içermediği aranmaya başlandı. Her şeyden önce “siyasî”ydi, çünkü devlette çeteleşmeyi 1993’ten başlatıyordu, yani Tansu-Mesut çekişmesinin basit bir aracı olma olasılığı vardı; titiz değildi; gazetelerde daha fazlası yazılıp çizilmişti; yumruk yiyen patronunun hukukunu bile korumaktan acizdi; bilinen adı “Susurluk Raporu” olmakla birlikte Susurluk ilçesindeki her şeyin başlangıcı kazadaki meşum birlikteliğe açıklama getirmiyordu; özneldi, gayri ciddiydi ve en kötüsü, yine, devletin hukukla sonuna kadar bağlı olmadığını üstüne vazife olmadan siyasî bir yorum olarak dile getiriyordu. Ancak tüm bu gezinmelere, tanım arayışlarına noktayı, sürpriz bir girişimle gazetecilerin divanına çıkan eski MİT müsteşarı Teoman Koman koydu. Susurluk Raporu “edebi”ydi. Çünkü “Abdullah Çatlı’nın görüntüsü Ankara’nın silüeti ile birleş#iyordu” gibi imgesel bir anlatımı vardı. Tüm görüşmede hakim pozisyonunu yitirmeyen Paşa’nın bu tanımlaması oradaki gazetecilerin hepsinin onayını almış olmalı ki ortam birden gevşedi ve raporla ilgili sorular ve görüşler belirgin biçimde ironikleşti. Galiba Susurluk Raporu’nun asıl sıfatı bulunmuştu.
Raporun üslûbu gerçekten şaşırtıcıdır ve ilk andan itibaren olumlu veya olumsuz dikkati çekti. Bir müfettiş raporunun tarzında ve yapısında olduğunu söylemek olanaksız. Ama bu bir gayri ciddilik midir? Sanıyorum bir noktayı hatırlatmakta yarar var: Susurluk Raporu ne kendisine adını veren kazanın özel bir araştırmasıdır ne de devlet içine sızmış yabancı unsurların karıştıkları suçları ifşa çabasıdır. Susurluk Raporu devletin kendini sorgulaması gibi olağandışı bir olaydır, zira daha baştan bu çalışmanın devlet içindeki çeteleşmenin temeline inme amacı taşıdığı belirtilmiştir ve bu yönüyle de bir “rapor”a sığmayacak bir iştir.
Metin türü olarak bir raporun anlatım gücü sıfırdır. Bilineni tekrarlar. Daha açık deyişle, belli değerlendirme kategorilerine göre mevcut durumu tanımlar. Memurdan amire bir bilgi aktarımı olduğu için de memurun şahsı geri plandadır. Bir rapor, izlenim ve kanılar içerse bile, bunlar bir hakimin “kanaati” niteliğindedir, yani öznel olamazlar. Raporun yazarı yoktur, anonimdir, ama memuru vardır, yani yazanı vardır. Her metin türü için geçerli olduğu gibi bu sınırlar mutlak olmamakla beraber, durumların tipikliği ölçüsünde yol göstericidir. İşte bu belirleyenler Susurluk olayında geçerli olmamış, yapıların çözüldüğü bir ortama rastlayan bu çalışma raporda türsel değişiklikleri de beraberinde getirmiştir. Eğer Kutlu Savaş rapor adabına bağlı kalsaydı (metindilbilime göre “metin geleneklerine uysaydı), bu çalışmadan çok cılız sonuçlar çıkardı. İşini ciddiye aldığı ve bir nedenle sorumluluğu taşıma cesaretini gösterdiği için yapısal sınırların ötesine geçmiştir.
Metin gerçekten de sıklıkla imgesel anlatımlara başvuruyor, bağlantısız gibi görünen olay örgülerini birbiri ardına getiriyor, farklı katmanlardan konuşuyor (örneğin MİT’ten alıntı yaparken sadece olaya bakmıyor, olayın belli çevrelerce nasıl algılandığına, nasıl yansıtıldığına bakıyor ve bu veri genel düşünceye katkıda bulunuyor) ve hepsinin sonunda okuru (bu durumda Başbakanı) yoruma çağırıyor. Belge ve bilgi kısmı daha çok örnekleme niteliği taşıyor. Yani bunlara bakarak fikir yürütmeli ve üst mantık bağını yakalamalı mesajını veriyor. Aslında metnin, dil kullanımı ve metin akışı bakımından titiz bir çalışma olduğu da söylenemez; ancak izlediği anlatım çizgisi böyle bir üslûp oluşturuyor. Bu da profesyonel bir yazarlık örneği olmayan, ama konuya bakış perspektifinin dikte ettiği bir metinleştirmeyi baraberinde getirdiğini, yani metnin ille de isteyerek değil, kaçınılmaz olarak, alınan tavrın sonucu olarak edebileştiğini gösteriyor. Susurluk Raporu “edebi” olmanın ötesinde, edebiyat türündedir; ya da şöyle diyelim: eğer metni edebiyat tarzını esas alarak okursak bu metinden daha fazla şey anlarız.
Rapor terimler düzeyinde değil ama, sorunları tanımlayış biçimiyle kavramsal düzeyde siyaset felsefesi yapıyor. Bir devlet anlayışının ne olması gerektiği ve yaşananların nasıl bir anlayışın ve hangi gelişmelerin çözülmeye yol açtığına açıklama getirmeye çalışıyor. Bu çerçevede kurumsal yapıların işleyiş mantığından, ilgililerin ve görevlilerin yaşananları nasıl algıladıklarının psikolojik aktarımı ve yozlaşmanın nasıl “normalleşebildiği”ne ilişkin ipuçları veriyor. Bu düzeyde bir yaklaşımın, kalıplaşmış metin formatı ve kategorik dil kullanımıyla verilmesi olanaksızdır. Bunun için metin türü sorunuyla karşı karşıyayız ve raporun edebiliğinden söz ederken soruna neresinden baktığımız önem kazanıyor.
Susurluk Raporu’nun hukuki belge niteliği tartışılır, ama tarihî bir belge olduğu kesindir. Yeterli belgeler içemeyen, ama tamamı belge olan bir metindir. Çünkü tarihsel bir anın boşluklarının ve olanaklarının ürünüdür. Bireyseldir, bireysel olduğu ölçüde de konjonktüreldir. Bir müfettiş bulunacak ve o müfettiş devlette olan biteni, özel yetkileriyle ve bireysel yetenekleriyle gün ışığına çıkaracak. Bu olay Cumhuriyet tarihinde bir kilometre taşıdır. Dönüm noktası değilse bile, devletin yöntemlerinde yeni bir aşamanın habercisidir. Raporun küçümsenmesi, çok çabuk unutulması, etkili olmasının önünde önemli bir engel oluşturmuştur, hattâ Müfettiş’in yıpranmasına neden olmuştur ve Başbakan’ın kişisel tasarrufu kapsamında geliştiği için yaklaşan hükümet değişikliği bu belgeyi devlet arşivinin iyice diplerine itebilir. Ama bu raporla açılan gedikten başkaları daha rahat geçebilir. Çünkü devlet sorgulanabilir kılınmıştır, üstelik demokratik bir açılımı benimsemeyen sağ bir partinin statükocu görüntü veren başkanının elinden.
Ancak Susurluk olayına Başbakan marifetiyle el atılması, devlet anlayışı ve demokrasi kültürü açısından muhalif ve azınlık talepleri içinde kalan beklentileri karşılamak yolunda bir gelişme değildir. Devletin kendine çeki düzen verme operasyonu, elbetteki yine dayandığı siyasî irade ve güçler dengesine göre biçimlenmektedir. Siyaseten bundan daha doğal bir şey olamaz. Bütün mesele siyasete kendi gerçekleri içinden mi bakıyoruz, yoksa umutlarla müdahale imkânlarını birbirine mi karıştırıyoruz.
Tam da bu noktada demokratikleş#me yanlısı güçler önemli siyasî hatalar yaptılar. “Aydınlık için 1 dakika karanlık” eyleminin -medya tarafından sahiplenerek biraz da abartılan- baş#arısının kalıcı bir kamuoyu uyanıklığının eseri olmadığı görülemedi. Demokratik taleplerin kitleselleşebileceği ve “vatandaş#” kimliği üzerinden bir demokratik baskı aracı yaratılabileceğ#i yanılgısına düş#üldü. Aş#ırı beklentiler kısmi iyileş#melerin küçümsenmesine neden oldu. Sınırları baş#tan çizilmiş# bu değ#iş#imi temsil eden bugünkü hükümet ve Baş#bakan’a kamuoyu desteğ#i yerine eleş#tiriye ağ#ırlık verildi. Bu tutum da geliş#melerin nasıl anlamlandırıldı#ğının iş#aretlerini taş#ıyor.
Susurluk Raporu’nun, menzili çok uzun olmayan bir siyasî değişimin, aslında şirazesinden çıkmış bir devlet uygulamasının yerine oturtulması amacına yönelik olduğunu baştan kabul edersek, metnin oluşturmaya çalıştığı anlam bütünlüğünü de kendi tutarlılığı içinde görme şansımız olur. Bu yüzden rapor, daha önce tanımı olmayan bir alanı kurmaya çalışmasıyla, atılımcı, yenilikçi ve uygulamaya yol göstermesi açısında da gerçekçiydi.
Rapor bunun farkında olduğu için mesajını doğru yere veriyordu. Aktarılanların mahkemeler için yeterli delil olmayacağını, ama yönetimin devlette reorganizasyona gitmesi için yeterli olacağına bu yüzden değiniyordu. Üzerine gidilmesi gereken yapılanmayı ’93’ten başlatması da, devlet pratiğinda ’93’te başgösteren nitel sıçramanın asıl konu olarak algılanmasından. Bu tarihte başlayanın ne olduğunu da, en iyi medya ve kamuoyu bilmek durumundadır. Güneydoğu’da yeni bir politik yaklaşımdan, barıştan, yaşanan gerçeklerden söz etmek ne zaman bireyler bazında tehlikeli olmaya başladıysa değişen de odur. Bu tehlikeyi ve nitel gerilemeyi algılamamış olmak olanaksızdır, çünkü seslerin kesildiği tarihten söz ediyoruz. Kim, böyle bir gerileme olmamıştır, ama biz bilinmeyen bir nedenle suskunlaştık diyebilir?
Raporu yerine koymamız bizim anlamlandırma yeteneğimizle ilgili, ya da metinleri nasıl okuduğumuzla. Susurluk eskiden beri beslenen bir boş umudu yeniden alevlendirdi. Gerçekler gün ışığına çıkarsa değişim biraz itmeyle ardından gelir, diye düşünüldü, fırsatı iyi değerlendirme sendromu başgösterdi. Bu yüzden de gerçeğin nasıl bilgiye dönüştüğü, bilginin ne zaman bir anlayışa temel olduğu süreçlerine bakılmadan gerçeğe natüralist yaklaşıldı. Oysa bizatihi Susurluk kazası, gerçeğin kendiliğinden konuşmadığını gösteriyordu.
Susurluk kazası, kimisine göre bir hayırlı kaza, kimisine göre ve devleti yıpratmamak için kötüye kullanılmaması gereken nahoş bir manzara, kimisine göre de kaza olmayacak kadar senaryo kokan planlı bir operasyondu. Sonuncular da, hergün “yeni bir inanılmaz olay”la sarsılan kamuoyunun yalama haline gelen “inanılırlık duygusu” sayesinde kolay alıcı bulabildiler. Üstelik bu versiyonun sahipleriyle, suçlananların aynı kişiler olması “senaryoya karşı senaryo” babından bir yarışma havası doğurdu; tıpkı asli medyanın belgelerine karşı Akşam gazetesinin o günlerde karşı belgeler getirmesi gibi. Böyle bir iddia ve belge furyasında her tezi destekleyecek belge ve bilgiler ileri sürülebilir. Eğer olayın bütününe aynı anda bakamıyorsanız, doğal olarak neye inanacağınızı şaşırırsınız. Ne var ki, tüm Susurluk meselesinde geçerli olduğu üzere, gerçek ş#u veya bu ayrıntıda gizlenmiş# veya devletin ş#u veya bu belgesinde ortaya çıkarılmayı bekleyen ürkek bir ceylan değil; tersine gerçek her yerde, meydanda olanda. Bütün mesele, gerçeğe bakacak gücümüzün olup olmaması? Siyasî cesaretimizin ve kendi günahlarımızla yüzleş#ecek dürüstlüğümüz olup olmaması? Gerçekten daha önce her ş#ey gizli kaldığı için mi ancak ş#imdi sesimiz çıkıyor? “Bizim haberimiz yoktu” sözü tarih sayfalarına geçmiş# bir sözdür ve suçluluğun belli bir türünü belgeler. Tarih rastlantılarla yön alacak kadar metafizik bir olay değil. Demokratik karar mekanizmalarının iş#lemediği toplumlarda bazı ş#eylere karş#ı çıkılması için hep egemen gücün kendi körlüğü içinde kendini tüketmesi beklenmiş#tir. Kuş#ku yok, Susurluk kazası, kazaen olmayacak kadar kaçınılmazdı. O Susurluk kazası olmasaydı, baş#ka bir Susurluk kazası kendiliğinden, ama kaçınılmaz olarak olacaktı. Eğer bir Susurluk yaratamasaydık, Türkiye olarak toptan bir kamyona çarpacaktık (bunun bir iş#areti Alman televizyonunda Türk bayrağının üstüne kondurulan eroin ş#ırıngasından gelmedi mi?). Susurluk, devlet içindeki bir hesaplaş#manın değilse de, asli unsurların, devlete konjonktürel bir iliş#ki sonucu nüfuz etmiş# bir kanadı tasfiye etmesinin zamanının gelmesiyle başlayan bir geliş#menin sadece sansasyon -veya bugünü kavramıyla medyatik- tarafıdır (bunu söylerken hiçbir belgeye veya özel bilgiye dayanmıyorum, sadece politik düş#ünmeye çalış#ıyorum). Eğer o kanadın tasfiyesi için ortam olgunlaş#mamış# olsaydı, Susurluk’ta meydana gelen kaza da, Susurluk vakasına yol açmazdı. Çünkü Susurluk kazasından önce, son yıllarda, görmek isteyenler için ne Susurluklar oldu. Üstelik medyada da bunlar ş#urada burada yazıldı, ama medyatik olmasına karar verilmemiş#ti bunların, utangaç bir haberciliğin, denetimin bıraktığı boş#luklarda namusunu kurtarma türünden çabalardı bunlar. Medyadalardı, ama medyatik değillerdi. Susurlukta medya ve kamuoyu sesini yükseltti, ama siyasî irade baş#ka yerdeydi. Ve devlet içindeki bu ayıklanma (arınma değil) sürecinde kamuoyuna da bir rol düş#tüğü için bir yönüyle devletin demokratikleş#mesi gibi bir “efekt”ten de (yani bir yan etkiden) söz etmek yanlış# olmaz. Ama asıl aktörleri görmeden, Susurluk’un hangi değiş#imi getireceğini de göremeyiz. “İlk defa kamuoyu gücünü gösterdi, Türkiye’de bir ş#eyler oluyor galiba” demek de, aceleci bir iyimserlikti. Gizli bilgilerin ortalığa dökülmesiyle dedikodu ş#evki kamçılanan insanların biraraya gelmesinden bir kamuoyu çıkmaz. Kamuoyu siyasal sorumluluk ölçüsünde vardır. Eğer Susurluk’ta bir kamuoyu vardıysa, son dönemde yapay bir gündemle (en azından sivillerin iradesi ve giriş#imi dış#ında) siyasal yapının yeniden dizayn edilmesinde nerededir bu kamuoyu. Evet aslında tam da Susurluk’ta kamuoyu adını verdiğimiz oluş#um, Refah’ın kapatılmasında ve izleyen geliş#melerde aynı ş#eyi yapmış#tır: önüne konana kendi anlamını yükleyerek aktör havasına girmiş#tir. Ama birisinin bize, Susurluk konusunda sonuç getirici icraatlere gidilemezken, Refah’ın iktidardan indirilip kapatılması ve sorumlularının içeri atılması ve Refah’ın temsil ettiği taleplerin meş#rûiyet dış#ına çıkarılması adımlarının nasıl tam bir operasyon kararlılığı içinde gerçekleş#tiğini açıklaması gerekmektedir. Eğer ikincisi siyasetin ve kamuoyunun eseriyse, birincide bu aktörler nerededir?
Dayandığı siyasî iradeyle uyumlu olarak demokratik bir açılımı değil, devlete saygınlığını kazandırmayı amaçlayan Kutlu Savaş#’ın çalış#ması sıradan bir çalış#ma değildir. Hattâ kolay cesaret edilmeyecek bir anlatım tarzı deneyerek taş#ları yerinden oynatmış#tır. Susurluk Raporu’nu yeterli sayıp saymamak herkesin kendi siyasetine göre belirleyeceği bir ş#eydir. Ama rapor rapora benzemediği için bir değiş#imin manifestosu niteliği kazanmış#tır. Susurluk hayırlı bir olaydır, ama kamuoyunun demokratik denetim mekanizmasını iş#letebildiğinin örneği değildir. Böyle bir kamuoyunun devleti ve öyle bir devletin müfettiş#i henüz yok. O dönem gelirse rapor kavramı içinde kalarak benzer sorunların üzerine gidilebileceğini umabiliriz. Ama bugün yazılacak bir rapor hepimizin meseleye bakış#ını temelden sorgulamadan değiş#ime kapı açamaz. Bu içsel hesaplaş#ma için rapor yerine edebiyatın daha uygun bir metin türü olduğunu düş#ünüyorum.