Aksu Bora ve Ayşe Peker'e Yanıt: “Unutulanları Hatırlatma Kaygısı Yersiz mi?“

Sevgili Aksu ve Ayşe

Mektubunuz beni yer yer, özellikle benim ev işlerinin zorluğunu tahmin edemeyeceğim-edemediğim ve ninelerin halini umursamadığım gibi noktalarda epey üzdüğünü söylemeliyim. Benim yazıma yönelttiğiniz eleştirilere yanıtım şöyle:

1. “Ama yazının vaadini yerine getirmesini imkânsız kılan bir engel var: onu yazmanın nedeni böyle bir ‘kuşatma’ çabası değil de sanki orta sınıftan solcu/feminist entellektüel kadınlara ilişkin bazı ahlâki yargılarını ifade etmekmiş gibi görünüyor. Öyle mi?” Kesinlikle öyle değil! Benim yazımda vurgulamayı hedeflediğim -başaramamış olabilirim- iki nokta vardı: sınıf sorununu yeniden düşünmeye çağrı ve gündelik hayatta ideolojinin “aşağı”/“yukarı” addedilen insanlar, işler, haller babında işleyişine işaret etmek. “Solcu/feminist kadınlar” yazıda yalnızca tek bir cümlenin içinde ve o da Kemalistler, liberaller, İslâmcıların ve “solcular”a -ama yalnızca kadınlardan veya “solcu kadınlardan” değil, yani erkekleri ayırmadan- değinirken geçiyor. Ayrıca, bu cümle çıkarılsa yazının anlamı kayıp mı olacak? 6-7 sayfalık yazının tamamının “solcu/feminist entellektüel kadınlara ilişkin bazı ahlâki yargıları”mı ifade etmek için yazmış olmam ne ölçüde anlamlı bir yorum? Böyle düşünülürse, TSK’dan Korukent’teki villa sakinlerine, M.A. Erbil’den Hülya Avşar’a kadar herkes kendisi hakkındaki yargımı ifade etmek için yazdığımı söyleyebilir. Benim yazım başka kesimlerle beraber “orta sınıftan solcu/feminist entellektüel kadınlar”a dair söz söylüyorsa da, temel derdim memleketin sınıfsal ve kültürel hiyerarşilerine ve “itilmiş”lerin nasıl tahayyül edildiğine dikkat çekmek; o kadar. “Unutulanları” hatırlatma kaygısı yersiz mi?

2. “Piyasada emek sömürüsü devam ederken evde sömürüsüz ve adil bir düzenin olması mümkün müdür? (‘Ataerkil ideoloji’ sadece halıyı kimin temizlediğinde değil, ’yeniden üretim sorunları’nın ev ahalisinin kendi arasında halledebileceği bir şey olduğu yanılsamasında da varlık bulur.)” Elbette mümkün değildir. Benim yazımdan evin Owen’ın kolonisi gibi düşünülmesi gerektiği sonucu mu çıkıyor? “Dışarıdaki” sömürüyü “eleştirdiğim” -“eleştiri”nin anlamına aşağıda değineceğim- zaman, bu, o ilişkiler içinde olan insanların bu “sorunu” kendi kendilerine halledebilecekleri anlamına mı gelecektir? Öte yandan, sorunun “sistemik” olması, ideoloji eleştirisinin bu alanda hükümsüz olması demek değildir. Althusser’in ideoloji teorisine -tam katılmasa da- atıfta bulunan birine, “yapısal bütünlük”ü hatırlatmak niye? Ki o da hem bunu abartarak savunuyor, hem de ideoloji eleştirisi yapıyordu. “Eleştiri”... Şu ya da bu “güzel düşler”in, açık ya da zımni, bütünsel ya da bölük pörçük bir şekilde gerisinde durmadığı bir “eleştiri” mümkün değil bence. Ben buna “hayalet” diyorum; “hayalet”in bir Arşimet noktası olduğu bir ideoloji eleştirisinin lâzım olduğunu savunuyorum. Bu eleştiri mevcut ilişkilerden radikal ve topyekûn bir kopuşu senin veya benim yaşamamızın mümkün ve zorunlu olduğunu vazetmiyor! (O anlamda “ahlâkçı” değil.) Yalnız temizlikçi kadın çalıştıran insanlar değil, ben de bir dolu şekilde “egemen” -ve ideoloji eleştirisine mevzu olması gereken- ilişkilerle iç içeyim. (Tabiî yalnızca benim farkında olduklarım “bir dolu”, gerisini Allah bilir!) Varsay ki bizzat ben evinde temizlikçi çalıştıran biriyim ve -“memleket tahlili” çabasının yanı sıra- kendime dönük bir eleştirellik-düşünümsellik geliştirmeye çalışıyorum. Mutlak bir kopuşu benim kendi hayatımda, hemen şimdi gerçekleştiremeyecek olmam kendime -veya başkalarının bana- dönük bir ideoloji eleştirisini hükümsüz kılmıyor. İdeoloji eleştirisinin rolü, çelişkisiz yaşamayı tavsiye etmek veya evde böyle bir “kayıp cennet”in kurulabileceğini söylemek değil bu anlamda. Hayatın kuruluş biçimine bu veya başka bir Arşimet noktasından bakmak. Ama aynı zamanda da insanın kendi çelişkilerine dikkat çekmek; bu çelişkileri bastırmak veya yok saymak değil, sıcak tutmak. Eğer benim yazımda bir ahlâki kaygı varsa bunun maksimi “çelişkili davranma!” veya “çelişkilerinden kurtul!” değil, “çelişkilerin yokmuş gibi davranma” veya “çelişkilerini canlı tut!” olabilir. Aksi, ideolojiden azade olunabileceğini varsaymak olur. İdeolojiyi ister Marx’ın dediği gibi “ne yaptıklarını bilmiyorlar ama yapıyorlar” diye, isterse de Žižek’in dediği gibi “ne yaptıklarını biliyorlar ve fakat hâlâ yapıyorlar” şeklinde tarif edelim, benim vurgum -onların da vurgusu- ne yaptığımız üzerine. Ne yaptığımızı biliyorsak da, sanki bilmiyormuş gibi yaşamak yerine, bu “bilincin” bizi rahatsız etmesine engel olmamak ve bu gerilimi - her zaman asık suratlı şekilde olması gerekmeden- kendine hatırlatmak. Bu (kendi kendine) hatırlatma aynı zamanda “unutulanları” da hatırlamak demek olacak.

3. “Feministlerin çok uzun bir zamandır biriktirdikleri ‘yeniden üretim alanında sömürünün yüzleri’ hakkındaki bilgiler yerine kendi gözlemlerine ve galiba öfkene başvurmayı tercih ediyorsun - bence iyi bir tercih değil. Yoksa ‘kadınları ev dışında çalışmaları halinde bile ev işlerinin yükünü taşımakta sorumlu addeden ataerkil ideolojinin’ bu meselede nasıl kilit bir yerde durduğunu, onun ‘varlığını ısrarla devam ettirmesinin’ belki de sadece bir ‘ideoloji’ olmamasıyla ilişkili olabileceğini görmen kolaylaşırdı.” a) Bu konuda feminist bir literatür olduğunun elbette farkındayım. Ama bu bir deneme yahut değinme yazısı ve nasıl -yazı açısından önemli bir yerde duran- sınıf literatürüne ve sınıf teorisinin sorunlarına bakmıyorsam, bu literatüre de bakmıyorum. Temizlikçi kadınlar, “aşağı”/“yukarı” hiyerarşisinin oluşması-dönüşmesi tartışmasını yapmak için seçtiğim bir “örnek olay”; “deli”, “köylü”, “kıro”, “hırbo”, “maganda”, “kapıcı”, “fahişe” vs. de seçilebilirdi ve bunların her biri de bu hiyerarşilerin ne kadar karmaşık olduğunu gösterirdi; ama şimdilik bu oldu. Benim ne “sınıf” konusuna ne de “kadın ve sınıf” konusuna dair kapsamlı bir pozisyon geliştirmek gibi bir iddiam var. Zaten sınıf konusunun “çetrefil” olduğunu söyleyip geçiyorum yazıda. b) Feminist literatüre bakarak ataerkinin yalnızca bir “ideoloji” olmadığını görecek olmam... Ben ideoloji “maddi bir şey” derken zaten onun yalnızca bir “yanlış fikirler bütünü”nden ibaret olmadığını söylüyorum. Bu maddilik tartışması, Marx’ın “metaların fetişizmi” tahlilinden besleniyor. O da zaten toplumsal ilişkilerin “görünümlerinden” söz ediyor. Yani maddi toplumsal ilişkilerle bunların fetişistik temsillerinin nasıl içiçe geçtiğinden. Kısacası, ideolojinin dışsallığından ve maddiliğinden söz eden bir bakış, ataerkiyi de toplumsal ilişkilerin yapılanışından bağımsız ve “hâlâ niye ısrar ettiği anlaşılamayan” bir fikir eklentisi olarak görmez. (Benim ataerkil ideolojinin “ısrarından” söz etmem müthiş kültürel dönüşümler yaşayan bir toplumun bazı noktalarda “ısrar” etmesine kinayeli bir atıf yapma kaygısı taşıyor; bu vurguyu verememiş olabilirim.) Tam da bu maddilik -toplumsal ilişkilere, toplumsal varoluş koşullarına kazınmışlık (inscription)- ideolojinin -tabiî ataerkil ideolojinin de- kendini ideoloji değilmiş gibi göstermesini, tarihsel-olumsal olanı doğal-zorunlu olan gibi sunmasını sağlıyor. Madem toplumsal ilişkilere kazınmış ideolojilerden söz ediyoruz, öyleyse niye insanları eleştiriyoruz denirse, bir önceki maddenin son bölümüne tekrar bakılmasını öneririm. c) “Öfke”? Evet öfkeliyim. Ama bunun hedefi belli bir insan grubu değil; hele hele orta sınıf solcu/feministler hiç değil. Çünkü ortada ne tümüyle masum olan “kurban”lar var, ne de her şeyden sorumlu tutulacak “suçlular”. Yani kişisel terimlerle düşünülemeyecek, insan-biçimli olmak anlamında “nesne”si olmayan bir öfke. Yazımın başında alıntı yaptığım Benjamin de “öfkelenmek” yanlısı zaten. (Öfke-şiddet-akıl tartışmasına burada girmiyorum konumuzla bir şekilde ilişkili olsa da. Benjamin’in “Şiddet Üstüne”si ve bu arada Ahmet Çiğdem’in bir süre önce Birikim’de bu konuya değindiği yazı önemli bence.) Ben etrafıma ve kendime bakınca kızıyorum. Sen kızmıyor musun? (Tabiî bunu söylerken, sürekli bir “asabilik”le yaşayalım demiyorum; gülmek ve kızmak yanyana gayet hoş durabilir pekâlâ.)

4. “‘Cinsiyet körü’ diye işte buna deniyor, birinin erkek diğerinin kadın olmasının ikisinin de ‘aşağıda’ olmasından kaynaklanan ortaklıktan çok daha büyük bir fark yarattığını görmeni engelleyen bir tür (umarım geçici ve kısmi!) körlük.” “Cinsiyet körü” eleştirisine yanıtım yazımdan bir cümleyi hatırlatmak olacak: ‘Kadın’ göstereni, ‘aşağı‘ ile ‘kadın’ arasında kurulagelen söylemsel özdeşliğin yoğunlaşma noktası gibidir.” Başka bir yazıda da “kadın”, “halk” ve “çocuk”un sembolik olarak özdeşleştirilmesine -Kemalizm babında- dikkat çekmiştim. Orta sınıf kadınının ev işinden özgürleşmesinin ve orta sınıf erkeğinin bu “can sıkıcı mevzu”yu başından savmasının daha “aşağı”da duran bir temizlikçi kadın sayesinde mümkün olduğunu -en azından- imâ eden bir yazı niye “cinsiyet körü” olsun ki? “Madunun da madunu konumundaki” kadınlardan söz etmek mi körlük? İllâ ve münhasıran kadın merkezli bakmak gerektiğini düşünmüyorum. Ama yukarıda da dediğim gibi, “kadın ve sınıf” sorununa dair bir teorik-politik çözüm filan da geliştirmiş değilim. Memleketin halleri hakkında konuşmak için bu hususta net bir görüşe sahip olmam gerektiğini de düşünmüyorum. Benimkisi, bunu düşünme çabasına biraz olsun malzeme sağlamak kaygısı olsa olsa. Zaten böyle dört başı mamur bir teorik çerçevem olmadığı için de hep tırnak içindeki “aşağı” ve “yüksek” sözcükleriyle konuşuyorum.

5. “Erkeklerin çok eskiden beri ‘doğal’ hakları olarak gördükleri bir imtiyazı kadınlar kullanmaya kalktığında ortada bir sömürü olduğunun keşfedilmesine ne diyorsun? (Ya da bazı işleri parasız yaptırdığında onun adına sevgi deniyor, para verirsen sömürü!)” Tamam da, benim bu durumu eleştirmediğimi mi düşünüyorsunuz? Başka sömürü biçimleri, niye buradakinin tartışmasını kapatsın ki? İlk maddede belirttiğim gibi, benim sözlerim “liberal, Kemalist...” erkekleri de kapsıyor. Ama siz benim “habitus” değerlendirmemi -bu kavramı da teorik olarak sorunlu bulmakla birlikte, kestirmeden gitmek için kullandım- sanki yalnızca kadınlar ve bilhassa “solcu/feminist kadınlar” ile sınırlıymış gibi algılamakla, konunun ve eleştirinin de “kadınları ilgilendirdiğini” düşünmüş ve dolayısıyla “ev işi tartışması=kadınların sorunu” denkliğini tersinden de olsa kurmuş olmuyor musunuz? Benim yazımda bir eleştiri varsa, bunu erkeklerin kendilerine yöneltilmiş addetmelerine mani bir cümlem yok. Samimiyetle, erkekleri de kast ederek yazdım o kısmı.

6. “Bütün bunların nasıl bir emek/zaman/enerji karadeliği olduğunu tahmin edemezsin (edemediğini yazından anladık!)” Niye edemezmişim ve edemediğimi nasıl anladınız? Ben -bazı sağlık nedenleriyle birkaç aydır yapamamış olsam da- evini beraber yaşadığı insanla temizleyen, silen süpüren bir insanım. Ev işini önemsiz-değersiz addetmem; hattâ evimi temizlediğim zaman yazı yazmış veya kitap okumuş kadar da mutlu olurum. (Ama itiraf edeyim, sık sık yıkanmış perde asmayı hiç sevmem! Yılda bir yıkansa da olur bana göre; evde perde yüzünden anlaşmazlık çıkar hep.)

7. “Senin bu habitus lafının gündelikçiye yapılan muamele/aşağıdakinin kirli addedilmesi, alçak işlerin aşağıdakilere yaptırılması gibi uzantıları var, ama bunları yazabilmek için katetmen gereken mesafeyi çok küçümsemişsin bize sorarsan!” Ben de bundan bahsediyorum, benim yazımın konusu bu zaten. Ama bunu yazmak için hangi mesafeyi katetmem lâzım, anlamadım. Bu mesafede feminist literatür varsa, yukarıda söylediğimi tekrar edebilirim ancak. Batı feminist literatüründeki “ev emeği” kaynakları bir yana, eğer Türkiye’de temizlikçi kadınlar hususunda yapılmış -benim atıfta bulunduğum kaynak dışında- bir kaynak veya tartışma varsa ben bilmiyorum. Kadın=kirlilik denkliğinden söz ediyorsan, bunu M. Douglas’tan beri biliyoruz; ama yine, bunun benim tartışmamın bağlamına uygun (adet-kan vb. gibi ilişkili ama yazının bağlamına görece uzak olanlar dışında) ve aynı zamanda Türkiye’ye dair bir tartışmasını da bilmiyorum.

8. “Bu durumda anneanneler imdada yetişiyorlar. Anladığımız kadarıyla senin de buna bir itirazın yok - yazında hiç bahsetmiyorsun ama gündelikçilerden, bakıcılardan bahsedince bu konuya gelmemek mümkün değil aslında. İtirazının olmayışını burada bir ‘ücretli çalıştırma’ olmamasına bağlayabilir miyiz? ... Bütün bu koşuşturma, çalışma, ‘sosyal hayat’ içinde bir yeri olmayanları, çocukları, yaşlıları, özürlüleri, hastaları, bir biçimde bu temponun dışında kalanları dışarıda tutmaya devam etmek üzere geliştirilen çözümler çözüm müdür? Çocukları kreşe, yaşlıları huzurevine, hastaları bakımevine, özürlüleri özel kurumlara, şiddete uğrayanları rehabilitasyon merkezlerine, uyumsuzları tımarhanelere...” Benim yazım çocuk bakımıyla ilgili değil; ancak temizlikçi kadınların aynı zamanda çocuk bakması ya da tersinin olması durumları bakımından ilgili. Yaşlı kadınların/ninelerin çocuk bakıcısı işlevine indirgenmesine ve dahi evdeki varlığının bu yüzden (“mecburen”) kabullenilmesine tabiî ki itiraz ediyorum. Yaşlılar konusunda yine Benjamin’i ve onun hikâye-hafıza-yaşlılar-artık insanların evlerde değil hastanelerde veya huzurevlerinde ölmesi-çocuk-modernlik konusundaki kısa ama güzel tartışmasını anmakla yetiniyorum. Yaşlılara yapılan muamele de benim için bir başka “öfke” sebebi! Son nokta ise, modernlik ve “kamusal ahlâk”, “dayanışma”, “komüniteryanizm” tartışmalarını gerektiriyor. Batıdaki ve bizdeki haliyle bu tür kurumsal düzenlemelerin anlamını tartışmayı. Bunlar da yazımın konusu değil. Ama bu alanın da ideoloji eleştirisinden muaf olduğunu düşünmüyorum. (Bkz. madde 2-3.) Siz de zaten bunu imâ ediyorsunuz.

9. “Yazında bizi en çok düşündüren, fenerdeki kadın ve özgürleşmenin hayaleti ile ilgili metafordu. Bu ikisini birlikte düşünmen, birinin ötekini çağırması. Belki de şu ‘ev özlemi’ sandığımızdan daha derin bir şey!” Bu konuda tek söyleyebileceğim şey, bu yazının bir devamı olduğunu belirttiğim “Ağlayan Çocuk” yazısının özellikle son paragrafına bakmanızı önermek. Orada da bir kadından söz ediliyor; bu defa gülümseyen bir kadından.