Yazmak neye yarayacak hiç bilmiyorum. Belki, orada bulunamamış olanlara, olan biteni merak edenlere duyurmayı istemek dışında, diyorum. Oradaki düşüşü, alçalmayı, katılaşmayı, düşmanlığı, kini, garezi, ucuz kahramanlığı, saldırganlığı, merhametsizliği, küçülmeyi, donukluğu, içimizin boşalmış ve kabuktan ibaret hale gelmiş oluşumuzu, ruhsuzluğu, artık hiçbir davayı taşıyamayacak hale gelmişliğimizi, hoyratlığı, tembelliği, halsizliği, kirlenmişliği, nefreti, kuşkuyu, güvensizliği, paranoyayı, sidik yarışını, regresyonu, histerik eksitasyonları, kakafoniyi, tribün şovunu, yüzeyselliği, küntlüğü, tepişmeyi, pusuya yatıp ötekini yüz üstü bırakma hesaplarını, gözlerimizin önünde “nasıl bir ‘gedik’ açar da, avantaj sağlarım” hinliğini, siyaseti olabilecek en dar çerçeveye hapsederek bir iktidar kavgasına dönüştüren biçare zavallılığımızı, akıl tutulmasını, yapmacıklığı, samimiyetten, sahicilikten, her şeyden uzaklaşmış halimizi... gördükten sonra, diyorum. Yine de yeni başlangıçlar yapmayı, kırılmış içimizi onarmayı umarak, dertleşmeyi, anlatmayı, anlamaya çalışmayı, düşünmeyi, yazmayı sürdürmek iyi gelecek mi bize, hiç bilmiyorum...
Ya da, ardındaki onca tecrübe, tarih, acı ve kayıptan sonra; devrimci/sosyalist hareketin bu ülkedeki birikimine ve şimdiki düzeyine bir bakış; o salonda iki gün boyunca parçası ve tanığı olduğumuz asabiyetten gerilmiş gövdeyi, altüst olmuş, dağılmış, eklemleri oynamış organları, uzuvları da içeren bir bakış olmak zorundaysa... Neresinden bakılsa, hazin bir hikâye bu... İçinizi sadece, öldüresiye acıtır... Ağlamadan yüzleşemezsiniz... Sormaktan ve anlamaya çalışmaktan bıkmamalı o halde.
Bizleri, kendi düşüncelerini ortaya koyarak, ötekini dinleyerek ve anlamaya çalışarak ortak sorunlarımıza ilişkin ortak bir aklı ve iradeyi inşâya ve ilerletmeye çalışmak yerine; her söz alışımızda, sürekli “rakibin” açıklarının, sürçmelerinin, hatalarının izini sürmeye ve sergilemeye, tahrik etmeye yönelten güç nereden kaynaklanıyor? Kendi konumumuzu ve düşünce evrenimizi öteki üzerinden, illâ bir karşıtlık ilişkisi içinde ve ‘savaşın galibi olarak’ ileri sürmeye bizi zorlayan ne?
Ötekinin hiçbir sıkıntısını ve çaresizliğini sezmeye ve hissetmeye izin vermeyen “empati zaafıyla” ne zaman ödeşeceğiz? İnsanca zorlukları, sakarlıkları, zayıflıkları ‘sıradan ve önemsiz’ , onlar karşısında muhafaza edilecek bir hissizliği, analjeziyi, ‘çelik irade’ gösterisini meziyet sayan; gerçekte ise bizleri her geçen gün kaşarlanmış, küçük politika mühendisleri sınıfına dahil eden, insanî çekirdeğini, ruhunu kaybetmiş o politika dünyasında ne işimiz var bizim?
Sol politika dilinin, uzun ölü zamanların ardından, muhataplarında bir aşinalık duygusu uyandırma vasfından, isteğinden, hevesinden uzaklaştığını, gerçek yaşam deneyimleri ve ilişkilerini gözeten bir çerçevede üretilmediğini, kavramlarının var olan olgulara nüfuz etme kapasitesini yitirdiğini, hiçbir çağrışım sürecine yol açamadığını, çağırıcı kuvvetinin azaldığını, dar bir koridora sıkışıp kalmış kuru bir göstergeler topluluğu olarak kendi üstüne kıvrılmaktan enerjisinin boşaldığını... Bunların farkındaydık ve buradan bir çıkış kapısı aralamaya çalıştığımızı sanırken, en nihayetinde birbirimize bile “değmeyen” , hiçbir yakınlık tesis etmeyen bir ucube dile biz ne zaman, hangi saiklerle battık?
Bunca yok etme, yutma fantezisinin, posasını çıkarma arzusunun, biriktirilmiş bunca hınç ve rövanş duygusunun motive ettiği tek-anlamlı, kapalı bir dilden, o sözcük şişkinliğinden ve oyunlarından nasıl bir hayır umuyoruz ki?
Sahi, nasıl tolere edeceğiz bu halimizi? Bundan sonra, belki de utanç duygusunu rehber yaparak kendimize, ne kadarını becerebiliyorsak o kadar utanarak, utancın izini sürerek ancak, başımızı önümüze düşürmeye cesaret ederek bağışlanmayı umabiliriz; hem kendimizin, hem de başkalarının nazarında... Onca birikim, acı, feragat, fedakârlık, kendini veriş, kahramanlık, onca el emeği göz nuru üzerinde tepinelim diye miydi yoksa? Kendimizi bu denli aşağılayarak aslında ne yapmak istiyoruz?
• Bir işaretle -ufacık bir söz bile yok- yüzlercemizin aynı anda, aynı biçimde fikir değiştirmesini...
• Arena tezahüratlarıyla birbirimizin sesini işitilmez kılmayı...
• Hiçbir önergeyi dinlemeyip, ‘liderlere’ bakarak oy kullanmayı...
• Bir önergenin üç-beş kişi arasında dönen bir kulis faaliyeti neticesinde kabulünü futbol sahası jestleriyle kutlamayı...
• En olur önerileri bile ‘farkında olmadan’ reddedişimizi...
• Ucuz, belden aşağı bir retoriğe gönüllüce prim verişimizi...
• Bir, diyelim ki, boks müsabakasında olduğumuzu düşündürten o ‘kahramanca’ söylevleri; hem söylevi çekenin, hem de dinleyenin oracıkta yaşadıkları o gösterişci hazzı...
• Aleyhinde tek bir görüşün ileri sürülmediği -ne tür bir hesapla ama?- önergelerin çoğunluk desteği sağlayamayışını...
Nasıl başa çıkacağız bunlarla, onların tekinsiz anılarıyla ne yapacak, zedelenmiş haysiyetimizi nasıl tamir edeceğiz? Umalım ki, hiç olmazsa, yas tutma yeteneğimizde/kapasitemizde bir eksilme olmamış olsun.
Belki de daha iyisi, bu komediyi, maskeli baloyu, her şeyi bir tül gibi sıkıca sarmış gerçek-dışılık etkisini, her yere bulaşmış ve her yerden sızan sahicilikten uzak oluş duygusunu, herbirini; hepsini birden taşımaya en uygun anlatıya, masala yüklemeli... Belki böylece, o zaman dışılığın sağlayacağı imkânlarla bir seferde ve tümden yaşadıklarımızdan uzaklaşır, bizim başımıza gelmemiş yanılsamasına kapılır, ama olanca rezilliğiyle de görme şansını yakalarız: “... Evvel zaman içinde her nasılsa biraraya gelmiş ilginç bir insan topluluğu yaşarmış. Birbirlerine kıyasıya eziyet eder, baskı yapar, çok acımasız davranırlarmış. Kendi iç örgütlenişlerinde tam bir hiyerarşi ve tahakküm, tam bir eşitsizlik ilişkisi, handiyse bir kast sistemi egemenmiş. Hattâ ‘abiler’ (dilim hâlâ ancak bu kadarına varıyor) denilen özel ve neredeyse zorunlu bir kategori söz konusuymuş. “Abiler doğa-üstü güçlerle donatılmışlar. Şöyle bir doğrulduklarında, galiba rüzgârlarının etkisiyle topluluğun yarısı ayağa fırlarmış. İlginçlik şuradaymış: Zira aynı topluluk iddia edermiş ki; biraraya gelişlerinin amacı insanlık için ‘başka bir hayat’ özlemini dillendirmekmiş...” diye devam eden...
Şu da var: Bizim indimizde siyaset farklı görüşlerin, farklı bakış açılarının aynı anda kapsanma, müzakere edilme, olumsuzlanma, tekrar birleştirilme, sınanma gibi bir dizi hareket içinde doğruların yaratılması faaliyeti değil miydi, aynı zamanda? Kendi iç ilişkilerimizin de tekrar tekrar yeniden tarifinin ve kurulmasının, kendi hakikatimizin yaratılmasının ve ne denli ızdırap verici olursa olsun o hakikatle yüzleşmenin ve uzlaşmanın enerjisini ve motivasyonunu ne verebilir ki başka bize? Bu kongrede iyiden iyiye varlığını duyuran; saf, homojen hale gelme, ‘safralardan’ kurtulma, usandırarak uzaklaştırma, “başımıza tebelleş olmasalar, gitseler de işimize baksak” niyetlerinin ve hevesinin esasında nasıl bir güçsüzlük ve dar görüşlülük belirtisi olduğunu, bizleri öncelikle ahlâk ve inanç bahsinde olmak üzere her düzeyde zayıflatacağını, yol açacağı moral çöküntüsünün etkilerini asla gideremeyeceğimizi, bir bumerang misali bizi vuracağını hâlâ anlamıyoruz, pes doğrusu...
Eğer bu kongre, en sonunda her birimizde gruplar meselesine ilişkin ortak ve toplu bir merak ve ilgi uyandırmaya vesile olabilirse yine de şanslı saymalıyız kendimizi. Bugüne değin, esasen politikanın terimleriyle ve tarih bilgisiyle kapsamaya çalıştığımız o meselenin, iyiden iyiye patlamış bütün belirtileriyle (semptom) aynı zamanda psikolojinin konusu olduğuna dikkatimizi çekebilirse... Şahit olduklarımız, söz konusu grupların ideolojik dayanakları ve gerekçeleri olduğu iddiası ve vehmini tümüyle terk etmemize yol açabilirse... Kimlik, aidiyet, bağlanma, kişisel sınırlar, güven duygusu, benlik değeri, ihtiraslar ve idealler, özdeşim, ego gücü, ayrılma/bireyleşme, büyüme/olgunlaşmaya ait bir dizi temel ihtiyaç ve çatışmaya ilişkin içgörümüzde bir genişlemeye neden olabilirse...
Umabileceğimiz nedir psikolojiyle bakmaktan? Belki ilişkilerimizdeki ve tepkilerimizdeki, zaman zaman içimizde uyandırdığı yabancılık duygusuyla zaten aşina olduğumuz, bir ‘irrasyonel’ boyutun varlığına çekebilir dikkatimizi. Bazen sanki kör bir zorunluluğa tâbiymişçesine yaşadığımızı sezdiğimiz hayatımızın taşıdığı özgürleşme potansiyellerinden haberdar edebilir bizi. Mecburen yapamadıklarımızı ve kendimizi yapmak zorunda hissettiklerimizi belki, biraz daha yakından anlamamızı sağlar. Belki ‘yüksek’ ilkelerin ve amaçların ağırlığına ezdirmeye hemencecik teşne olduğumuz öznelliğimizin, kişiselliğimizin bütün veçheleriyle alanını ve rolünü keşfetmemize vesile olur. Kişisel beklentilerimizin, isteklerimizin, ihtiyaçlarımızın nerede, nereye kadar etkili olduğunu; grup dinamikleriyle o kişisel dinamiklerin hangi kesişme, örtüşme, birbirini kuvvetlendirme, ikame etme, dışlama noktalarına sahip olduklarını görmemize yarar belki de. Belki tarihsel, ideolojik, toplumsal bakış açılarında bir zenginleşmenin yolunu açabilir.
Değişik yönlerden hareketle bir grup oluşumuna katılan faktörler nelerdir? Nedir bir grup? Grubu tanımlayan öncelikle onun sınırlarıdır. Sınır aracılığıyla grup mensuplarının içerilme ve dışlanma ölçütleri tayin edilir ve söz konusu grup diğerlerinden ayrılır. Sınır başlangıçta henüz herhangi bir biçim edinmemiş bir insanlar topluluğunu kuşatır. Giderek o insanlar arasında kurulan bağlar gruba bir matris karakteri kazandırır. İlksel olarak bir boşluk, bir sessizlik, bir manasızlıkla malûl o matris tam da bu özellikleri sebebiyle, her türlü zihinsel içerik için kapsayıcı bir işlev görür ve hızla söz konusu grup uzamının anlamlandırılması süreci başlar. Bu aynı zamanda grubun insan-üstü niteliklerle donatılması çabasının işlemeye başlaması demektir. Grup matrisinin bu kapsayıcı olma, içerme işlevi grubu aynı zamanda içsel nesneler ve ilişkili duygular (esasen anne, baba, bakımımızı üstlenmiş diğer kişiler ve kardeşlerin psikanalitik literatürde nesne -object- kavramıyla düşünüldüğünü, onların iç dünyamızdaki temsilcilerine, zihinsel temsilcilerine de içsel nesne dendiğini hatırlayarak) için bir depo haline getirir. Bu belki de, grubun dışından bakıldığında, çoğu zaman temelsiz, dayanaksız, kolay anlaşılmaz gibi görünen grup-içi bağların, grup mensuplarının biraradalığının, grup-içi yapışkanlığın gücünü ve enerjisini sağlayan kaynaklardan, onu anlama imkânlarımızdan birisi. Grup varlığını ve bütünlüğünü her koşulda mümkün kılan ve sürdüren belki de, grubun temel bir ihtiyacımızdan köken alıyor ve zihnimizin aslî bir işleyiş mekanizması (insan yavrusunun büyümesi; içe-alımlar, özdeşimler ve dışa-yansıtmalar silsilesidir biraz da) için uygun bir vasat sunuyor olmasında. Grup kalıbının gelişimsel olarak ‘annenin kucaklayan, tutan, sakınan kolları’ deneyimine göre/benzer şekillenmesini de; hayatımızın değişik evrelerinde farklı tonlar alsa da, bazı özellikleri hep aynı kalan bir maceranın ‘aktörleri’ oluşumuz belirliyor olmalı... Hayatımızın ilk aylarında, bizim için, henüz bizden ayrı, bağımsız varlığı olan ‘bütünsel’ bir annenin bulunmadığı, onu tam/bütün haliyle bilmediğimiz/algılamadığımız koşullarda güçlü duygularımız daima; kısmî-nesne olma özelliğiyle annenin memesine, kucağına yöneliyor ve biz o deneyimden öğreniyoruz. Başka bir şansımız da yok zaten. Bir anneden, ama bir anneye de doğuyoruz. Saksıdaki çiçeğin bütün evreninin saksıdaki toprak olması misali, bütün evrenimiz annenin kucağındayken ya da ondan mahrûm edildiğimizde yaşadıklarımızla kuruluyor. Dolayısıyla, benzer bir früstrasyon ya da doyum yaşantısının vuku bulduğu her ilişkiye ve duruma aynı duyguları transfer etmek, kaçamayacağımız bir yazgı olarak hep peşimizden gelecek. Daha özgül olarak şu: İlk aylarda bebeğin gözünde/deneyiminde, anneyle birlikte oluşturdukları simbiyotik çember hem bebeğin kendi sınırlarının yokluğunu, hem de omnipotent (kadir-i mutlak) olma halini imler. Bu yüzden grup sınırı, mensuplarının bilinçdışında ego sınırları ve omnipotensle eşitlenir. Yine aynı nedenle bir grup, önümüzde, bireyleşme/ayrılmaya izin ve olanak tanımayan, talebi daima aynı simbiyosiz için yaratan, ama aynı zamanda ‘sıcak, yumuşak, sonsuz karnıyla’ tam bir memnuniyet, güvende oluş, eksiksizlik ve kusursuzluk (ya da eksik ve kusurlarımızın giderileceği) vaadi sunan bir mecranın açılmasıdır. Ya da, bir istek duyduğumuzda, bir gruba katılma, ait olma vb., aslında anksiyete doğurucu şeylerden kaçınma çabası yok mudur orada...
Biraz daha ilerleterek söyleyelim: Bir bakıma kişiliğin içe-alınmış bir toplumsal sistem olmasına benzer biçimde grup da içsel nesnelerin dışa-yansıtılması, dışsallaştırılmasıdır. Grup matrisine yönelik bu dışsallaştırmalar mevcut kurallar ve ihtiyaçlar düzeninde bir değişikliğe yol açar, toplumsal ögelerle kişisel zihin-içi ögeler arasında karşılıklı bir etkileşimin koşulları belirir. Böylece grubun içinde kurulan iletişim kanalları yoluyla daha ileri ayrışmaların zemini oluşur. Tedricen grup da dışsallaştırmalar olarak içine konulmuş şeylerden müteşekkil bir nesne olarak algılanır. Mensupları, grup sanki bir rüya imgesi ya da tanıdık bir şahsiyetmişçesine tepkiler verir hale gelir. Gruplarıyla artık belirli bir nesne ilişkisi içindedirler, ama aynı zamanda grubun da ta kendisi olduklarından, söz konusu nesne ilişkisi narsisistik bir mahiyettedir.
Bazen gruba tâbi olma ve isyan etme uçları arasında gider geliriz. Çağdaş giysileri içindeki oidipus-öncesi anne karşısında gibiyizdir. Kestirilemez ve muğlak bir güç olarak grup o katı anne imgesini ve karşısında dolayısıyla duyduğumuz narsisistik korkuyu uyandırır. Grubun ve üyelerinin diğerleri karşısındaki paranoid endişelerini, korkularını yaratan şeyi sorduğumuzda; grubun çoklu nesne barındırdığını bu haliyle muhayyel bir aileyle kıyaslanabileceğini düşünmeliyiz. ‘İyi’ ebeveynler, özellikle ‘iyi’ baba ve onun koruduğu ‘iyi’ anne liderlik makamı olarak yeniden kurgulanırken; grubun norm ve ideallerini temsil etme katına yükseltilirler. Bu, ‘kötü’ ebeveynler ve kötülük görme beklentisi karşısında grup değerlerini savunmayı mecburi kılar.
Grubun, grup hayatının gerçekliği, bir ve önemli ölçüde zihinsel bir yapı olarak kurulduğundan, bu yüzden daima problemlidir. Fantezi nesneleri bir yanda, grup hayatının ve dinamiklerinin aktüel gerçekliği diğer yanda, birlikte grubun epistemolojisi için asıl olduğundan... Anne-grup hakkında söz aldığımızda; kollektif bir fantezi yaşamına, paylaşılmış yanılsamalara ve inanışlara göndermede bulunuyoruz. Keza, bir fiilî ilişkiler ağına, bir toplumsal sisteme... Anneye arketipal bir akrabalık sembolü olarak değer biçmesine, ve o sembolü grubun yapısı olarak yüceltmesine de...
Asıl şu soruyu sormalıyız kendimize: İnsan en önemli boyutuyla neden ütopiktir? Bizim ütopyamıza ne oldu? Ütopyacı enerjimiz neden tükenme noktasında? Ütopyacı söylemin aşağılandığı, horlandığı bu kervanda bizim işimiz ne? Muhayyilesinden kopmuş bir sol ne içindir? “Hayatta kalma ve yeniden doğuş, ölümün yok edilmesi arzusu, bir başka yaşam özlemi, ütopyayı güç zamanlarda canlı tutmayı başaran en inatçı itkilerden olmuştur daima. (...) Bir özgürleşme ve kurtuluş anlatısı olarak tarih her zaman bir geleceğe, Blochcu bir ‘henüz değil’e işaret eder. (...) Belki de şimdi gelecek karşısında ütopyacı enerjilerin tükenişi olarak gördüğümüz şey, ütopyacı imgelemin kendi zamansal düzeni içinde, gelecekçi kutbundan anımsama kutbuna doğru kaymasının sonucudur yalnızca; radikal bir dönüm noktası anlamında değil, bir vurgu değişimi anlamında” (Andreas Huyssen, Alacakaranlık Anıları, s. 115).
Belki de ütopyamıza dönmenin tam zamanıdır... O kaynağa dönüşün sağlayacağı kapasite ve ufuk derinliğiyle sorunları yeniden görmenin zamanıdır... Belki de bugün ÖDP’de gruplar, kimlik vb. meseleleri olarak zuhur eden karmaşanın arkaplanındaki devasa eksiklik/boşluk; hiçbir hazırlığına sahip olmadığımız bambaşka bir gündeme işaret ediyor: Temsil ve iktidara ilişkin bütün sorunların geçersiz kalacağı, özne/nesne ayrımının silinerek ve yabancılaşmanın bütün tezahürleriyle aşılarak insan özünün kendisiyle özdeş hale geleceği, iktidarın yokluğu ölçüsünde topluluğun ortak işlerinin hallinin bizzat topluluğun bakış açısıyla özdeşleşmiş faillerce yerine getirileceği bir ütopyanın imkânları ve imkânsızlıklarıdır belki de karşımızda duran. Yaşadığımız sıkıntının ve güçlüklerin asıl kaynağı tam da budur: Çaresizce o ütopyanın ağırlığını, ama hafifliğini de, taşıdığımızı bilmemizle ilgilidir... O ütopyayı, ona kazandıracağımız somut varlıklar ve bulacağımız karşılıklarla temellük edememeye aittir... Birbirimizden beklentimiz ve birbirimize tahammülsüzlüğümüz, karşısında kendimizi yetersiz hisettiğimiz bu ‘dava’yla ilgilidir belki... Birarada durmamızı sağlayan derin sezgi, bilinç buradan neşet ediyor belki... Belki de birarada duruyor olmanın biricik avantajını ve bize sunduğu imkânı artık biliyoruz... Belki şimdiki hayatın mecburiyetleri konsolide olmayı, hızla güç toplamamıza yarayacak adımları atmamızı, yekpare olmamızı, ‘fazlalıklarımızdan’, ‘yüklerimizden’ kurtulmayı emrediyor... Ama biliyoruz değil mi: O mecburiyetlere bağlanarak, ‘arınarak’, ‘ayak bağlarımızdan’ kurtularak, ‘safra atarak’, sabırsızlanarak, konjonktür politikası güderek üstesinden geleceğimiz, başaracağımız şey, asla istediğimiz ve özlediğimiz şey olmayacak...