Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin II. Olağan Kongresi öncesindeki tartışmalarda çarpıcı olan noktalardan birisi, önemli bir kesimin kendini geleneksel sol olarak tanımlamasıydı. Geleneksel olma konumunu benimsemekle kendiliğinden bir ideolojik-siyasal üstünlük elde edebileceğine inanan farklı platformlardaki bu ortak duruş, modern tarih içinde sol tahayyülün geldiği bir dönüm noktasına işaret ediyor. Artık solun kendi içinde köktenci bir söylemi de barındırdığını, köktenciliğin sadece sağın farklı tahayyüllerine değil, kendilerini solda tanımlayanlara da ait bir nitelik ve tavır olabileceğini gösteren bu olgunun izlerini Türkiye dışında da gözlemlemek mümkün.
Gerçek veya tasarlanmış bir geleneğe sadık kalmanın başlıbaşına bir olumlu nitelik olarak görülmesi, bunu böyle değerlendirenlerin savruldukları fikrî kalıbın donduğunu, kendini yenileme soluğunun kalmadığını gösterir. Geçmişte ifade edilmiş kadim ve değişmez doğruların var olduğunu açıkça veya zımnen kabul eden bu tavır, sonuç olarak kurucu bir vahiy olduğuna inanır. Bu vahyin kelâmına geri dönerek, onu tekrar ve tekrar yorumlayarak hakikate ulaşacağına, dünyanın gizli gerçeğine vakıf olacağını kabul eder. Bu anlamda gelenek, o hakikatten kaynaklanan pratiklerden oluşan temel bir referanstır. Ritüelleri ve doğruluk kalıpları vardır. Ritüellere uyulması, ritüelin sihirli kelimelerinin telaffuz edilmesi, o geleneğin içinde yer alındığını, dolayısıyla aykırı olunmadığını beyan etmek için gereklidir.
Vahyin kadim doğruları olduğunu ve bunlara teslim olunarak hakikate ulaşılacağına olan inançla Marksist olunabilir mi? Bu sorunun cevabı, Marx’tan ne anlaşıldığına bağlı. Eğer onu bir doğrular zincirini dile getirmiş, hakikatın anahtarlarını nihaî biçimde bulmuş biri, bir ahir zaman peygamberi olarak görüyorsak, geleneğin söz ve kalıplarına sıkı sıkıya sarılarak ve sadece bunu yaparak Marksist olunabilir. Böyle bir tam tanı içinde geleneğin en sadık savunucuları, Marksist doğruya en yakın kişiler olacaklardır. Bu kişiler tarihî materyalizmin değişmez kanunları olduğunu vurgularlar, diyalektik materyalizmin tek bilimsel çözümleme yöntemi olduğuna inanırlar, insanlık tarihinin esas olarak iktisadî konumlarından belirlenen sosyal sınıfların mücadelesi tarihi olduğunu kabul ederler. Sınıfsız toplumun insanlık tarihinin ne olursa olsun varacağı bir nihai hedef olduğuna inanırlar. Doğruluklarının ispatı gerekmeyen, dile getirilmeleri yeterli olan bu ve benzeri “doğruların” koruyucu şemsiyesi altında, önerilerin geleneğe sadık kaldığı güvencesi verilir. Bu bağlamda, ilahi vahyin azizlerinin ikonalarına taparlar, mezheplerine göre teslisler oluştururlar.
Bu denli dogmatik bir inanç ve kültün modasının geçtiğini fark edenler ise, dogmanın bazı kavramlarını, yerli yersiz metinlerine serpiştirirler ki, ortodoksluklarından kimse şüphe etmesin. İfade edilmesinin üzerinden bir buçuk yüzyıl geçmesine rağmen, ne kuramsal plânda ne de pratikte doğruluğu bir türlü ispatlanamamış bir “sermayenin kâr oranının eğilimsel düşüşü” tezini tekrarlamanın başka bir amacı var mıdır? Bu belki en kolay örnektir. Sömürü kavramını çok dar ve tarihî bir alana hapseden canlı emek-ölü emek ayrımına gönderme yapmak, ama buradan hareketle günümüz kapitalizmi için somut hiçbir çözümleme yapmamak veya yapamamak, benzer bir örnek tavırdır.
ÖDP kongresine sunulan platform metinlerinde, özellikle azınlıkta olan grupların metinlerinde bu tür ritüel formüllerin daha “derinlikli” olanları da benzer konumdadırlar. Kapitalizmin iktisadî bunalımının kaçınılmaz olduğu; işçi sınıfının geleceğin sınıfsız toplumunun yegâne taşıyıcısı olduğu; öncü bir gücün tarihin gidişinin gizli yönlerine vakıf olarak kitleleri irşad edebileceği gibi “doğrular” da benzer biçimde ortodoks zevahiri kurtarma işlevi görmektedir. Sınıfsız-sömürüsüz topluma ulaşmada işçi sınıfının temel ve alternatifsiz bir toplumsal güç olduğunu iddia etmek, böyle bir hedefin uzaklığı dikkate alındığında, önümüzdeki uzun tarihi de çok kesin biçimde kestirme iddiasını içinde taşıyarak, geleceğin çok önceden insanlık tarihine yazılı olduğu inancını yineler.
Bazı durumlarda ise, yeni koşullara eski kavramlar ve kalıplar uydurulmak istendiğinde ortaya hilkat garibeleri çıksa da, buna kimse aldırmamakta ve herkes aynı sözcükleri huşu içinde tekrarlamaktadır. “Devrimci barış siyaseti” gibi tumturaklı bir slogan, somut bir barış siyaseti tartışmasını uzak bir tarihe atmak için bulunmuş uygun bir kılıftır. “Sınıf temelli bir devrimci kitle partisi” kavramı, bu hilkat garibesinin belki en anlamlı örneğidir. İşçi sınıfı temelli olan, hem devrimci hem de kitle partisi olan bu parti nasıl bir şeydir? ÖDP’nin sömürünün ve tahakkümün ortadan kalktığı bir uzak ufku paylaşan, gerçek yani elle tutulur, somut özgürlükleri, toplumsal dayanışmayı ve demokrasiyi savunanların birlikte siyasal mücadele verdikleri bir parti olduğunu belirtmek yetmemekte, bu partinin işçi sınıfı temelli -ama temeli oluşturduğu kabul edilen işçiler somut olarak o temelde yokturlar-, devrimci ama kitle partisi olduğunu ayrıca belirtmek gerekmektedir. Bu tanımlama ÖDP’nin ne bugününe ne de yarınına hiçbir anlam katmasa da, ritüel cümlenin tekrarından duyulacak huzur için buna ihtiyaç vardır. Aslında bu karmaşık ve tutarsız ifadeyle başka bir gerçek, dolaylı yoldan ifade edilmeye çalışılmaktadır. Bu muhayyel işçi sınıfının üzerinden, tarihin gerçeğine mutlak biçimde vakıf olanların, “devrimcilerin” partisine işaret edilmekte, ama bu yeni zamanlarda çok fazla kaba kaçacağı için, “devrimcilerin” güdeceği kitle de dolgu malzemesi olarak sahnede yerini almaktadır.
İlk kelâmın işaret ettiği doğrulara sadakatin yüceltildiği bu tahayyül, simgeleri dünyevî olsa da, özünde dinî bir tahayyüldür. Geleneksel olma özelliğine bu denli sıkı sarılma ihtiyacının esas nedeni, bu dinî inançtır. Dogmaları, ilmihali, rahipleri, ritüeliyle karşımızda bir dinî oluşum vardır. Semavi olmasa da, bu dinî oluşum, her dinî oluşumda olduğu gibi, dört dörtlük bir teleolojik tarih felsefesine dayanır. Teleolojik, yani vardığı noktadan veya varması hayal edilen noktadan tarihin okunmasına dayanan bu tarih felsefesi, içinde heteronomiyi barındırır. Tarihi bir kader olarak algılar. Bu geleneksel Marksizmin ve daha geniş olarak geleneksel solun, Marx’ın şiddetle karşı çıktığı ama diyalektik materyalizm adı altında oluşmasına katkıda bulunduğu heteronomiye, yani toplumsal olanın somut insanların dışındaki bir gerçeğe atfedilmesine nasıl katkıda bulunduklarını, insanları yaratıcılıklarına yabancılaştırılarak, bir liderin, bir grubun, bir kurumun ve bir sistemin dişlileri haline nasıl getirildiklerini biliyoruz. ÖDP’nin kongresinde, grup liderlerinin işaretiyle mekanik biçimde inip kalkan delege elleri, bunun küçük bir tezahürü değil miydi?
Kendini geleneksel olarak tanımlamaktan kıvanç duyanların, o geleneğin birçok yerde bir biçimde neden olduğu insanlık dramlarını da sorgulamaları ve o sorgular ışığında geleneği yeniden değerlendirmeleri gerekir. Solun bugünkü durumunun sorumluları arasında solun kendi gelenekleri ilk sıralarda yer almamakta mıdır ki, geleneğe atıfta bulunmaya sual edilemez bir hikmet atfedilmektedir. Yoksa geleneğe yapılan bu ısrarlı gönderme, bugünkü acz durumunu örtmeye mi yaramaktadır? Zaman içinde düşenlerin, bu düşüşü dayanılır kılmak için sarıldıkları veya icat ettikleri bir büyük geçmiş zaman ve onun simgelerine mi sarılınmaktadır?
Solu esas olarak belli ilkeler oluşturur. Bunların içinde başat olanları, tarihin bir kader değil, insanların eylemleriyle üretilen bir süreç olduğunun bilincinde olarak, özgürlükten taviz vermeden eşitliği, insanî yaratıcılıktan taviz vermeden dayanışmayı gerçekleştirebilecek hedefleri topluma gösterebilmek, bu hedefleri benimsemesi beklenen insanları harekete geçirmektir. Tek tek ele alındıklarında bu hedefler sola özgü değildirler. Ama sol, bütün bu hedeflerin özel bir eklemlenme biçimini savunur. Somut koşullar içinde, özgürlüklere, insanların yaratıcı güçlerini geliştirebilmelerine, toplumsal dayanışmaya yönelik hedefler gösterir. Keskin laflar ederek bu hedeflere ulaşılacağını zannetmek, siyasal alanı yok var sayıp, söylediğinin nağmeleriyle kendi kendini tatmin etmekten başka bir anlam taşımaz.
Keskin lafla bir yere varılmayacağını, en sıkı devrimci müminler dahil olmak üzere aslında herkes bilmektedir. Ama rol bunu gerektirdiği için veya bu rolü oynamak en kolayı olduğu için, keskin laf yarışmasının kaldırdığı toz bulutundan gözgözü görmemektedir. Amaç da zaten ortalığın toza bulanıp, içler acısı gerçek durumun görülmemesi değil midir? ÖDP kongre çalışmalarını izlerken, ortaya çıkan metinleri okurken, kendilerini geleneksel sol olarak tanımlayanların bu keskin laf edebiyatına kapılmalarının mümtaz örneklerini buluyoruz.
Marksizmden farklı olarak devrimci demokrasinin olabileceği, bu ikisinden farklı olarak da bir sol liberalizmin olduğu, bu üç siyasal tavır içinde en üstün konumda olanın Marksizm olduğu gibi bir öneri ciddiye alınıp tartışılabilmektedir. Bu önerinin akılda uyandırdığı bir tek fikir vardır, o da böyle bir öneriyi dile getirenlerin demokrasiyi salt araççı biçimde değerlendirmeye devam etmekte kararlı olduklarıdır. “Marksizm, devrimci demokrasi, sol liberalizm” gibi bir hiyerarşik sıralamanın tanımı nedir diye kimse kimseye sormamakta, herkes dinlermiş gibi yapıp, bildiğini okumaktadır.
Yukarıdaki türden kelime oyunları aslında gerçek bir sıkıntıyı ifade etmektedir. Sıkıntı basittir: Çoğul kimlikleriyle insanların özgür varoluşlarının güvencesi olan demokrasi ilkesi, bu geleneksel sol için ara dönemde katlanılması gereken bir tavizdir. Bu nedenle, toplumsal gelişmenin içinde olduğumuz aşamasında “halk iktidarının” gerekli olduğu hatırlatılır ve bu iktidar aşamasından sonra, başka bir iktidar biçimi tasarlandığının işareti gerekli yerlere verilir. O iktidarın ne olduğunu geleneksel solun benimsediği iktidar geleneği bize açık biçimde göstermektedir: Doğruyu ellerinde tuttuklarını vehmedenlerin, sözde sınıfsal diktatörlüğü! Kongrede tartışılan metinlerin bazılarında yer alan, küreselleşme atağını sürdüren kapitalizme karşı “reel sosyalizmin kazanımlarının” doğru değerlendirilmesi gibi bir önerinin, Küba dahil olmak üzere reel sosyalizmin son kalıntılarının içler acısı durumu dikkate alındığında, devrimci vehimli diktatörlüklere karşı duyulmaya devam edilen kalp yakınlığını ele vermektedir.
İşçi sınıfından başka kendini kurtararak tüm insanlığı kurtaracak hiçbir sınıfın olmadığı iddiası da, belki 19. yüzyıl kapitalizminin ortasında ifade edildiğinde anlamı olan bir doğrudur. Bugün kendini geleceğin kurucu gücü olarak gören, toplumsal üretimde merkezî ve vazgeçilmez bir rol oynadığı için geleceğin taşıyıcısı olduğunu tasavvur eden bir işçi sınıfı ortada yoktur ki, kendisini kurtarırken tüm insanlığı kurtarmaya aday olabilsin. Dar bir işçi sınıfı kavramının geçerli olmadığını teslim edenler, işçi sınıfının tüm ücretli emekçileri kapsadığını iddia edebilirler. Bu konuda yine de ihtiyatı elden bırakmayıp, işçi sınıfına “artık kitlesel olarak katılan yüksek vasıflı teknik kadroların sosyal durumlarının bilincine varmalarındaki kaçınılmaz gecikmelerin” olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Böylece hem işçi sınıfı safiyetini korumuş olur, hem de ona “kitlesel olarak katılan” gecikmiş bilinçli, ama yüksek vasıflı teknik kadrolar yüzünden işi ağırdan alması izah edilir. Hangi ülkede kitlesel olarak işçi sınıfına böyle bir katılım vardır? Bu işçi sınıfı nerededir ki ona katılınmaktadır? Ve nasıl oluyor da bu işçi sınıfının bilinci ona katılanlardan daha yüksektir, ama ortalıkta pek gözükmemektedir? Sözü edilen “işçi sınıfı” ne yerde ne de gökte, gözle görülmez, dokunulmaz ve erişilmez bir ulvi katta oturuyor olmasın.
ÖDP, Türkiye’de siyaset yapmaya aday bir partidir. Türkiye’de somut işçi sınıfına veya geniş anlamda emekçi sınıfına bu tür bir üstün konum atfetmek için hangi somut olaylara, hangi somut tavır ve girişimlere dayanılmaktadır? Gerçekte böyle bir durum tahlilini mümkün kılacak somut bir gelişmenin ortada olmadığını, bu tür tumturaklı laflar edenlerin hepsi bilmektedir, ama bu lâflar ritüel gereği söylenmelidir. Aksi takdirde kudsiyetin sihiri bozulacak, ritüel sözcüklerin yaldızı dökülecek, somut gerçek tüm çıplaklığıyla kendini empoze edecek ve o illüzyon okyanusunda denizin sonuna gelindiği ayan beyan ortaya çıkacaktır.
Ritüelin en sadık uygulayıcıları olarak kendilerine iyi kötü bir toplumsal konum atfedenler için bu dayanılamaz bir durumdur. Bundan kaçmanın yolu, herhangi bir koyu mutaassıp dinî tarikat gibi, kendi öznel gerçekliğine giderek daha fazla kapanmaktır. İnsanın eşrefi mahlukât özelliği gibidir, bu işçi sınıfının kendini kurtarırken insanlığı kurtaracak yegâne güç olma özelliği. Böyle bir şeyin en ufak bir somut tezahürü ortada yoktur, ama hiç olmaması daha fazla inandırıcı olması için yeterli nedendir. Böylece giderek daha fazla kendi içine kapanarak, o hikmetin özüne daha fazla yakınlaşılabilir. Dünya yıkılsa dahi, kıllarını kıpırdatmadan kendi öznel gerçeklik dünyalarında yaşamaya devam eden bu koyu dindarlar için, artık o dogmalaşmış ritüel içinde var olmak, geleneği korumak aslî amaçtır. Bunun için, “partinin sınıf bakışının netleştirilmesinin gerekli” olduğu gibi tumturaklı, ama içi bir o kadar boş laflar etmek gerekli ve yeterlidir. Sınıf bakışı nedir? Hikmetine herkesin varamadığı özel bir formülü, bilinmeyen bir perspektifi veya bir açısı mı vardır? Bu bakışın öznesi olan sınıf nerededir? Net olan bir şey vardır, o da üzerinden konuşulan sınıf, ne partiye ne de o keskin bakışlı müminlere rağbet etmektedir. Hayırlı bir şey yaptığı söylenemez belki, ama en azından bu konuda basiretli davrandığı söylenebilir.
ÖDP gibi değişim öneren, değişim fikrini siyasal çağrısının merkezine koyan bir partide bu tür mutaassıp söylemin var olmasını anlamak yine de bir dereceye kadar mümkündür. Ama anlamanın mümkün olmadığı ve asıl endişe veren şey ise, bu mutaasıp söylemin itibar talep ederken başarılı olabilmesidir. ÖDP’nin içinde büyük bir çoğunluk bu lafazanlığı gerçekte ciddiye almamakla beraber, ne adına olduğu anlaşılmayan nedenlerle bu ritüel söyleme itibar ediyormuş gibi yapmaktadır. Geleneğin sadık bekçilerinin devrimci lafazanlığına kulak asmamakla beraber, ona karşı aykırı bir laf etmemeye özen göstermektedir. Böylece ilginç bir durağanlık dengesi ÖDP’ye hâkim olmakta ve bu son kongrede çok açık biçimde gözler önüne serildiği gibi, çoğunluk bildiğini okurken, devrimci ritüele biat eder gibi yapmaya da dikkat etmektedir. Mutaassıplar, zındıklar partiyi ele geçirdikleri için o kudsî misyonu tam anlamıyla yerine getiremediklerine görünüşte hayıflanıp, bir şey yapmıyor olmanın kılıfını bulmakta ve günü kurtarmakta; “zındıklar” ise, pek inanmadıkları halde mutaassıpların kutsalına dokunmamakta, aykırı bir laf etmemekte, onların etraflarına emniyet duvarı çekip, saygıda kusur etmeden mümkün olduğunca onları tecrit etmekle meşgûl olmayı aslî faliyet haline getirmektedirler.
ÖDP’de çoğu kişi particilik oynamaktadır. Rol yapmaktadır. Çünkü çoğu kişi sihirli bir formül, bir söz veya bir yol önerecek yeni bir mesihin gelmesini veya ÖDP’ye rağmen ya da onun dışında bir yerden oluşacak yeni bir dalganın yükselmesini beklemektedir. Kendi bilgisi, düşüncesi ve çabasıyla bir sosyalist gelecek inşâsına mütevazi biçimde katkıda bulunmak uğraşını vermeye aday yeni kuşaklar da, ritüele, dogmaya biat eder gibi davranmaya zorlanmaktadır. O dogmanın başpiskoposlarının konumlarını korumaları için gereklidir bu. Bu anlamda iki taraf da ÖDP’yi, ne kadar süreceği belli olmayan kuraklık döneminin geçmesini beklerken durulacak bir sığınak olarak görmektedir. Bu bir vaha bile değildir. Rol kesmeye olanak veren derme çatma bir çardak altıdır. Keskin devrimcilik oynayanların bu çardak altında, keskin laflar söylemek veya geleneğin kutsal simgelerine gönderme yapma rollerini rahatlıkla oynayabilmeleri esastır. Onlar bu durumdan memnundurlar, çünkü hem oyun oynayabilmekte hem de sorumluluk yükünün altına girmemektedirler. Diğerleri de durumdan özünde memnundur, çünkü “hassas dengeleri” gözeterek orta yerde kıpırdamadan dururken, etrafı kolaçan etme zamanı kazanmakta hem de devrimci zevahiri kurtarmaktadır. ÖDP’yi bugün oluşturan ortaklığın temelinde bu karşılıklı tatmin bulunmaktadır.
ÖDP, eğer gelenekseli temsil etme iddiasının kendi başına yeterli bir haslet olarak kabul edileceği bir “değişim” partisi olacaksa; bu veciz duruşa (!) hayret etmekle geçen dört yılın sonunda ne yazık ki, artık ilgi gösterme duygumuz da tüketilmiş oluyor.