Ölmeye Yazan Kadınlar

8 Mart dünya Kadınlar Günü geldi ve geçti. Yine kutladık...

(...)

Ama ne kadar kocaman sözcükler bunlar. Dünya! Kadın! Zaman, insana sözcüklerin ne kocaman olduğunu gösteriyor; öğrendikçe, anlamlar korkunç derecede büyüyor. İnsan artık öyle kolayca konuşamıyor; iyi bir şey bu. Çok iyi bir şey!

Dünya Kadınlar Günü! Haklardan, ödevlerden söz edildi yine, yapmaktan, almaktan, aşmaktan... Her bir cümle topluluğa hitaben kuruldu, topluluklara ilişkindi. Cümleler kalabalıkları kapsamak için kısaldı. Topluluğa ilişkin ve hitaben olan bütün konuşmalar gibi kalın kalın oldu her şey, biraz kaba kaba. Bütün dertler, başkalarına iletilebilsin diye basitleştirildi; çözümler için küçük sivri cümleler kuruldu. Kalabalıkların dahil olduğu her şeyde olduğu gibi ihtimam ve sessizlik eksildi.

Oysa, bu 8 Mart için ben başka bir plan yaptım. Topluluklara söylenemeyecek, belki de zaten hiç söylenemeyecek bir şeyden söz etmeyi çekti canım. Yazarak ölen, yazıya ölen kadınlardan; ölmeye yazan. Kimsenin “tanımadığı” o azınlıktan... Diyelim ki, Tezer Özlü’den, diyelim ki Sylvia Plath’dan, diyelim ki Sevim Burak’tan, birkaç çekince koyarak Nilgün Marmara’dan... Diyelim ki, kanayan kadın yazısından, dilinden, dilsizliğinden... Bunları anmak istiyor benim canım bu sefer. Kocaman cümlelerin kurulduğu Dünya Kadınlar Günü’nde, kenarda durup, uzun uzun cümleler kurarak, susarak, derinleşerek, sorarak, emin olmayarak, kararlı olmayarak, yani bütün diğer kocaman cümlelerin tavırlarını takınmayarak bu kadınlar üzerine konuşasım var. Bu bir törendir, ölmeye yazan kadınları (kişisel) anma törenidir! 8 Mart Dünya Kadınlar Günü bu sefer de böyle kutlu olsun!

OKUMALI KARIŞTIRMALI BİR TÖREN

Bazı kitapları, bazı yazarları okurken küçük törenler düzenlemek gerektir. Mesela, Sait Faik için ben limonlu çay hazırlamayı, temiz, küçük bir kül tablasını düzgünce çayın yanına koymayı, güzel kokan giysiler giymeyi ve aydınlık bir pencerenin yanına oturmayı tercih ederim. Diyelim ki, Ursula LeGuin okurken etrafta bir sürü nesne olmalıdır, içeride de kırmızımsı bir ışık bulunmalıdır ve insan ayaklarını uzatmalıdır. Oysa Dostoyevski okurken, mümkünse biraz rahatsız bir şekilde oturup, bir tepe ışığı edinmek daha iyi olabilir. Etraftaki her şey karanlık, sadece kitabın sayfaları aydınlık olmalıdır. Bunların nedenleri uzun uzun açıklanabilir, ama açıklanmayacak. Çünkü, nasılsa sizin de bazen farkına bile varmadan yaptığınız küçük törenleriniz vardır mutlaka kitapların etrafında kurduğunuz. Nasılsa siz de bilirsiniz... Ve bu gereklidir, sevilen her kitap için küçük ve tadı arttırıcı törenler düzenlenmelidir. Ama sıra onlara gelince, yazarak ölen kadınlardan söz ediyorsak; törenler, ne bu kadar sevimli ne de bu kadar kolaydır. İçimizde acıklı bir şenlik düzenlememiz gerekir; şen ve acıklı bir şenlik. Sonunda dilin zehriyle ölecek kadınların cümlelerini okumak için bir “iç” tören.

ÖLÜ KADINLARI OKURKEN

“Bu kadınlar neden hep kendilerini anlatıyor?”

Bu, genellikle “erkek” ya da “erkekçi” okurların koyduğu ve müthiş zekice buldukları teşhistir: Kadınlar kendilerini anlatmaktan başka bir şey yapamıyorlar! Öncelikle, oldukça karmaşık olan bu teşhisin zekâ düzeyini takdir etmek gerek. “Ben” diye başlayan, “ben” diye biten metinde yazarın kendinden bahsettiğini anlamak hakikaten meşakkatli bir iş. Buna ek olarak, “kendini anlatmayan kadınlar da var” diyesim hiç yok, çünkü mesele o değil. Mesele, hakikaten herhangi bir yargı sahibi olmadan söz konusu kadınların neden kendilerini anlattıklarını, başka hikâyeler, romanlar yazmayı neden seçmediklerini merak etmek. İşte tam bunu merak edecek olduğunuzda tesadüfe bakınız ki...

Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabının arka kapağında Tezer Özlü için “Edebiyatımızın gamlı prensesi” denmiş. Acaba Tezer Özlü, kendisi için bunun dendiğini biliyor mu? Bence bilmiyordur. Bilse... Neyse, mesele de bu değil zaten. Ben biliyorum ya... Ben kızıyorum ya, bu konuşmaya yeter. Bir kabul var o sıfatta, bir değişmezlik, bir tür “Biz seni böyle tanırız, severiz; gerisini de sormayız” cümlesi saklı.

Köyün delisi olmak bir tür değişmez bir durum, bir çeşit meslek gibidir. O adam/kadın; o, köyün delisidir, bir tür sosyal statü. Kimse iyileşsin diye bir şey yapmaz, kimileri sever, kimileri nefret eder, ama o köyün delisi odur işte. Deliliği etrafında bir sürü hikâye uydurulur, ama gerçek nedeni aramak diye bir uğraşı yoktur. Çünkü o delidir, köyün delisi. Köyün gamlısı, gamlı prensesi, edebiyatımızın gamlı prensesi. İlişmeyin, o köyümüzün gamlı prensesi!

Kadın olmasıyla bir ilgisi var mıdır bunun? Oğuz Atay’a edebiyatımızın gamlı prensi denmediğine göre vardır. Altında “ayrımcılık” aramak için değil, ama kadın olmanın böyle dokunulmaz ya da dokunulmaz ilan edilmiş bir yanı var galiba. Tezer Özlü sarışın olmasaydı, mesela bu prensesliğe “layık” görülür müydü? Ya da güzel olmasaydı? Ya bu prenseslik, üstelik gamın, acının prensesi olmak. Sen artık bu acı ülkesinin başısın, ülkeni terk edemezsin ve sakın gülme; çünkü, biz seni böyle sevdik.

Her ne kadar “kadın yazarlar sadece kendilerini anlatıyor” deseler de kadının içsel acısı, bir kadının acı çekişi galiba erkek dünyası için hâlâ seyirlik malzeme. Tıpkı doğum acısını merak ettikleri gibi merak ediyorlar bunu da, edinmeye, bölüp parçalayarak kendi yarattıkları büyüyü bozmaya çalışıyorlar. Bir diğer yanda da prenseslik payeleri veriliyor, ya da tıpkı Nilgün Marmara’ya yapıldığı gibi alkışlaşıp “enteresanlık”, “mahvedici kadınlık” madalyalarıyla kutsuyorlar! Erkeğin girmeye çabaladığı içte, kadının içindeki köksüz, tedavi edilemez acısı, erkekçi, meşrûiyet aşığı düz kafalar için her zaman bir mistifikasyon; şiirsel bir “malzeme”!

Ya prensesin hali? Hiç de istemediği iç acılarına verilen payeler ve tutulan alkışlar... Bunlar daha beter etmez mi insanı? İç kanama geçiren bir insana hayranlıklarınızı dile getirmek geçer mi aklınızdan? Pek bir farkı yok söz konusu kanamanın da... Tezer Özlü diyelim ki, temiz, duru bir şeylere, herhangi bir şeylere olan samimi isteğini dile getiriyorsa, bu karmaşık içi, hiç katlanamadığı acıları ne diye yüceltsin? Bir kadın sırf o acılar geçsin diye, o nasıl bir içse, ona katlanabilmek için yazarken, yazının kazıları sırasında çıkan iltihabın alınıp kutsal yağ ilân edilmesi... Burada tuhaf bir şaka yok mu? Bir kadın ölmeye doğru yazıyor. Sonra biz yazdıklarını okuyup pek beğeniyoruz, aman ne seviyoruz ne seviyoruz. “Buyrun” diyoruz, “Siz bizim çekemediğimiz acılarınızla, hepimiz için deştiğiniz iç meselelerde prensesliğe oturun! Çok teşekkür ederiz. Biz şimdi hayata, o gündelik ve kaba hayata dönüyoruz. Ama siz, lütfen oturup bizim için ölün. Çünkü siz ölürken pek güzel yazıyorsunuz; çok akıcı, müthiş şiirsel!” Acıyla yazan güzel kadınların hayatlarının bir kısmında abartılı anlatılmış olsa da böyle bir tavırla karşılaştığını sanıyorum. Ne kadar gizlenmiş olsa da; aslında ölüm gösterisi başladığında edilen cümleler bunlar.

DENİZ ÖTESİNDE KARANLIK BİR KADIN

Hemen burada Sylvia Plath’a da koşmak isterim. “Katil kim?” başlıklı ertelediğim, yazmamaya çalıştığım bir yazı var. Sırf haddimi aşmayayım diye üstü örtülmüş bir yazı, yayına hazırlanmamış. Yazının meselesi de Sylvia Plath ile Ted Hughes’un evlilikleri ve yazı üzerindeki gizli savaşları idi. Hemen ortasından söyleyeyim:

Eşi beyefendi “İngiltere’nin resmî şairi” ilan edilirken (bir şair için daha büyük bir utanç tasavvur edemiyorum) yanındaki kadın hakikaten yazıyorsa, ölür. İçi olan bir kadın yazıyorsa demeliyim belki de, hem de kocaman içi. Üstelik tuhaflığa bakınız ki adam, kadın öldükten sonra oturup, yıllarca yazıp, kadınla olan ilişkisini bir manzum eser halinde kaleme alıyor. Ve sonunda çıkan cümle ne? “Ben haklıydım, o deliydi.” Aynı adam, kadının ölüme yolculuğunu anlattığı günlüklerini oturup yayına hazırlıyor. Bu fazlasıyla “hazırlanmış” günlükte iki sayfada bir köşeli parantezler içinde üç noktalar görüyorsunuz. Büyük şair, güzel insan, bu kesintileri belki de “koca sansürlerini”, “Çocuklarım için zararlı, zaten sizin de işinize yaramaz” gibisinden cümlelerle açıklıyor. Bir insana öldükten sonra bu kadar büyük kazık atılır mı? Haydi kişisel bölümünü geçelim, yazıya böyle büyük bir kazık atılır mı? “Ben onun yazdıklarının tanrısıyım, yargıcıyım.”

Elbette burada cevap zaten sorunun, bir temel ayrımı oluşturan şeyin ta kendisi:

Bazıları yazıyı temiz ve güzel bir şey sanıyor; onların yazarken kanı akmıyor. Kan akıtan bir şey zarar verici gelebiliyor onlara ya da işe yaramaz. “Resmî şairlik” diye bir şeyi kabul edebilen Ted Hughes gibileri için yazmanın gönül’den başka şeylerle ilgisi olmalı.

Şimdi dönelim “Bu kadınlar neden hep kendilerini yazıyor?” sorusuna. Bu kadar övülen ve bu kadar yerilen bir şeyiniz olsa, siz de dönüp ona bakardınız. Quasimodo’nun kamburu, Cyrano de Bergerac’ın burnu... Acıtan yerinizi, bütün dünyanın saçma hikâyelerini bastıran yaranızı yazarsınız.

SOPAYLA DÜRTÜKLENMEK

İnsanlar farklı olana karşı her zaman acayip davranışlar sergilerler. Genellikle her şey dürtükleyerek başlar. Acayip bir “şey” gören insanlar, öncelikle bir çomak yardımıyla bu “şey”i dürtükleyerek ne yapacağını anlamaya çalışırlar. Sonra zarar vermeyeceğini anladıklarında, dokunurlar. Tedirginlikleri, bu “şey”in tamamen zararsız olduğunu anladıklarında geçer ve bundan sonra ilk yaptıkları hareket “şey”in boğazını sıkmak olur; kendilerince, acı vermeyen bu şeyin acı duyup duymadığını merak ederler. En ilkel yöntem budur. Bazıları da Ted Hughes gibi bilimsel bir kafaya sahiptir. Bu şey ile evlenip şey’i uzun uzun izlemeyi, acı denemelerini uzun uzun yapmayı tercih edebilir. Ya da insanlar toplaşıp bu şey’e, anlamadıkları ve takdir ettikleri, acılar çeken bu şey’e, bir isim takmaya karar verirler:

Edebiyatımızın gamlı prensesi!

Gerçek yalnızlık işte budur! İşte anlaşılmamak budur!

Anlaşılmamak ve yalnızlık... Kadın, kadınlar, aslında ortada anlaşılmayacak hiçbir şeyin olmadığını, acıların dinmesini istediğini, yalnızlığı hiç sevmediğini anlatmak için yazar. Bunu o en doğrudan çocuk diliyle söyler ki, anlaşılsın diye. Oysa bu dil, artık günümüzde unutulduğundan, bu şeyin nasıl bir şey olduğunu bıkıp usanmadan anlamaya çalışan topluluk için bambaşka bir sorun daha doğar...

BU KADINLAR NEDEN KARIŞIK YAZIYOR?

Kadın dili meselesi biraz sündürülmüş bir mesele olduğu için konuya hiç kadın dili bakımında bakasım yok. Daha ziyade, yeni bir şey söylemek isterim: İç dil. Hattâ “karın dili” demek isterim. Daha içeriden, gönülden ya da karından geçerken alınıp hemen sıcak ve kanlı kanlı dışarı çıkarılmış dil. Rica ederim akla “bilinçakışı” gelmesin, o tasarlanmış, aklı olan bir başka şeydir. Benim söz ettiğim, akılsız, su gibi akılsız bir dil. Su gibi akılsız, ciğer gibi akılsız, toprak gibi akılsız, bebek gibi akılsız... Her bir kadın, sözü geçen her bir kadın böyle bir dil için bir girişimdir. Kanaatimce söz konusu kadınlar arasında bu konuda en cesur girişimi yapan da Sevim Burak’tır. Bakınız Yanık Saraylar.

Yazı akıp giderken, durup dururken harflerin puntosu büyür. Sevim Burak’ın giriştiği şey, “enteresanlık” değil, içinden geçmekte olan dili olabildiğince çok imkân kullanarak, içinden çıkardığı gibi tutup avuçlarının içinde, başka hiçbir şey katmadan ve soğumadan okumakta olanın avucuna bırakmaktır. Tıpkı annelerin yemek soğumasın diye gösterdikleri şefkatli ve ısrarcı telaş gibi bir şeydir bu. “Söz soğumasın, anlayıverin çabuk!”

Örneğin bana sorarsanız zavallı Sylvia Plath’ın en büyük derdi, bu karnından gelen dili gidip abuk sabuk Amerikalı akademisyen saçmalıklarıyla bozmasıdır. Ömrü boyunca bir tür olması gereken, yapması gereken, onaylanması gereken, yetiştirmesi gereken şeylerle uğraşadurduğu için yapabileceklerinden çok daha azını yapmak zorunda kalmıştır. Ted Hughes’un onun için yazdığı Doğum Günü Mektupları ve Plath’ın güncesini aynı anda, karşılaştırarak okuduğunuzda göreceksiniz: Bir kadının dilinin öldüğü, öldürüldüğü, polisiye bir gerilim gibi ilerliyor Plath’ın yazı hayatı. Üstelik en sonunda da biri çıkıp, üstelik üşenmeden, bir manzum eser vücuda getirip, “Olanlar tamamen kendi sorumluluğudur, ben elimden geleni yaptım” diyor.

YA GÜZELLİK, O BÜYÜK SIKICILIK...

Gözler, özensiz, aç gözler. Söz konusu kadınların neredeyse hepsi çok güzel. Güzellik, bakılmaktır. Başka bir ölçüt getirmeye de gerek yoktur. Bu kadınlar, bakılan kadınlardır. Salyangoz kadınlar, bakışlarla didiklenip karnının içine dönen, karnını karnından anlatan kadınlar. Ne berbat şeydir bakan gözler yüzünden karnına dönmek. Güzellik bir armağan değil, bir ceza gibidir artık. Kadının ne kadar ilginç olduğunu gören gözler, onu güzel bulduklarında, onun ilgisini çekebilmek için kendilerine baktırmaya da çalışırlar ki, asıl sıkıcı olan bölüm burada başlar.

İçindeki yara görünmez kadının, güzelliği görünür. Güzellik içerideki yarayla orantılı değildir, uyumlu değildir. Güzellik size başka bir hayat sunar. Çok daha gündelik, çok daha hafif. Oysa içerideki yara bambaşka bir hayat talep etmektedir. Daha sakin bir hayat. Hakikaten, yazan güzel kadınların böyle de bir şeyle uğraşması gerekebilir; birbiriyle uyumsuz iki hayat kompozisyonunu aynı anda yazmaları gerekir. Yazı yazan hiçbir erkeğin böyle bir problemi olduğunu sanmıyorum. En yakışıklısından Paul Auster’in bile...

Güzellik hareket etmeyi engeller. Diyelim ki daha az bakılası kadınlar birçok şeyi yapabilirken güzel olan kadınlar, sırf etraflarındaki talep ve saldırı bolluğundan dolayı daha çekinceli davranmak zorundadır. Şimdi dönelim yeniden ilk soruya: Bu kadınlar neden hep kendilerini yazıyorlar? Çünkü yazabilecekleri şeylere kafalarını kaldırıp bakamıyorlar, bakışlarla karşılaşmamak için. Hareket edemiyorlar, yazabilecek bir şeyler görmek için. Burada anlatılan her şey mecazidir elbette.

YARALI MANOLYALARIN SONU

Bu kadınlar bir gün, hepsi bir gün mutlaka yazarak ve erkenden ölüyorlar. Daha fazlasına katlanamadıkları için elbette. Bütün bu anlatılanlardan çok daha fazlası var, onlara katlanamayarak, kendilerine fazla gelen hayatı sonlandırıyorlar. Sonra biz onların yazdıklarını okuyup aman ne seviyoruz ne seviyoruz. İçlerinden terbiyesizce edebiyatlar çıkarıyoruz. Haklarını teslim ediyoruz. Aman ne iyi yapıyoruz, ne iyi yapıyoruz.

Onlara bütün çektirilenler için şimdi işte, bu 8 Mart’ta küçük bir tören öneriyorum. Her bir evde, her bir odada gerçekleştirilecek, sessiz sedasız, kimsenin haberi olmayacak, hiçbir kocaman cümlenin edilemeyeceği, genellikle susulacak, okunacak bir tören. Yazmaya ölen kadınlar için bir tür karanlık iç şenlik.

Şimdi gidip bir Tezer Özlü, bir Sevim Burak, bir Sylvia Plath alınız. Ve güzel, titrek, yaralı manolyaların kitaplarını okuyunuz. Sayfa sayfa karıştırıp, burada anlatılmaya çalışanların izlerini arayınız. Fakat asla unutmayınız. Manolya öyle bir çiçektir ki, dokunduğunuzda solar; geri dönüşü yoktur. Vazoya konulup seyrine bakılmaz, saklanmaz ve hediye edilemez. İhtimam ve dikkat, eğer söz konusu olan manolya ise, zorunludur. Bu 8 Mart da böyle kutlu olsun!