1990’lar toplumsal ayrışmaların, parçalanma ve uçurumların daha aşikâr hale geldiği yıllar oldu. Bir yanda az sayıdaki ‘tüketim estetleri’,[1] diğer yanda kalabalık bir ‘dışlanmışlar’ ordusu. Her ikisi de neo-liberal ekonomi politikalarının hayata geçirilmesinin ürünleri de olsa yansıtılış ve haklılaştırılış biçimleri açısından sürecin kendisini gözlerden saklamanın öznesi ve nesnesi oldular. Tehditin gerçek zemini yaratılan negatif temsiliyetle yerinden edilerek ‘dışlanmışların’ hanesine yazıldı.
Başlangıcını 1980’e tarihlediğimiz dönüşüm sürecinin toplumsal olarak ürettiği ‘dışlanmışlar’, kültürel olarak 1990’larla birlikte çok ‘net’ bir ifadeyle ‘varoşlular’ biçiminde tanımlanmaya başlandı. Tehditin kaynağı olarak sürekli onlara gönderme yapılıyordu. 1990’ların ortalarına kadar daha seyrek, ancak özellikle 1996 1 Mayıs’ından sonra neredeyse her fırsatta ‘varoş’ ve ‘varoşlu’ ifadeleri gündeme getirildi. ‘Tüketim estetleri’nin korunaklı kalelerine çekilmesinin müsebbibi, ‘önce kentleri, sonra kültürü, şimdi de Türkiye’yi ele geçirenler’[2] olarak varoşlular ilân edildi. Gerçekte neresiydi ‘varoş’, kimlerdi ‘varoşlular’? Nasıl bir gerçekliğe denk düşüyordu? Daha önce kullanımda olmayan, ama birden yaygınlık kazanan bu ifadelerin, bu yaygın kullanımlarının altında neler yatıyordu? Neye hizmet ediyor, neyi meşrûlaştırıyordu ‘varoş’ ve ‘varoşlular’? Bu sorulara daha eklenecekler olabilir, ancak bu kadarı bile bu yazının çerçevesini neyin oluşturduğunu göstermeye yeter kanısındayım. Gündeme sürekli taşınmaya çalışılan bu ‘sorunu’ ne tüm yönleriyle ve tüketesiye ele alacağımı ne de getirmeye çalışacağım açıklama ve yorumların sorgusuz sualsiz kabul edilebileceklerini iddia ediyorum. Daha çok yapmaya çalıştığım, bu sorular çerçevesinde bazı noktaları tartışmaya açmak ve bu konu hakkındaki düşünce ve değerlendirmelerimi paylaşmak.
Dilin ya da dildeki ifadelerin nötr ve sağın olmadıklarını biliyoruz. Bir ifadenin nötr ve sağın olabilmesi demek, bir temsil tarzı olarak gösteren ile gösterilenin özdeş olduğunu iddia etmek demektir. Oysa böyle bir özdeşlik imkân dahilinde değildir. Gösterenin gösterileni işaret etmesi, temsil etmesi uzlaşımsal bir şeydir. Ancak, sorun tam da temsilin uzlaşımsal olmasında yatar. Çünkü, uzlaşımsal olma bir söylemi egemen kılmanın mücadelelerini, dilin bir iktidar alanı olmasını gizler. Temsilin araçları olarak neden bu mecazların değil de şu mecazların tercih edildiğini, neden bu kavramsal kategorilerin ve akıl yürütme biçimlerinin değil de şu kategori ve biçimlerin kullanıldığını sormamızı engellemeye hizmet eder.[3] Bunlar bize ifadelendirmenin, diğer deyişle adlandırmanın masumane bir şey olmadığını gösterir. Hiçbir fail, hiçbir topluluk ilk elde kendi kendisini adlandırmaz, adlandıran her zaman için hegemonyasını kurmaya çalışan ya da hegemonik iktidara sahip olandır. Bu nedenle de dışlama ve içerme süreçlerinin işlediği adlandırma, en basit anlamıyla bir sınır çizme operasyonudur, hegemonyayı sürdürme ve derinleştirmenin bir parçası olan bir operasyon. İşte ‘varoş’ ve ‘varoşlular’ ifadelerinin de kullanıma girmesi ve kullanım yaygınlığı kazanması, bir şeylerin ‘gösterildiğini, yaratıldığını, varoluşa taşındığını’[4] imler. Üstelik kullanılan ifade, gündelik dilin sıradan ifadelerinden değildir; ‘dışlanmışların’ ‘dışarlıklı’ oluşlarını, sanki üstüne basa basa daha iyi vurgulamak üzere, ‘yerli’ bir ifade değil ‘yabancı’ bir ifade tercih edilmiştir.[5] Böylece, tüketim toplumunda ‘tercih ehliyetine’ sahip olanlar, dilde bu ‘tercih özgürlüğünü kullanabilme becerisi ve azmini[6] göstermiş olurlar.
Biz, yani Türkiye’nin metropollerinde yaşayan orta ve üst gelir düzeyindekiler, büyük çoğunlukla kendi dünyamızda yaşıyoruz. Eşlerimiz, dostlarımız, arkadaşlarımız hepsi bizim dünyamızın insanları. Belli semtlerde belli lokantalara, sinemalara, kitapçılara gidiyoruz. Tüketim kalıplarımız, alışkanlıklarımız, hobilerimiz aşağı yukarı aynı. Üstelik de azınlıktayız. Bizim dışımızda koskoca bir dünya var. O dünyayı kısaca “varoşlar” olarak adlandırıyoruz. Çoğu kez, evden işe ve şehir dışına gelir giderken arabalarımızın pencerelerinden görüyoruz bu dünyayı. Hakkında bildiğimiz de çoğu kez büyük gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden ibaret oluyor.[7]
‘Varoşun’ neresi, ‘varoşluların’ da kimler olduğu sorularına yanıt aramaya kalktığımızda da ‘tüketim özgürlüğü’ ve bunun dayandığı ‘tercih ehliyeti’ kavramlarının bize önemli ipuçları sağladığına tanık oluruz. Yazının başında ‘dışlanmışlar’ diyerek ‘varoşluların’ dışlanmış olanlar, ‘varoşun’ ise dışlanmış olanların mekânı olduğunu çıkarsayabiliriz. Ancak, kimdir bu ‘dışlanmışlar’, nereden, neden ‘dışlanmışlar’dır? Paylaşılan yaşam tarzları ve değerler bakımından ‘tüketim estetlerinin’ ortakları ve sözcüleri ‘medyaya yakın entellektüeller’ ve ‘medya entelijansiyasının’[8] yazıp söylediklerini deşifre ettiğimizde, bu sorulara vereceğimiz yanıtlar, sırasıyla tüketemeyenler ve ‘tüketim estetiği’nden pay alamayanlar şeklinde ifade edilebilir. Tüketememe durumu salt mallara ve hizmetlere ilişkin değildir üstelik. Bir dili, bir etnik kökeni, bir kültürü, bir değerler bütününü, diğer bir ifadeyle aurasıyla birlikte bir yaşam tarzını tüketememektir. Gerçi, 1996 1 Mayıs’ı vesilesiyle ilk gönderme vitrinleri süsleyen mallara yapılsa da hemen yanında ‘parklardaki laleler’e de işaret edilmişti.[9] Ancak, izleyen yıllarda ‘varoşluların’ sadece tüketemeyen kent yoksullarını değil, serbest piyasa ekonomisine geçişin sunduğu olanaklar ve yarattığı bağımlılık süreçleriyle paralanan, ancak ‘eğitimi, görgüsü, duygusal eğitimi’[10] olmayan ve sıklıkla ‘kıro’ ya da sonradan yaygınlaşan bir ifadeyle ‘siyah Türkler’i de içerecek biçimde genişlediğine tanıklık ediyoruz. Bu türden en sık gündeme getirilen değerlendirmelerin, daha çok müzik piyasasındaki şarkıcılar üzerinden yapıldığı dikkat çekiyor. İbrahim Tatlıses, Mahsun Kırmızıgül, Hakan Taşıyan, Muazzez Ersoy, Seda Sayan, Sibel Can daha birçoklarıyla birlikte başı çekiyorlar. Ortak paydalarının ‘varoşun sesi olmak’ biçiminde dile getirilen bu kişiler tükettikleriyle ‘tüketim estetleri’nden pek farklı olmasalar da ‘varoşun’ hanesine yazılmaktan kaçamıyorlar. Çünkü, sırtlarında Versace’nin, Armani’nin ürünlerini taşısalar da ithal lüks otomobillere binseler de yine de tüketemedikleri, tüketemeyecekleri bir şeyleri kalıyor geriye. Belli ki, bu kişiler Armani giyseler de Armani’nin aurasını tüketemiyorlar. Tüketim estetiği üzerinden çizilen sınırları muğlaklaştırıyorlar.
‘Varoşlular’ ifadesinin, sadece yoksulları imlemeyip etnik, dinsel ve cinsiyetçi çağrışımlar ve yüklenimlere de sahip olduğu gözlerden kaçmıyor. ‘Doğulu Tilbe’, ‘annesi Laz babası Kürt Hakan Taşıyan’ ifadeleri, etnik olmasa da dışarlıklı olduklarını imleyen ‘Kasımpaşalı Muazzez Ersoy’ ‘Kâhtalı Mıçı’ gibi ifadelendirmelerle ‘varoş’ kültüründen geldiği belirtilen Tayyip Erdoğan ‘siyasetin Mahsun Kırmızıgül’ü türünden saptamalar çoğu kere iç içe geçiyor.[11] ‘Zevk peşinde’ ‘varoş’ kadınları için cinselliği sık yaşamanın önemli olduğu[12] belirtilerek “üç kuruşluk yevmiyelerinden arttırıp, varoşlarda mantar gibi çoğalan ‘estetik merkezleri’ne” koştukları, “eğitim düzeyi ve kültürel eksiklik yüzünden çıkamayacakları basamakları ‘fiziken’ tırmanmak için bıçak altına”[13] yattıkları, diskolarda ‘salınmasını herkesten iyi bilen varoş kızları’[14] ifadeleriyle estetize edilip erotikleştiriliyor; “kendini dışa vuramayan insan toplulukları, aşk kisvesi altında, çektikleri acıyı ikiye katlıyor, ekmekten daha önemli olduğunu sandıkları ‘Aşk’ denen uyuşturucuyla kafayı buluyorlar”[15] diyerek ‘varoşlular’, duygularıyla hiçleştirmeye, aşağılamaya konu oluyor. Böylelikle de ‘varoş’u yaratan süreç ve oluşumların irdelenmesinin yükünden kurtulmuş olunuyor.
Sınır çizme operasyonuyla ‘varoşun’ negatif temsilinin içerdiği sorun zaman zaman su yüzüne çıkabiliyor. Gerçek süreçleri irdelemek değil de tam tersine bunu gizlemenin hizmetinde olunca ‘varoş’un müphemliği hemen kendini açık ediyor: “Lakin ‘varoş’ denilen ‘kentteki köy’ün zemini öylesine kaygan ki, dün çizdiğiniz haritanın sınırları bugün değişebiliyor.”[16]
Bu negatif temsiliyetin içerdiği sorunlar kendini, ‘hormonlu köyler’,[17] ‘yarı-köylü yarı-kentli köylü’[18] gibi ifadelendirmelerle ‘varoş’a eşlik eden nitelemeler bolluğunda da gösteriyor aslında.
‘Varoş’un neresi olduğuna gelince, sözcüğün anlamından gelen kentin dış mahalleleri olma gibi sınırları tanımlanabilecek bir mekânsal bütünlüğe sahip olmadığı görülür. Özellikle İstanbul üzerinden yazılanlardan hareketle bakıldığında ‘varoş’un bir mekânlar çoğulluğu olduğu, kenti teslim almış ya da her an almaya hazır yerleşim bölgeleri olarak dile getirildiği görülür. Ümraniye’den Gazi Mahallesi’ne, Beyoğlu’ndan Şile’ye Avcılar’a kadar pek çok yerleşim bölgesinden söz edilir. Mekânların çoğulluğuyla olmasa bile zaten kültürüyle kenti teslim almıştır ‘varoşlular’:
“Galiba bazıları varoş kültürünün sadece varoşlarda geçerli olduğunu zannediyorlar. Bu kişiler Bağdat caddesi, Nişantaşı, Etiler benzeri semtlerin varoş kültürü tarafından teslim alındığının ya farkında değiller, ya bu konuda çaresizler. ... Ancak, hepimiz vahim bir gelişmeyi göz ardı ediyoruz! Türkiye kültürel açıdan hızla ve önlenemez yükselişle varoşların istilasına uğramaktadır.”[19]
Varoşlu ve varoş kültürünün istilasından söz eden ‘medya entelijansiyasının’, sözünü ettikleri rağbeti yüksek dizi ve programları yayımlayan medya kuruluşlarının yazarları arasında oldukları anımsanınca durum daha da ironik hale geliyor ve bu programları yayınlayanların hegemonik iktidarı sürdürmenin ve meşrûlaştırmanın hizmetinde oldukları hatıra getirilmiyor. ‘Varoş’un kenti istila edip teslim alması, ‘tüketim estetleri’nin kent-dışı yaşam alanlarına ya da kentin içinde dahi olsa etrafı son teknoloji ürünü güvenlik sistemleriyle donatılan korunaklara çekilmelerinin de sebebi olarak gösterilebiliyor:
“Eskiden gittiğim yerler artık hoşuma gitmiyor, çünkü çok değişti. Kimin kim olduğu belli değil. Eskiden dışarı çıkarken özen gösterirdik, giysiler uçuk kaçık ama hoştu. Şimdi jean ve plastik ayakkabılarla geliyorlar. Gece çıkmak görsel bir şey. Çevremde güzel insanlar olsun istiyorum.”[20]
Ya da, “sokaklar mayın tarlası gibi, istemediğiniz insanlarla karşılaşıyorsunuz, siniriniz bozuluyor. Çıktığıma pişman oluyorum ve akşamları evde kalmayı tercih ediyorum”[21] diyen satırların sahibi, kendi korunaklı ve ‘hijyenik’ yuvasını yaratan sürecin ‘sokakları mayın tarlası’na çevirenlerinkiyle aynı olduğunu unutmayı tercih ediyor. Tüketim toplumu kültürünün öğrenmeyle değil, özellikle ve öncellikle unutmayla ilgili olduğu[22] düşünülürse ‘tüketim estetleri’ni mazûr görmek gerekir ne de olsa sahip oldukları ‘tercih ehliyeti’ni bu yönde kullanmaları eşyanın doğası gereğidir.
‘Varoş’ istila, teslim alma gibi ifadelerle bir tehdit olarak gündemlere taşınınca, toplumda yaşanan parçalanma ve toplumsal kesimler arasında her geçen gün büyüyen uçurumların, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal nedenleri irdelenmek ve buna ilişkin diyaloğa dayalı, toplumsal taleplerin özgürce ifadelendirilebildiği ortak toplumsal yaşam alanlarının nasıl yaratılabileceğine kafa yormak yerine hemen güvenlik önlemlerinin arttırılmasına sarılmak kaçınılmaz olabiliyor. Nitekim, güvenlik önlemlerinin alınması yönünde duyarlılıkla, 1995 yılında TBMM İstanbul’un Sorunlarını Araştırma Komisyonu tarafından hazırlanarak Başbakanlığa, MİT’e, İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne sunulan rapor, 1 Mayıs 1996 gününün hemen ertesinde, durumun vehametinin raporu haklı çıkarmışçasına “Varoş ‘Patlıyorum’ dedi” başlıklı gazete haberinin sütunlarına taşınmıştır.[23] Türkiye bütçesinde güvenliğe ayrılan pay, hapishane sayısının arttırılması ve tipinin değiştirilmesi yönündeki çalışmalar düşünülünce, daha talihli sınıfların dışlanmışlar için besledikleri duygu, ‘tüketim estetiği’nin yönettiği tüketim toplumunda başat biçimde kınama, korku ve öfke olunca emniyet tedbirlerini arttırmak ve yeni hapishaneler inşâ etmeyi hedeflemek kendiliğinden anlaşılabilir. Çünkü, ‘her koyun kendi bacağından asılır’ tüketim toplumunun mottosudur. Dışlanmışlar her halükârda ‘normu ihlal’ edenlerdir. Üstelik, dışlanmışlıklarına neden olan, dışlanma sürecini yaratan bizzat yine kendileridir. Dışlanmamak için ellerinden geleni yapmamışlardır. Hal böyle olunca onları dışlamaktan daha ‘norma uygun’ davranış da düşünülemez.[24] “Geleceğin dünyasında temel çelişkinin, yüksek verimle çalışan ve dünya üzerindeki üretimin büyük kısmını gerçekleştiren bir azınlıkla, bilgi çağına ayak uyduramamış ve bu yüzden verimsizleşip üretmeden tüketen halini almış çoğunluk arasında yaşanacağını”[25] söylemek üretmeden, elinden geleni yapmadan ‘tüketen’ -neyi tüketiyorlar burası soru işareti- halini alanlar hakkında ahlâki bir sorumluluk beslemek de abesle iştigal olacaktır.
Sonuçta, medyayı ‘işgâl eden’ varoşlar ve varoşlular ifadelendirmeleri ve bu ifadelendirmelerle trajikleştirilmiş ve sansasyonel görüntü ve haberler, 1980’lerde uygulamaya sokulan IMF ve Dünya Bankası destekli yapısal uyum politikalarının Türkiyeli haliyle hayata geçirilmesinin olumsuzluklarını görmezden gelmenin ve negatif temsiliyet yoluyla gözlerden gizlenmesinin araçlarından biridir. Biteviye, sınıfsal ya da etnik uçurumların nötrleyicisi ve gündem dışı bırakanı olma işleviyle donatıldılar ve donatılmaya devam ediliyorlar.
Toplumsal parçalanmaya ve toplumsal kesimler arasındaki genişleyen uçurumları yaratan sürece müdahale edilmedikçe, yaşananlar karşısında ahlâki sorumluluğu yaratacak mekanizmaların neler olabileceği ve nasıl yaratılabileceği üzerine kafa yorulmadıkça dışlanmışların sadece sayısının değil dışlamanın daha tehlikeli gelişkin hijyenik araçlarının arttırılması da sürpriz olmayacaktır.
[1] Bu ifadeyi, Zygmunt Bauman’ın kullandığı bir kavramdan, ‘tüketim estetiği’ kavramından türettim. Bauman, ‘çalışma etiği’nin egemen olduğu bir toplumdan ‘tüketim estetiği’nin yönettiği bir topluma geçişten söz ederek, her iki anlayışın ekonomik, toplumsal ve kültürel boyutlarının analizini yapar. Daha ayrıntılı bilgiler için bkz., Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, Ü. Öktem (çev.), Sarmal Yay., İstanbul, 1999.
[2] Kürşad Oğuz, “Mekanları, konuşma tarzları, söylemleri farklı ama, artık her yerde ‘siyah türkler’ var”, Aktüel, 22 Ekim 1998.
[3] David Spurr (1993) The Rhetoric of Empire, Duke University Press, Durham& Londra, s.3; Spurr kolonyal söylemi irdelediği bu çalışmasında, söylemle birlikte temsile hizmet eden mecazları, kavramsal kategorileri ve akıl yürütme biçimlerini, inşa eden retorik tarzlardan söz eder; bu retorik tarzları da şöyle sıralar: Gözetim, sınıflandırma, kendine mal etme, estetize etme, aşağılama, hiçleştirme, onama, idealize etme, hayali kılma, doğallaştırma ve erotikleştirme.
[4] Pierre Bourdieu (1997) Televizyon Üzerine, Turhan Ilgaz (çev.), Yapı Kredi Yay., İstanbul, s.24.
[5] Bourdieu, basın dünyasında, sıradan sözcüklerle hiç kimsenin şaşırtılamayacağını bu nedenle de ‘bir şeyler yapan, fantazmalar, korkular, fobiler ya da düpedüz yanlış temsiliyetler yaratan’ sıradışı sözcüklerin kullanılma sıklığına dikkat çeker, bkz., a.g.e., s.24.
[6] Bauman, a.g.e., s.105.
[7] Aydın Demirer, “Varoşlar”, Para, 14 Şubat 1999.
[8] Jonathan Friedman’ın küresellerin sözcüleri arasında saydıklarından; aktaran Zygmunt Bauman (1999) Küreselleşme, A. Yılmaz (çev.), Ayrıntı Yay., İstanbul, s.112
[9] 2 Mayıs 1996 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesinde Murat İnceoğlu “’Varoşlar Şehre İndi’ Taş, Talan ve Zevk” başlıklı yazısında şunları söylüyordu: ‘Şehrin banliyölerinden gelen gençler, işçiler, memurlar, hiçbir zaman alamayacakları eşyalarla dolu vitrinleri, büyük bir kinle yerle bir ettiler. ... Varoşlardan akın akın gelenler bir yandan polise taş atıyor, öte yandan büyük bir zevkle mağazaların camlarını kırıyordu’ (vurgu bana ait).
[10] 5 Kasım 1998 tarihli Aktüel dergisinde “Gece hayatına ‘kim olduğu belirsiz’ insanların hakim olması eski müdavimleri kaçırdı” başlığıyla yayımlanan yazıda Hilmi Yavuz’un yaptığı yorumdan.
[11] Aktüel, 22 Ekim 1998.
[12] M. Halis, S. Ercan, “Gecekondu metamorfozda: son örnek, boşandığı kocasıyla aynı evde özgür yaşamı seçen Bülbül Yılmaz”, Aktüel, 17 Nisan 1997.
[13] H. Aydemir, Ş. Karaçizmeli, “İstanbul’un ‘kıyısı’nda yaşayan genç kızlar için estetik operasyon artık çeyiz yerine geçiyor”, Aktüel, 10 Aralık 1998.
[14] Esquire, Ocak 1998, “Bu hangi Millenium?”.
[15] A. Şen, S. Hıncal, “Sosyetesinden ‘varoş’una her kesimden ilgi gören İbrahim Erkal: Köprü üstü aşığı”, Aktüel, 20 Ağustos 1998.
[16] Can Dündar, “Müslüm baba ve filli boya”, Para, 14 Şubat 1999.
[17] Enis Berberoğlu, “100 konutluk yeni seçmen havuzu”, Hürriyet, 12 Nisan 1999.
[18] Faruk Türkoğlu, “1923: Ekonominin Miladı”, Hürriyet, 30 Ekim 1999.
[19] Cüneyt Ülsever, “Reyting Hamdilerin önlenemez yükselişi”, Hürriyet, 6 Şubat 1999, (vurgular yazarına ait).
[20] 5 Kasım 1998 tarihli Aktüel’de “Beyaz Türkler” eve sığındı” alt başlığıyla yayınlanan yazından Milliyet gazetesi yazarı Nora Romi’nin ifadeleri.
[21] 5 Kasım 1998 tarihli Aktüel’de “Beyaz Türkler” eve sığındı” alt başlığıyla yayımlanan yazıdan klip yönetmeni Mete Özgencil’e ait ifadeler.
[22] Bauman, Küreselleşme, s. 94.
[23] Yeni Yüzyıl, 8 Mayıs 1996; sözü edilen raporda, varoşların ciddi tehlike oluşturduğu, tedbir alınmazsa yakında toplumsal patlamaya yol açacağı, varoşların, buralarda güvenlik ve istihbarat hizmetlerinin zor olması nedeniyle terör için elverişli ortam olduğu, Anadolu’dan gelenlerin koloniler halinde yaşadıkları ve her türlü suçlunun buralarda saklanabildiği ve gecekondu satış gelirlerinin terör örgütlerine ulaştığından söz edilmektedir (vurgulama bana ait).
[24] Bauman, Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, s. 113, 124.
[25] Gülay Göktürk, “Dünyanın Varoşları”, Yeni Yüzyıl, 7 Mayıs 1996.