Modern siyasetin aktörleri 18. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başladı. Elbette bu aktörleri vücuda getiren düşünceler ve sınıf çelişkileri onlardan daha eskiydi. Bu tarihsel birikimin üzerinde yükselen sınıfların temsilcileri kendilerini önceleri kulüpler, gazeteler, dernekler vasıtasıyla kamusala dahil ettiler. Kamusal alana dahil olma biçimlerinden ve siyaset yapma ‘tekniklerinden’ biri olan partiler ve parti fikriyatı da sonraki dönemlerde ortaya çıktı.[1] Kamusala dahil olan bu düşünce akımlarından sosyalizm, 19. yüzyılın ilk yarısında, o dönem için aristokrat veya burjuva sınıfların tanımlayıp belirlediği parti sisteminin dışında gelişmiştir. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise siyasal partiler, sosyalist mücadelenin tanımlanmasında merkezî bir önem kazanmıştır. John Keane, bu durumu, “anti-parti perspektiften, taparcasına savunulan, parti merkezli ‘sosyalizme geçiş’ anlayışına doğru uzun dönemli bir kayma olmuştur” diye betimliyor.[2] Keane’e göre bu kaymanın olumsuz bir sonucu; siyasal partilere dair sosyalistler arası tartışmaların, sosyalist partilerin nitelik ve biçimleri ve bu partilerin mevcut parti sistemine dahil olma biçimleri üzerine teorik çalışma ve arayışların giderek azalmış olmasıdır. Partilerle ilgili teorik çabanın arka planda kalması ve parti pratiğinin baskın çıkması, sosyalist partilerin kökenleri, etkileri ve akıbetleri ile ilgili meseleleri karanlığa gömmüştür.[3]
Partilerle ilgili tartışmaların pratiğe kurban edilmesinden önceki son aydınlanma anlarından birinde Gramsci, partiyi “modern prens” olarak tanımlar. Parti “modern” bir prenstir, çünkü artık söz konusu olan eskinin bireysel önderi değil, kollektif bir faildir. Parti bir “prens”tir, çünkü o bir kahramandır. Tıpkı eskinin prensi gibi fedakârlık, bağlılık ve sevgi ister. Muhtaçların, kenara atılmışların safında kavga verir, insanların renksiz hayatına bir asalet katar. Elbette bugün, kimse partiyi (burada kastedilen kuşkusuz “düzen partisi” değil, “devrim partisi”dir) bu şekilde görmüyor.[4] Oysa Avrupa’nın köklü sosyalist/sosyal demokrat partileri bir zamanlar taraftarları için mühim bir dayanışma kaynağı ve bir toplumsal protesto kanalı idi. Taraftarlarıyla hayatın değişik alanlarında karşı karşıya gelen somut, yoğun ve sürekli bir ilişkiydi söz konusu olan. Örneğin Almanya’da SPD’nin hemen hemen her kent ve kasabada gençlik örgütü, gazetesi, kooperatifi, kültür ve spor dernekleri, lokalleri bulunurdu. Ancak zaman içerisinde, özellikle de II. Dünya Savaşı ertesinde bu durum değişti. Söz konusu partiler, artık “seçmenleri” ile seçimden seçime yürütülen kampanyalar çerçevesinde karşılaşıyorlardı; artık partinin taraftarları, edilgen alıcılardı yalnızca.
Aslında, şimdilerde sıkça veryansın ettiğimiz, siyasetin ve partilerin modern işletme ve işbölümü rasyonellerine, iktisadî ve dolayısıyla siyasî verimlilik tekniklerine göre değerlendirilmeleri bugün ortaya çıkmış bir şey değil. Daha bu yüzyılın başında, modern bir ekonominin temelini oluşturan gelişmiş bir işbölümünün, kaçınılmaz olarak hiyerarşik ilişkileri, uzman kadroları (bürokrasiyi), büyük ölçekli planlamayı, kaynakların harekete geçirilmesinde artan bir merkeziyetçiliği gerektirdiği düşüncesinden yola çıkarak siyasetin de bu prensiplerin dışında tutulamayacağı düşüncesi yaygınlık kazanmıştır. (Mosca, Pareto vb.) Aynı dönemde, Robert Michels de Almanya’da sosyal demokrat parti hakkında yaptığı çalışmasında yukarıdaki görüşleri dönemin en köktenci oluşumu bağlamında tartışır. Zur Sociologie des Parleiwesens in der modernen Demokratie (1911) isimli eserinde, sosyalist partiler de dahil olmak üzere bütün geniş çaplı örgütlerin, başlarındaki yönetici gruba kaçınılmaz bir biçimde bir iktidar tekeli verdiğini belirtir: “Kim örgütten söz ederse aslında oligarşiden söz etmektedir.” Söz konusu örgütler, ne kadar demokratik görünürlerse görünsünler, ister istemez bürokratik ve oligarşik bir niteliğe bürünmektedirler. Michels’e göre, partilerin etkin ve verimli bir şekilde iş görebilmeleri için hiyerarşik ve bürokratik bir tarzda örgütlenmeleri, kendilerini yönlendirebilecek uzman kadrolara ve yürütme kurullarına girecek becerikli, dinamik, yaratıcı kişilere ve karizmatik önderlere sahip olmaları gerekir: “Önderlerin iktidarının artması, örgütün genişlemesi ile doğru orantılıdır.”[5] Michels için partinin yapısı, bürokratik ve “makinevarî örgütlenmesi giderek partinin kuruluş rasyonellerine galip gelir: Merkezî devlet iktidarını yıkmak için kurulan ve işçi sınıfının, devlet örgütlenmesine karşı zafer kazanabilmek için ihtiyaç duyduğu tek şeyin yeterince geniş ve sağlam bir örgüt olduğu düşüncesinden hareket eden işçi partisi, devlet örgütlenmesini karakterize eden otorite ve disiplinin temel ilkelerini aynen kabul ederek bizzat kendi örgütlenmesinin müthiş bir şekilde merkezileşmesi sonucunu doğurmuştur.”[6] Dolayısıyla SPD, giderek karşı çıktığı devlet örgütlenmesine benzemeye başlamış, neticede “biçim”, “içeriğe” hâkim olmuştur.
“MODERN” TÜRKİYE’DE “POSTMODERN” PARTİLER VE SİYASET!
Partileri adeta birer şirkete dönüştüren ve bunlar içerisinde işletme mantığını hâkim kılan sürecin, modern siyasetin krizine işaret ettiği çokça vurgulanmış bir gerçek. Bilindiği üzere modern anlamıyla siyaset, ideolojileri ve kurumlarıyla (parlamentolar, partiler) yönetilenlerden, yurttaşlardan belli bir ilgi, duyarlılık, bağlılık ve katılım talep eder. Günümüzde bu ilgi ve katılımın düzeyinde belirgin bir düşüş yaşandığı görülüyor. Söz konusu ilginin ve katılımın ifade edildiği en önemli kurumsal kanal, hiç şüphesiz siyasal partilerdir. Ancak partiler, bu işlevleri yerine getirme yeteneğini giderek kaybediyor. Siyaset, ekonominin bir uzantısı olarak anlaşılıp, siyaset-ekonomi ayrımı, ikincisi lehine ortadan kalktıkça, partiler de kendilerini bir meta olarak sunmaya ve böylece de kendilerini pazar mantığına göre hareket eden işletmeler olarak tanımlamaya başlıyor. Artık kendi “ürünlerini” en iyi pazarlayan partinin başarısından söz ediliyor; yurttaşlar, yerini müşterilere bırakıyor. Neo-liberalizmin siyaseti idare etme tekniklerine indirgemesi sonucunda, siyaset etmek giderek birtakım teknokratların, uzmanların, “ehil kadroların” işi olarak addediliyor. Siyasetten anlaşılan yalnızca projeler, “hizmet yarışı” artık. Buna göre, toplumsal sorunlar, uzmanlarca ve bilimadamlarınca çözülebilecek “teknik” problemlerdir yalnızca. Böyle bir anlayışın doğal sonucu, insanların siyasete yabancılaşması, yaşamlarını kendilerinin yaptıkları bilincinden iyiden iyiye uzaklaşmalarıdır.
Türkiye’de yaşayan insanların ezici çoğunluğu, siyasetten, daha iyi bir yaşama ulaşmaya yönelik kamusal bir tartışma ve etkileşim yöntemini anlamıyor. Aksine siyaset; insanlara ilkesizliği, ikiyüzlülüğü, kurnazlığı, ayak oyunlarını, kişiliksizliği, sahtekârlığı anımsatıyor. Siyasete ve siyasal partilere karşı popüler mesafe ve güvensizlik kendisini hissettiriyor. Siyasetin metalaşması; klientalizmin, patronaj ilişkilerinin oldukça köklü ve yaygın olduğu Türkiye gibi ülkelerde, hele hele işin içine bir de siyasetin medyatikleşmesi girince semerelerini kolaylıkla veriyor. Ömer Laçiner’e göre, metropol kapitalist ülkelerde bu metalaşmanın, köklü bir geleneğe sahip siyasal partiler nezdindeki sonuçları daha henüz belirmeye başlamışken; zayıf ve kesintili bir siyasal modernleşme geleneğine sahip olan Türkiye, bu sürece çok rahat intibak etmiş gözüküyor.[7]
Siyasetin karşı karşıya bulunduğu tıkanmayla ilgili ikinci olgu ise siyasî saflaşmaların doğuştan edinilen vasıflar ve kültürel kimlikler referans alınarak tarif edilir hale gelinmesidir. Siyasal partilerin “geleneksel” işlevlerini yitirmeleri neticesinde ortaya çıkan “boşluk”, kişilerin değişmez “doğal” vasıflarını temel alarak politika yapan “kimlikçi/dışlayıcı/özcü” hareketlerin yükselişi ile doluyor. Son on yıldır farklı olanı mutlak bir rakip olarak algılayan, ötekini dışlayan otoriter bir siyasî anlayışın iyiden iyiye yaygınlık kazandığı herkesi malûmu. Bu eğilimin son seçimlerdeki “başarılı” temsilcisi şüphesiz MHP’dir. İmaj çağının naylon partilerinin aksine MHP, ciddi bir toplumsal tabana ve dinamizme sahip. Ancak bu durumu, onun Türkiye’nin meselelerine ilişkin önerdiği siyasetten kaynaklanmıyor. Tam aksine MHP, ajitatif, hezeyan dolu sloganlar dışında somut siyasî önermelere, çözüm önerilerine sahip değil. Bu nedenle de MHP seçimlerde, “somut politik önerilerle, tercihlerle değil, sadece ‘kimlik politikasıyla’, insanların ‘Türklüğüne’ hitap ederek sahne aldı -ötesini berisini düşünmeyen, insanlara da ‘ötesini boş verin’ diyen cinnet derecesinde bir ‘milliyetçilik’le…”[8]
Özdeşleşme, bağlanma, aidiyet ihtiyaçlarına cevap veremeyen “geleneksel/klasik” partiler, karşı karşıya kaldıkları meydan okumaya, ya söz konusu “doğal” vasıflara yaptıkları vurguyu arttırarak, ya da kendilerini bir “şirket”e dönüştürerek, ya da Türkiye’de örneğini çok sık gördüğümüz üzere bunların her ikisini birden yapmaya gayret ederek yanıt vermeye çalışıyor. Sözün özü, Türkiye siyasî hayatı, cicili bicili imajlarla allanıp pullanıp “piyasaya sürülen” kimlikler ve kimliklerin heyecan kattığı, “aşka getirdiği” ve “anlamlı” kıldığı imajlar arasına sıkışmış durumda.
Siyasette gitgide daha fazla işletme rasyonellerinin hâkim olması, “ideolojilerin ‘itibarî’ hale geldiği, örgütlerin ‘esnek uzmanlaşma’ modelince bir taraftan sökülüp öbür tarafta takılabilir soft-ware’e dönüştüğü, politikanın asıl olarak medyayla medyatize edildiği bir ortam”[9] yaratıyor. Siyaset idareye indirgenince, yerini, Tanıl Bora’nın deyimiyle, “anti-politik siyasete” bırakıyor. Bilhassa yeni sağın bayraktarlığını yaptığı anti-politik siyasetin içerdiği muhafazakârlaşmış demokrasi söyleminin arkasında çiğ bir teknokratik otoritaryenizm yatıyor. “Demokratik” siyaset, piyasa ekonomisinin bir bileşeni, insanların piyasanın işleyişine katılmasını va hattâ tâbi olmasını sağlayan bir mekanizma olarak tanımlanıyor. “Yönetim projeleri” ve iyi idarecilerin seçilmesinden ibaret olarak algılanan, usulî ve muhafazakâr “demokrasi”, basit bir idare tekniğine indirgenince tüm cazibesini ve heyecan vericiliğini yitiriyor.[10] Böylece de meydan milliyetçi veya başka özcü/kimlikçi otoriter siyasal yönelimlere kalıyor. Hal böyle olunca, bir yöntem olarak demokrasi, insanları cezbetmiyor, tüm gücünü kaybederek, yukarılarda bir yerlerde oynanan ve “sıradan” insanlara değmeyen bir oyun haline geliyor. Bu nedenle bu “demokrasi”, hep “dışarıdan” ya da “yukarıdan” bir yerden korunmak ve kollanmak istiyor.[11]
Tekrarlamak gerekirse, partilerin ve parti siyasetinin itibar yitirmesi, siyasetin piyasa mantığına feda edilmesi ve teknik bir araca indirgenmesi ile doğrudan bağlantılıdır. Aslında melanetleriyle birbirini hiç aratmayan siyasal partilerimizin karşı karşıya olduğu meşrûiyet yitimi demokratikleşme ve daha katılımcı bir siyaset özlemlerini beraberinde taşıyabilirdi. Ancak siyaset insanların hayatını yapması ile ilgili bir mesele olmaktan uzaklaşınca bu durum, depolitizasyonu, dahası otoriter siyasal yönelimleri beraberinde getiriyor. Meclis’e, milletvekillerine, partilere ve “siyasîlere” karşı halkın neredeyse ezici çoğunluğunun duyduğu güvensizlik ve çoğu zaman kızgınlık, içerisinde demokrasiye karşı bir güvensizliği de taşıyor. Hal böyleyken siyaseti, demokratik ve katılımcı bir siyaseti, toplumun kendini tasarlama ve inşâ etme faaliyeti olarak siyaseti, dolayısıyla da “parti”yi savunmak gerekiyor. Ama acaba hangi partiyi?
TÜRKİYE SOLUNUN “ÖDP” DENEYİ
“Önceleri başkanımız kendini başkan gibi görmüyor ‘ben santralim’ diyordu; ‘parti olmayan parti’ lafları geçiyordu ama şimdi hava bayağı değişti. Artık ‘parti içinde particiklerden’, ‘tüzükten’ ve ‘tüzüğün değiştirilmesinden’ bahsedilmeye başlandı. Eskisi gibi ‘serbest’ değil, ‘sıkı disiplinli’ bir parti isteniyor sanki.”[12] Bu sözler ÖDP’de yaşanan “hava değişimi”ni özetliyor büyük ölçüde. Gerçekten de, örneğin Ufuk Uras geçmişte sıkça “parti olmayan parti”nin faydalarından bahsederken[13] bugünlerde partide yaşanan örgütsel sıkıntılardan sıkça dert yanıyor: “Profesyonelce olmasa bile, bazı konularda bir tür yarı profesyonel çalışma tarzına ihtiyacımız var. Biz , o geleneksel siyaset tarzından uzaklaşalım derken, belki çok esnek bir yapı yarattık. Bunun ortasını bulmak gerekir diye düşünüyorum. (…) Herhangi bir çalışmayı yapmadığınız zaman bunun müeyyidesi yok, partinin müeyyideleri olmalı, parti kendini disipline etmeli. Çünkü böylesi gevşek, keyfe keder çalışma tarzıyla her iş bizi çok zorlar diye düşünüyorum.”[14]
Şüphesiz vurgulardaki bu değişiklik, partinin karşı karşıya olduğu ciddi birtakım sorunlardan kaynaklanıyor. Parti Meclisi, Kongre öncesinde hazırladığı raporda bu sorunlardan bazılarını şöyle aktarıyordu: “Profesyonellik sorununun bir türlü çözüme kavuşturulamaması, (...) sonuçta merkezi çalışmaları grupları ya da özel konumları tarafından finanse edilen insanların omuzuna yüklemiştir. Bu durumun bir tür ‘bilgi tekeline’ yol açması; çok sayıda işin az sayıda insanın elinde toplanmasına kaynaklık etmesi hem parti içi demokrasiyi hem de katılımı azaltması önemli bir eksikliktir. (...) Kongrelerde göreve talip olup seçilenlerin büyük bir bölümü, bırakın çalışmaların sürdürülmesine katılmayı, yönetim kurulu toplantılarına bile katılmamışlardır. Aşağı yukarı bütün organlarda istikrarlı olarak faaliyet sürdürenler seçilenlerin ancak yarısını oluşturmaktadır. (...) Geçtiğimiz dönemde üye sayısının küçük bir bölümü parti faaliyetlerine aktif olarak katılmıştır. (...) Kendi üyelerini politikaya yeterince katamamış bir partinin ana belgilerinden birinin ‘Katıl değiştirelim’ olması tuhaf bir durumdur.”[15] Böyle ciddi sorunlarla karşı karşıya olmak, elbette ki örgütlenmeye ve partinin iç hayatına ilişkin sorunların tartışılmasına neden oluyor. Burada esas sorun, yaşanan örgütsel dağınıklığın sorumlusu olarak “parti olmayan parti” sözünde ifadesini bulan anlayışın görülmesi. “Parti olmayan parti”, partide sıkça dağınıklığın, boşvermişliğin, keyfe kederliğin müsebbibi olarak görülüyor. Gitgide daha fazla profesyonelleşmeden, bir “kadro politikası”nın gerekliliğinden dem vuruluyor.[16]
Bir miktar geriye giderek düşünürsek, ÖDP askerî darbeden sonra dağınık halde bulunan (hem kafa hem örgüt olarak) solu toparlayabilecek mantıklı bir çözüm olarak ortaya atılmıştı. Partinin kuruluşu aşamasında biraraya gelen taraflar, ortaya koydukları programda anlaşamadıkları noktalardan daha çok anlaştıkları noktaları öne çıkaran bir metinle kendilerini bağladılar. Kısmi anlaşmaları odaklayan bu program daha çok, iş yapılması üzerinden birarada durma perspektifini önüne koyuyordu. Partiyi biraraya getiren bileşenlerin ilk elde tartıştıkları noktalardan birisi de partinin nasıl bir birliktelik şekli üzerinde yükseleceğiydi. SSCB’nin dağılması, demokratik-merkeziyetçi parti anlayışının karşılaştığı zaaflar gözönünde bulundurularak “parti olmayan parti” lafzında ifadesini bulan bir örgütsel arayış, çıkış olarak düşünülmüştü.[17] Ancak geçen zaman içerisinde, partinin üzerinde kısmen anlaşılmış programı işlemediğinde, diğer hedefler gibi “parti olmayan parti” fikri de payına düşen eleştirilerden nasibini aldı. ÖDP, baştan itibaren ısrarla üzerinde durulan özgürlükçü yeni bir sosyalizmin inşâsı için ortaya attığı bütün potansiyel yaratıcılık imkânlarını, sanki bunlar kamburlarıymış gibi taşımaya başladı. Eleştiriye girişen taraflar öncelikle bu ‘zayıf ’ noktalardan ‘vurmayı’ adet haline getirdi.
Aslına bakılırsa ÖDP’yi, sosyalizmi ancak iktidarın elde edilmesiyle kurulabilecek bir toplumsal proje olarak değerlendiren geleneksel sosyalizmden ayıran yön, onun sosyalizmi bugünden inşâ etmeyi hedefleyen bir tarzı gündeme getirmesidir. Böyle bir tarzı olmazsa olmaz kılan şey, kapitalizmin sosyalizme kaynaklık edebilecek tüm insanî potansiyelleri tahrip etmesidir. Zira kapitalizmin önünü kestiği yaratıcılık, hayalgücü, özgüven gibi niteliklerin, yani sosyalizmin önünü açmak ancak böylesi bir yaklaşımın eseri olabilir.[18] Dahası, Türkiye’nin tarihsel serüveninin oluşturduğu otoriter kültürel iklim de böyle bir anlayışı gerekli kılmaktadır. Çünkü Türkiye’de devlete hâkim olan otoriter ve vesayetçi zihniyet, Türkiye’de yaşamın her alanına ve dolayısıyla da siyasete ağırlığını koymakta ve neticede bu zihniyet, sosyalistlerin kendi hedef ve ilkeleri yönünde hareket etmelerini oldukça güçleştiren bir siyasî kültür yaratmaktadır. Otoriter ve vesayetçi siyasî kültür, siyasetin metalaşması ve yönetme tekniklerine indirgenmesi ve son olarak da kültürel kimlikler etrafında oluşan saflaşmalardan oluşan bu bulamaç, farklı bir hayatın olabilirliğini önce zihinlerde engelliyor aslında.
ÖDP’yi tanımladığını düşündüğümüz bu anlayışın belki de en önemli boyutu, ÖDP’nin sıkça dillendirdiği, siyasetin toplumsallaşması perspektifinin somutlaştırılması anlamını taşımalıdır. Toplumsal, iktisadî ve kültürel hayatın her alanındaki tahakküm ve bağımlılık ilişkilerinin karşısına “hemen şimdi” çıkma gerekliliği, ÖDP’nin geçen kongrede aldığı “halk sarmaşığı” isimli kararda açıkça ifade edilmişti: “Emekçilerin, fabrika ve işyeri hiyerarşisi, sınırlayıcı işbölümü, üretim bilgisinin parçalanması gibi doğrudan doğruya emek sürecinden kaynaklanan egemenlik ilişkilerine” veya “öğrenci ve öğretmenlerin bir ideolojik aygıt olarak okulun işlevine, sınıfların ve ders verme yöntemlerinin öğrenciler üzerinde bir hâkimiyet kaynağına dönüşmesine (…) alternatifler oluşturmaya girişmeleri, partililerin gündelik faaliyetinin merkezine yerleşmelidir.”[19] Doğrusu bu kararın gereklerini geçtiğimiz iki yıl içinde gerçekleştirdiğimiz herhalde söylenemez.[20]
Siyasetin toplumsallaşması bahsinin temel içerimlerinden biri de “parti olmayan parti” yaklaşımıdır bizce. Burada kasıt, siyasal faaliyetin, o etkinliğin içerisinde yer alan, onun öznesi olan insanların yaşamları, deneyimleri temelinde yürütülmesi gereğidir. Siyaset insanî bir etkinliktir ve dolayısıyla da anlam, içerik ve meşrûiyetini kişilerin yarattıklarında bulur. Bunun gerçekten böyle olabilmesi için de, siyaseti ilgili tüm kişilere açık kılmak, siyasal alanda eşitlikçi ve katılımcı bir bilgi ve tecrübe paylaşımını olanaklı hale getirmek gerekiyor. Bunu gerçekleştirmek için parti, neden iyi bir başlangıç noktası olmasın ki? “Katıl değiştirelim”, içi boş bir reklam sloganı değilse eğer, insanların sahici bir katılımının koşullarını partide oluşturmaya gayret etmek gerekmez mi? Doğrusu bugün parti bu sloganın gereklerini yerine getirmekten bir hayli uzaktır. Geçmişte öyle ya da böyle sol/sosyalist politik eylem içerisinde yer almamış hangi insan bizim üye toplantılarında kendini ifade edebilir ki? Parti içerisinde hâkim olan “jargonlar”, gruplar ve karmaşık ilişkiler “sıradan” insanlara ne ifade edebilir ki?
Yukarıdan aşağı yapılanmaların sol değerlerle bağdaşmadığını, katılımcı, demokratik ve çok sesli yapılanmaların zarurî olduğunu bugün parti içerisinde söylemeyen pek azdır. Ancak iş, parti hayatının, siyasetin bu yaklaşım gereği düzenlenmesine geldiğindeyse şimdiye değin yapılmış olanların bir hayli az olduğu meydana çıkıyor. Aslında bu yönde gerçekleştirilen kimi öneri ve uygulamalar da çoğu kez bütün potansiyelleriyle değerlendirilemedi. Örneğin seçimler öncesinde, delege sistemini es geçip bütün seçim bölgelerinde gerçekleştirdiğimiz önseçimlere parti üyesi olmayan bireyleri katmanın içerdiği potansiyeller üzerinde pek düşündüğümüz söylenemez. Yani, bu uygulama “partiye yakın duranları az da olsa mobilize eden bir yöntem mi olacaktır, yoksa parti ile yurttaşlar arasındaki ilişkiyi radikal bir saydamlığa evriltmemizin ilk işaretlerinden biri olarak, yeni bir siyaset tarzını mı müjdeleyecektir?”[21] sorusunu kendimize sormamış olmamız ciddi bir eksiklik olarak düşünülmelidir.
Söz konusu eksiklik, yaşadığımız günlerde, yani çok boyutlu bir toplumsal krizin içinden geçildiği günlerde, vahametini bugünden kestiremeyeceğimiz olumsuz sonuçları da beraberinde getirebilir. Kriz zamanlarında insanlar, varoluşlarının anlamı ve amacı ile ilgili sözlere daha duyarlı hale gelirler. Bu yüzden kendilerini sıkışmış, dışlanmış, mağdur edilmiş hisseden insanlara, doğuştan edindikleri kimi vasıflar dolayısıyla kainat içerisinde anlamlı ve muteber bir yer önermek, tam da kriz ortamlarında “tutabilecek” bir politika. Bu bağlamda, Türkiye toplumunun oldukça büyük bir kesiminin, son seçimlerde tercihini otoriter bir devlet - toplum ilişkisi, kestirmeden söylersek “Susurluk” lehine kullanmasında, yaşanan krizin ürünü olan derin insanî tedirginlik ve anlam arayışının etkili olduğu hesaba katılmalıdır. Süreyya Tamer Kozaklı’nın belirttiği gibi, bugün Türkiye toplumu, “biz kimiz, ne için varız, nereden geldik, nereye gidiyoruz” gibi sorulara yanıt verme hususunda gerekli kollektif referanslardan yoksun, ya da ortada gezen birçok referans arasında şaşkındır. Toplumun tüm bileşenlerinin yaşadığı değerler bozuşmasının nedeni, “toplumun kendi kaderine hükmetmesine dair ‘daha iyi bir toplum nasıl olur’ sorusu çerçevesinde geliştireceği ütopyacı enerjilerin çözülmüş olmasıdır.”[22] Kısacası,Türkiye toplumu, kendi kaderine egemen olma konusunda özgüvenini önemli ölçüde yitirmiştir.
Bu özgüven bunalımının aşılması için yapılması elzem olan; siyaseti yeniden anlamlandırmak, insanların günlük hayatlarıyla ilişkilendirmek ve “kendi kaderine egemen olma”nın yolu olarak içeriklendirmektir. ÖDP bugüne kadar “siyasetin toplumsallaşması-toplumun siyasallaşması” üzerine çok şey söyledi. Siyasetin profesyonel siyasetçilere bırakılamayacak kadar ciddi bir mesele olduğunu vurguladı. Bu vurgu, ÖDP’nin bizce tanımlayıcı vasıflarından olan, sosyalizmin bugünden yarına inşâsı perspektifine de denk düşüyor. Amaç, hayatın her alanında devlet veya piyasa/kâr mantığının belirlediği ilişki ve birlikte davranma biçimlerini aşarak insanlar arası özgür ve eşitlikçi iletişim ve katılım kanallarını geliştiren birliktelikler yaratmak olmalı. Ancak böylesi birliktelikler insanların, daha doğrusu bizim, yaratıcılığımızı kışkırtabilir, kendimize güven duymamızı sağlayabilir. Bu yolla da kurulmakta olan yeni ve başka bir dünyanın üretken birer parçası olarak tarif edebiliriz kendimizi. Bulunduğumuz her alanda, paraya tahvil edilmeyen ilişki ve davranışları yaşatmak, bunların taşıdığı muhalif potansiyelleri kışkırtmak, diri tutmak gerekiyor. “Parti olmayan parti” ya da “anti-politik parti” de bu anlayışın bir siyasal birliktelik olarak partiye yansımış biçimi değil mi? Bürokratikleşmiş parlamenter demokrasiye, siyasetin profesyonelleşip “sıradan insanlar”dan uzaklaşmasına karşı çıkarak insanların kendi hayatlarıyla ilgili inisyatif almasını hedefleyen bir örgütlenme, biraradalık biçimi olarak “parti olmayan parti”, politik konum ve mevkileri sabitleştiren, profesyonelleşme yaratan siyasal kurumların reddedilmesini içerir. Profesyonel bir seçkinler grubunun ortaya çıkmasını engellemek, bugün mevcut olan profesyoneller ile amatörler arasındaki uçurumu kapatmaya yönelik çabaları da gerektirir. Örneğin “kadın kotası”, partinin pazarlanmasında kullanılacak şık bir ambalajdan ziyade, bu çabanın somutlaşmış ifadelerinden biri olarak düşünülmeli.
Siyasal etkinlik, bundan etkilenecek herkesin kısıtlanmamış, eşit ve özgür katılımlı tartışması vasıtasıyla şekillenmesi olarak tanımlanacaksa eğer, Meral Özbek’e göre, parti içerisinde farklı katılımcıların katılabildiği, her katılanın düşüncelerini eleştiriye açık tuttuğu, muhataplarını gerçekten dinlediği, gündemin belirlenmesine ve tartışmaya katılımın açık olduğu, bir iç hayatın kurulması elzemdir.[23] Parti, basit bir siyasal araç olmanın ötesinde, kendisine katılanların hayatlarını değiştiren, zenginleştiren özgürleştirici bir deneyimdir. Bu bağlamda, insanların siyasî özneler haline gelmesi; kültürde, tutumlarda ve zihniyetlerde özgürleşme, siyasî muarızlar karşısında güç kazanmak kadar önemlidir. Bu anlamıyla parti, doğrudan eylemi öne çıkartarak, aksi takdirde sessiz kalacaklara, sesleri ellerinden alınmış olanlara siyasî bir ses kazandırır. Ufuk Uras’ın hep tekrar ettiği “nasıl bir dünya istiyorsak öyle bir parti yarattık” sözü bütün bu söylenenlerin bir özeti değil mi?
Peki öyleyse “parti olmayan parti”ye yönelik bu tepkinin, küçümsemenin manası ne? Anlaşılan alınan seçim yenilgisi ve seçim sonrasında partide ve genel olarak toplumsal muhalefetin tüm alanlarında yaşanan dağınıklığın bir nedeni olarak görülen; tembellik, lakaytlık, disiplinsizlik, örgütsüzlük olarak anlaşılan “parti olmayan parti” ilkesine fatura ediliyor. Tekrar edelim, aslında çoğu kimsenin bildiği, ya da en azından bilmesi gerektiği gibi “parti olmayan parti” yukarıda saydığımız anlamların hiçbirini içermiyor. Ufuk Uras bu ilkeyi gayet güzel bir biçimde tarif ediyor: “Parti olmayan parti esprisinden muradımız, parti kararlarının merkezileşip karar organlarının hiyerarşik diziliş nedeniyle bir imtiyaz ve avantajının olduğu o geleneksel politika tarzını reddetmektir. Esasında bakarsanız böyle bir politika tarzı da burjuvazinin aristokrasiye karşı oluşturduğu bir parti formudur. Dolayısıyla çalışanların siyasî analizi burjuvaziden devraldığımız formlarla sürdürülemez.”[24]
Zaten, “parti olmayan parti”yi keşfeden ÖDP de değil. Bu yaklaşımı dillendiren ve biraraya gelişlerinin merkezî ilkelerinden biri haline getiren Yeşiller olmuştur. Yeşillerin Kasım 1979’da toplanan kuruluş kongresinde Petra Kelly, “Biz bir anti-parti olacağız” diyerek mevcut bürokratik parti geleneğinin karşısında doğrudan demokrasiye, kendiliğindenliğe, katılımcılığa, canlı ve dinamik biçimlere verilen önemi ifade ediyordu.[25]
“Parti olmayan parti”, siyasal etkinliğin sadece “yıkıcı” yanına vurgu yapmanın yetersizliğinin de örgütsel bir ifadesi. Siyasî iktidarın ele geçirilmesi, devlet aygıtının parçalanması vs. yanında siyasî eylemin “yaratıcı” yanı üzerinde de düşünmek gerekiyor. Aslında geleneksek komünist ve sosyal demokrat/sosyalist partiler, bu ikisinden esas olarak ilkini önemsemişlerdir. İki parti de önce iktidara gelip (elbette bunun nasıl gerçekleşeceği tartışma konusudur) ardından yukarıdan-aşağıya toplumu yeniden şekillendirmeyi hedefliyordu. Bu siyaset anlayışı, halkın siyasete katılımını en alt düzeyde (esas olarak yapıcı, aktif unsur olarak değil; edilgen izleyici/takipçi olarak) tutar. Oysa parti; iktidarı fethe yönelik siyasal bir araç olmanın ötesinde, kendisine katılan insanlar nezdinde yeni ve başka bir hayatın ipuçlarını yaratan ve biraraya getiren bir birliktelik biçimi olarak tanımlanmalı. Yani partinin işlevi, kitleleri ajitasyon ve propaganda yoluyla bir şeyler yapmaya çağırmaktan ibaret olmamalı. Bu kadarı, zaten bugüne değin yaptığımız, yaparken de kifayetsizliğini en azından sezdiğimiz şeyler.
Bahsettiklerimiz “bunlar işin biçimsel tarafı” diyerek geçiştirilebilecek şeyler değil. Çoğu zaman muhalefeti, siyaseti bir içerik olarak düşünürüz. Oysa aslında söylenenler kadar, bunların nasıl söylendiği de önemlidir. Siyaseti aynı zamanda bir biçim olarak da düşünmezsek “farkında olmadan, var olan, hazır bulduğumuz, başka işlevler başka amaçlar içinde vücut bulmuş biçimleri kullanıyoruz. Sorup soruşturmadan, sorgulamadan kendimize malediyoruz. Bu toplumun biçimlerini alıp ‘devrimci’leştiriveriyoruz. Alternatif bir toplumu yalnızca soyut bir öz olarak tasarladığımızdan, var olan ve var olandan güç alan kurumların alternatif versiyonlarını gönül rahatlığıyla türetebiliyoruz.”[26]
Aslında bu “biçim” meselesi, bugün dün olduğundan çok daha fazla hayatiyet arzediyor. Artık var olan, her gün tekrar tekrar ebedî kılınırken, gerçekten farklı olanın idrak edilebilmesi bir hayli güç. Kendisini gündelik hayatımızın her anında tarafsız, nesnel, doğal ve zorunlu olarak ortaya koyan mevcut toplumsal ilişkilerin dışında başka bir şey düşünmek, düşlemek ve hele hele siyasî eylem ve etkinliğimizi bu düşün üzerine bina etme yetilerimiz elimizden büyük ölçüde alınmış durumda. Hal böyle olunca insanların yıllardır siyasî tercihlerini neden daha az kötü olan yönünde kullandıkları, ehven-i şer olanın siyasî ve toplumsal ufkumuz üzerindeki hâkimiyetinin gücü daha anlaşılır hale geliyor.
Unutmamak lâzım, bizim için anlamı ne olursa olsun; demokrasi, eşitlik, adalet gibi tüm kavramların anlamı verili, sabit değildir. Bunlar, ancak belirli bir bağlam içerisinde, farklı söylemsel ögelerle eklemlenerek içerik kazanırlar. Demokrasinin nasıl yeni sağın hegemonik söyleminin bir parçası haline geldiğini hep beraber hayret ederek görüyoruz. Söylediğimiz sözün karşılığını da yaratması, insanların gündelik hayatı içerisinde bir referans noktası halini alması gerekiyor. Yani, kendi sözümüzü devrimci ve özgürlükçü bir bağlam içerisinde yeniden tarif etmemiz, söylediklerimizin başkalarının cephaneliğine gitmemesi için zorunludur. Manasız bir gürültü içerisinde bütün anlam parçaları silinir, kavramlar havada uçuşurken, sözcükleri ancak yere indirerek, elle tutulur, gözle görülür hale getirerek yeniden kazanabiliriz. Var olan bütün ağırlığıyla üstümüze çöker, herkes ve her şey birörnekleşirken, gerçek bir alternatif olarak ortaya çıkmanın yolu; demokrasiyi elle tutulur, özgürlüğü solunur, dayanışmayı görünür kılmaktan geçiyor. Yeni ve başka bir hayatın olabilirliğini bütün somutluğu içerisinde ortaya koyabilmekten geçiyor. Var olanın karşısına bugün, “hemen şimdi” çıkabilmeliyiz. Ancak bu yolla, sosyalizm ahlâki bir tercih olmaktan öteye geçerek nesnel bir imkân halini alabilir.
BİR İHTİMAL DAHA VAR
Demek ki, daha partiyi tanımlarken birtakım çelişkili boyutları, gerilimleri hesaba katmak gerekiyor. Meral Özbek, ÖDP’nin içerisinde taşıdığı ve onu özgün kılan bu gerilimden bahsediyor: “Bir yandan mevcut burjuva kamusallığının üstelik hukuk devleti gibi temel bir ilkesinin yok sayıldığı bir yasal ve politik bağlamda, güçten düşmüş bir parti biçimini seçmek, ama öte yandan bu parlamenter parti politikasının hiyerarşik yapılanmaları ve iktidar oyunları dışında kalarak müdahale ve dönüştürme gücüne sahip geniş bir hareket olmayı istemek.”[27] ÖDP’yi büyük ölçüde var eden parti ve hareket geleneklerinin basit bir aritmetik toplamı değil burada bahsedilen. ÖDP’nin bağrında taşıdığı bu gerilim, alıştığımız ak-kara ikiliklerinin ötesinde bir yönelimi işaret ediyor. Bu bağlamda Ulus Baker, “parti” kavramının Platoncu kavranışına karşı bizi uyarıyor. Ona göre, Platoncu anlayış bakımından “parti”, her şeyden önce bir “idea”dır. Bir idea ise, “kendisinden başka hiçbir şey olmayan şey”dir. “Ben bir anneyim, ama aynı zamanda birisinin kızıyım, hattâ fahişe de olabilirim… Demek ki, ‘anne’ bir idea değildir -ama ‘annelik’ öteki tüm olasılıkları ve kimlikleri dışlayabildiği ölçüde bir ‘idea’dır.”28 Baker için tam da bu dışlayıcılık niteliğinden ötürü “bir idea olarak parti” yaklaşımı tehlikelidir. Bu tehlikeyi görünür kılan şey de bizim, daha çok neticeye ulaştırılması nispeten kolay olan net, açık ve güvenli fikirlerle, kesin ve çelişkisiz olan araçlarla iş görmeye, kestirmeden gitmeye alışkın olmamızdır.
Ancak artık biliyoruz ki, sosyalizme giden kestirme bir yol yok. Sosyalizm üzerinde gitmekte olduğumuz yoldur büyük ölçüde. Bu yolda yaratılanlar, keşfedilenler, öğrenilenlerdir. “Parti olmayan parti” de bu yolda öğrendiklerimizden biridir. Nasıl bir yaşam istiyorsak öyle yaşamamız, öyle düşünüp eylememiz gerektiğini bize hatırlatan güzel bir söz. Kulağa hoş gelen, laf olsun diye söylenmiş bir şey değil. Sosyalizmi, iktidarı zaptettiğimiz bir kızıl şafağa ertelemememiz gerektiğini, yarınların bugünlerden oluştuğunu, bugünler yarınları da içermediği sürece o çok beklediğimiz “yarın”ın anlamını yitireceğini bize hatırlatan bir söz. Öyle ya, “bugün, sınırları bu toplum tarafından çizilmiş bir politikanın iyi uygulayıcıları olup, yarın böylesine dar ve sığ bir politikanın olmadığı bir toplumu nasıl düşleriz?”29 “Parti olmayan parti”, amaçların araçları, araçların amaçları belirlediğini kafamıza dank ettiren bir tabir. Hem öyle kuru bir “ilke”, bir “teorik tespit” de değil. Siyasetin tükenmeye yüz tuttuğu, insanların siyasete külliyen yüz çevirdiği bir ülkede insanları siyasete, kendi hayatlarını yapmaya çağıran bir tavır.
[1] Marx, “Komünistler diğer işçi sınıfı partilerine muhalif ayrı bir parti oluşturmazlar” gibisinden ifadelerinde “parti” terimini kullansa da, John Molyneux’nun belirttiği gibi, “parti” terimini değişik anlamlara gelecek şekilde ele alır: “Olağanüstü geniş ve gevşek Chartist hareket, kendi küçük çalışma grubu ve taraftarları ve genel devrimci dava gibi birbirinden oldukça farklı fenomenleri belirtmek için kullanır.” Molyneux’nun söylediği gibi bu durum, Marx’ın hayatının büyük bölümünde modern anlamıyla siyasal partilerin varolmamasından kaynaklanır. Bkz. John Molyneux, Marksizm ve Parti, Belge Yay., 1991, s. 16-17.
[2] John Keane, Demokrasi ve Sivil Toplum, Ayrıntı Yay., 1994, s. 143
[3] Keane, a.g.e., s. 144.
[4] Bkz. Sarah Benton, “Partinin Çöküşü”, Yeni Zamanlar, Der. Stuart Hall-Martin Jacques, Ayrıntı Yay., 1995, s. 261.
[5] Michels’e göre, “parti oligarşisi”, konumunun sağladığı birtakım iktidar kaynaklarını kullanır. “İktidar kaynaklarından bazıları şunlardır: parti içi muhalifleri susturmak ve önderliğin politikalarına onay verilmesini sağlamak gibi amaçlarla kullanılabilecek olan parti fonları ve enformasyon; toplantı düzenlemek, konuşma yapmak ve makale yazmak gibi sonradan edinilmiş mesleki beceriler; partinin günlük işlerini denetlemek ve istifa ederek, parti örgütünün normal işleyişine ağır bir darbe indirme tehtidinde bulunmak.” Tanıdık geliyor değil mi? Bkz. Keane, a.g.e., s. 145-146.
[6] Michels için bkz. Keane, a.g.e., s. 141-148 ve Alan Swingewood, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Bilim ve Sanat, 1998, s. 222-231.
[7] Türkiye’deki partilerin durumu hakkında bkz. Ömer Laçiner, “Postmodern Post Kavgası”, Birikim 120.
[8] Tanıl Bora, “Zifiri Karanlık Seçimleri”, Birikim 121.
[9] Tanıl Bora, “Anti-politik siyasette yeni bir hamle mi?”, Birikim 114.
[10] Bu arada, “idare tekniği olarak demokrasi” anlayışı bu kadar yaygınken, bir aralar RP saflarında telaffuz edilen “demokrasi bir amaç değil, araçtır” sözü niçin o kadar tepki almıştı anlamak gerçekten güç.
[11] Muhafazakâr demokrasi söyleminin bir eleştirisi için bkz. Ahmet İnsel, “Bitmeyen Demokrasi”, Solu Yeniden Tanımlamak içinde, Birikim Yay., 2000, s. 61-92.
[12] ÖDP içerisinde yer alan “Hareket” isimli grubun kongrede dağıttığı metinden.
[13] “Tepedenci ve tek çizgici, çoğulculuğu ve şeffaflığı içinde barındırmayan, faydacı bir etiğe dayanan yapılanmaların yakın bir zaman içinde esamesinin okunmayacağı ve tedavülden hızla kalkacağını hep birlikte yaşayarak göreceğiz. (…) Asla var olan partiler gibi olmamamız için karşı mekanizmaları yaygınlaştırmak ve derinleştirmek durumundayız.” Ufuk Uras, “Sol Çıkış Arayışında”, ÖDP Söyleşileri, Alan Yay., 1999, s. 9-12.
[14] Ufuk Uras, “Daha Yolun Başındayız”, a.g.e., s. 205.
[15] ÖDP PM Çalışma Raporu, s. 17.
[16] Örneğin “Partinin temel amaçları ve politik stratejisi doğrultusunda militan bir kadro politikası oluşturulmalıdır” diyen “Sosyalist Eylem” grubuna göre söz konusu kadro politikası, “Partili mücadelenin uzun erimli olduğunun bilinciyle, politik ve örgütsel çalışmanın gerektirdiği özveriyi ve yeteneği gösterebilecek, kitleleri devrimci mücadeleye yönlendirebilecek onlara mücadelede öncülük edebilecek bir perspektife dayanmalıdır.” “Sosyalist Politika” ise bu konuda çok daha “açık sözlü”. Buna göre SP, “ÖDP’ni ‘monolitik’ diye nitelenen partilerin yerini alacak tarihsel bir alternatif saymamaktadır. (…) ÖDP’nin çoğulcu yapısını gerekli ve yararlı bulmakta, ancak çoğulcu parti modelini her dönem ve koşul için mutlaklaştırmamaktadır.” Hemen ilave edelim, partide çoğunluk, örgütsel meseleler karşısında henüz bu kadar “net” tavır almış değil. Ancak oluşan hava değişikliği hemen herkesin tavırlarını etkilemiş durumda. Örneğin “Özgürlükçü Sosyalizm” grubu, seçim öncesinde yaşanan kimi gerçekten “ciddi” sorunlar karşısında parti içi demokrasi ve çoğulculuğun yeniden ele alınması gerekliliğinden dem vuruyor. (Alıntılar söz konusu grupların kongre sırasında dağıttığı metinlerden alınmıştır.)
[17] “Parti olmayan parti” anlayışının bazı yönleri, programda şu sözlerle ifade edilmişti: “Parti, iç yaşamında tam açıklığa, üyelerin eşitliği esasına dayanır. Herhangi bir nedenle ayrıcalık tanınamaz. (…) Seçenlerin seçtiklerini her zaman geri çağırma hakkı vardır. Partinin, iç işleyiş ve yaşamında demokrasi esastır. Partide çoğulculuğu farklılıkların meşrûiyetini ve azınlığın haklarını güvence altına alan bir seçim sistemi uygulanır. (…) Parti üyelerinin birey, çevre veya platform olarak tutum ve görüşlerini tüm partiye ve kamuoyuna duyurma hakkı vardır. (…) Kararların uygulanmasına katılmak gönüllülük esasına dayanır. (…) Partide tüm faaliyetler tam bir açıklık içerisinde yürütülür. Tüm parti üye ve örgütlerinin parti çalışmaları ile ilgili olarak zamanında, sürekli ve yeterli bir biçimde bilgilendirilme, bilgiye engelsiz ulaşabilme ve denetleyebilme hakkı vardır.” ÖDP Program ve Tüzük, s. 30-31.
[18] Bu konu hakkında bkz. Ömer Laçiner, “Eskinin Zırhı Yeninin Pırıltısı”, Birikim, 103.
[19] ÖDP I. Olağan Büyük Kongre ve Konferansı Kararları, s. 60-61, Ankara, 3.baskı, Aralık 1997.
[20] Kongre salonunda “Kararlar unutulmak değil uygulanmak için alınır” yazılı bir pankartın olması anlamlıydı.
[21] Kerem Ünüvar - Ahmet Bekmen, “Devam…”, Birikim 121.
[22] Süreyya Tamer Kozaklı, “Türkiye’nin Kendi Kaderini Tayin Hakkı”, Birikim 111-112, s. 70-76. Kozaklı’ya göre bu toplumun içerisinde bulunduğu bu ruh durumunu belirleyen hususlar; toplumun 1960-80 arasında kendi kaderine sahip çıkma yönünde gösterdiği en ciddi girişimin yenilgisinin beraberinde getirdiği sinizm, yeni liberal iktisat mantığının hâkimiyetinin yol açtığı “yanaşmacılık”, Kürt sorunu dolayısıyla serpilen şovenizm ve Türk-İslâm sentezinin yarattığı mana boşluğudur.
[23] Meral Özbek, “Parti ve Kamusal Yaşam Üzerine”, Mürekkep 9, s. 64. Özbek’in belirttiği üzere, bu tarz bir “tartışma” için dört norm öne surer: “1) Her katılımcının konuşmayı başlatma ve sürdürmede eşit hakkı olması. 2) Yorum, öneri ve açıklama yapmada herkesin eşit şansa sahip olması. 3) Herkesin istek, arzu ve duygularını ifade etmede eşit şansı olması. 4) Diyalog sırasında konuşmacıların, normal bağlamlarda fikir ve konumlarını özgürce ortaya koymasını kısıtlayacak olan iktidar ilişkilerini konu etmede özgür olması.”
[24] Ufuk Uras, “Solda Yeni Soluk ÖDP”, a.g.e., s. 47.
[25] Tanıl Bora, Yeşiller ve Sosyalizm, İletişim Yay., 1988, s. 57. Zaten Bora için, “sosyalistlerin Yeşil hareketten çıkarttığı sonuç, ‘doğa kirlenmesine önem vermek lâzım’ gibi naif bir uyarı değil; siyasal mücadelenin öznesi, biçimi ve hedefleri başta olmak üzere, alternatif bir politikanın verilerini tartışan kapsamlı bir eleştiri/özeleştiri idi.” a.g.e., s. 14.
[26] Nurdan Gürbilek, “Muhalefetin Üslubu/Üslubun Muhalefeti”, Akıntıya Karşı Tartışma Dizisi 1, 1985, s. 35.
[27] Meral Özbek, a.g.e., s. 62-63.
[28] Ulus Baker, “Parti mi Hareket mi?”, Birikim, 103, s. 37.
[29] Nurdan Gürbilek, a.g.e., s. 37-38.