Pek yakınılan kollektif hafızasızlığımızı tamire memur edilmiş bir değişmezlik ve ezelilik miti gibi ‘duran’ Süleyman Demirel’in en azından üç kuşağı bezdirmiş politik ömrünü az daha uzatabilmek için başlattığı seferberlik, kariyeri boyunca üstlendiği misyonun, gördüğü “hizmet”in mâhiyeti hakkında -onun “hizmet”inin sırf son birkaç periyoduna tanık olanlara bile- açık bir fikir veriyor.
Demirel, kişisel özelliklerinden mâadâ, bir ‘figür’ olarak ete kemiğe ve kelâma büründürerek temsil ettiği rolle, Türkiye’de hem rejimin timsalidir, hem de siyaset esnaflığının. Söz konusu seferberlik, Perihan Mağden’in Radikal gazetesindeki köşe yazılarında ona uygun gördüğü “millî tıkaç” sıfatını hak etmesini sağlayan bu politik kariyeri hatırlamak ve üstüne düşünmek için bir vesile olabilirdi aslında. Fakat kalabalık bir aktör kadrosunun sahne aldığı “Demirel’i tekrar tekrar seçme” veya “hep Demirel’i seçme” performansı, tabiî Demirel’in bizzat kendisiyle beraber, böyle bir hafızaya da tıkaçtır. Bu büyük gösteride Demirel’i seçmek istemeyeni oynayan “kötü adam” figürlerinin bile, bu çeşit bir hatırlamaya manileri var.
BÜYÜK KLİENTALİST
Demirel, Türkiye’nin yakın tarihinde evvelâ, siyaset biliminde “patronaj” ve “klientalizm” denen tarzları temsil eder. Patronaj kavramı, devlete/kamuya ait kaynakları, imkânları dağıtarak veya kullandırarak gücü bölüştürme ve böylece kendi iktidarını yürütme maişetini anlatır. Klientalizm ise, kaynakların, imkânların kullanımına müşterilik/müvekkillik (klient = müşteri/müvekkil) ilişkisi içinde aracılık ederek, bu aracılığa bağımlı müşteri/müvekkil tabanları oluşturarak politik maişet yürütmektir. Türkiye’de modern politikanın gelişme tarihi, patronajdan klientalizme geçiş süreci olarak da tasvir edilebilir. Tek-Parti CHP’den DP/AP çizgisine geçiş, kabaca, bu geçişi temsil eder. Klientalizmin tedricen hâkim örüntü haline geldiği bu süreçte, patronaj ilişkileri de bakiye olarak varlığını korumuştur. Zira klientalizmin ‘anarşik’ (esasen piyasaya tâbi) dinamiğine teslim olmak istemeyen çıkarlar, zümreler ve sınıfsal yapılar bakîdir. Demirel, hem klientalist ilişki şebekesini onyıllar boyunca örgünleştiren bir modernizatördür, hem de patronaj ilişkilerine güvence sağlayan bir mutemet. Demirel’in esas “hizmet”i budur.
Bu hizmet, patronaj ve klientalizmin alışıldık iktisadî veya ekonomi-politik anlamının ötesinde bir boyuta sahiptir. Demirel’in klientalizmi, aynı zamanda, toplumsal ve politik sorunlar ve bu sorunlarla ilgili çözüm önerileri, talep oluşumları ile statüko arasında aracılık hizmetidir. (Statüko terimiyle, sermaye birikim rejimini ve onunla bağlaşık millî güvenlik rejimini; başat sermayeyi ve başta ordu olmak üzere devlet elitini kastediyorum. Belki buna yerli bir karşılık olarak “istikrar” terimini de kullanabilirdik.) Sorunların, çatışmaların, önerilerin, taleplerin politikleşme potansiyelini, müşteri/müvekkil ilişkisi içinde, onları teknikleştirme ya da “devlet işi” mertebesine taşıma taktiğinden de istifadeyle massetmek, merkez-sağı tanımlayan stratejidir ve elbette Demirel’in buluşu değildir; ama işte Demirel bu stratejinin sinirleri çok sağlam bir yürütücüsü olarak temayüz eder.
Bir adım daha atarak şunu söyleyebiliriz: Demirel’in hizmeti, en genel anlamıyla “sağcı” denen, ağırlıkla milliyetçi-muhafazakâr, devlete sadık, fazlasıyla pragmatist, bu mikyas içinde dindar karakterli bir müşteri/müvekkil-seçmen kitlesinin sosyo-politik tercihlerinin devletli hale gelmesine, resmiyete dercedilmesine aracılık etmektir. Ve buna bağlı olarak, resmî ideolojinin gereklerinin popülerleştirilerek o müşteri-müvekkil camialarında içselleştirilmesine aracılık etmek... Bu alışveriştir ki, Türkiye’de sağcılığın şeceresini ve ilmihâlini oluşturmuştur. Demirel, bütün politik öncülleri pahasına ve ‘seslendiği’ müşteri/müvekkil kitlesini etkileyen bütün ideolojiler pahasına, esas itibarıyla sağcıdır ve bu anlamda bir sağcılığı temsil eder. Bu sağcılık aynı zamanda, Türkiye’de resmî ideolojinin görece katı bir doktrin ve merasim levazımatı olmaktan, kendiliğinden gündelik bir egemen ideoloji biçimini almaya doğru gelişmesine, ‘doğallaşmasına’ tavassut etmiştir. O zaman şunu söyleyebileceğiz: Hem sosyalist solda nicedir tartışılan hem de kendi hesabına yeniden-ihyâcı bir arzuyla dile gelen sol-Kemalizmden daha ağırlıklı bir olgu olarak, zımnî ama yerleşik ve muktedir bir sağ-Kemalizmden bahsedebilirsek, bayraktarı Demirel’dir.
Demirel’in politik maişetinin süreklilik arzeden bu karakter özelliklerini, elbette uzun -çok uzun!- süreli “hizmet”inden süzülmüş haliyle bugün iyice berrak görebiliyoruz. Örneğin sağ-Kemalizm çizgisi, asla yeni değildir, ama yakın dönemde, bilhassa 28-Şubat Demireli’nde apaçık görünür hale gelmiştir. “Hizmet”in her döneminde sözünü ettiğimiz karakteristikler aynı çıplaklıkta görünmeyebilir, bazen birisi bazen öbürü öne çıkabilir, ayrıca her hizmet döneminin o karakteristikleri biçimlendiren tarihsel özellikleri vardır. Şimdi, tasviri güçlendirmek için, değişik dönemlerin Demireller’ini hatırlayalım.
DÖRT ONYIL DÖRT DEMİREL
1. Demirel’de, sosyo-ekonomik boyutu ötesine geçen ‘makro’-politik klientalizm barizdir. 1960’ların Adalet Partisi lideri olarak 1. Demirel, DP mirasının tepkisel (biraz da rövanşist) potansiyelini devlet limanına çekme vazifesini üstlenmişti. AP’nin başına gelişi de, o günün şartlarında, neredeyse Çiller’in DYP liderliğine konuşu kadar sürpriz ve ‘yapay’ görülmüştür. Ümit Cizre’nin AP-Ordu İlişkileri kitabında (İletişim Yay., 1993) gösterdiği gibi, 1. Demirel, milliyetçi-mukaddesatçı ve/veya klientalist-liberal “millî egemenlik” arzularıyla ordunun hükümranlık hakları arasındaki ihtilâfta yumuşatıcı, yatıştırıcı bir aracılık hizmeti gördü. Bu hizmet, Soğuk Savaşçı bir millî güvenlik rejimi olarak biçimlenen Türkiye Cumhuriyeti devletinin ihtiyaç duyduğu anti-komünizm hizmetiyle bütünleniyordu. Beri yandan 1. Demirel, orta sınıfların zenginlik ve büyüme, ileriye/geleceğe umutla bakma rüyalarına hitap etmesiyle, Menderes mitosunun terekesinden nasiplenmekteydi.
12 Mart yarı-askerî rejimi sonrasında, ’70’lerde siyaset eden 2. Demirel, “en sağcı” ve en “militan” Demirel’dir. 1960’ların konjonktüründe sermaye sektörleri ve zümreleri arasındaki çekişmede inisyatif kullanarak büyük sermayeden yana taraf olmuştu. Ancak 1960’ların idaresi mümkün ekonomik ve politik bölüşüm mücadelelerinin 1970’lerde içine girdiği kutupsallaşma, 2. Demirel’i sermaye zümreleri ve mülk sahibi sınıf fraksiyonları arasındaki çekişmeyi örtmeye, yatıştırmaya memur etti. Demirel’in, tahkim mercii olarak güç ve etkinlik kazanmak üzere bu kutupsallaşmayı teşvik ettiği, ‘şenlendirdiği’ de eklenmelidir. Kutupsallaşma, ’60’larda zaman zaman başvurduğu görece ‘liberal’ söylemi de tatil etmesini gerektirdi. Milliyetçi Cephe’ler, anti-komünizm paranoyasıyla kotarılan faşizan ve devletçi bir milliyetçi-muhafazakârlığın hegemonyasında, sağcılığın geniş cephesiydi. Bu cephenin komutanı olarak 2. Demirel, aracılık hizmetlerine, faşist kitle ruhu ve hareketle yerleşik nizamı birbirine uyumlandırma tecrübesini de katmıştır. Bir cepheleşme ve sınıf politikacısı suretindeki 2. Demirel, bu pozisyonda “bütün Türkiye’yi kucaklama” jestlerini usûlen bile sergileyemeyen, dar alanda top çevirirken demagojiyi ifrata vardıran bir Demirel’dir.
12 Eylül sonrasında siyasetten yasaklanan ve sonra “kendi küllerinden doğan İslâmköylü Phönix” destanları eşliğinde DYP’sinin başına geçerek 1991’de yeniden başbakanlığa dönen 3. Demirel, bu on yıllık periyodda, “ilk-DYP”nin basbayağı ordunun rejimdeki konumunu sorgulayan çıkışlarını arkaladı, sonra bizzat “şeffaf karakol” vaadedecek hallere girdi. Politik kariyerinin muhalefette geçen en uzun, daha doğrusu tek uzun dönemindeki bu ataklığıyla 3. Demirel’in hizmeti, askerî rejime ve arkasından Özal devrine karşı biriken hoşnutsuzluğu ve “demokratikleşme” taleplerini, herhangi bir radikalleşmeden alıkoyacak şekilde ehlileştirip sükûna kavuşturmak olmuştur. Bizatihi SHP/CHP’yi bir ‘klientel’e, ‘müşteri/müvekkil’e dönüştürmek, az iş midir? “Sınıf politikacısı” olaraksa, 3. Demirel zayıftır: İhracat ve finans ağırlıklı büyük sermaye ile küçük-orta boy (“Anadolulu”) sermaye zümreleri arasındaki gerginlikte, o esnada gayrımemnun olan her kimse ona sözcülük yapmaktan öte bir politikası olduğunu söylemek zordur.
Bu yazının ilk bölümünde saydığımız karakteristikler, Cumhurbaşkanlığı makamındaki 4. Demirel’de billurlaşır - özellikle de 28 Şubat 1997 askerî müdahalesi sonrasında... 1. ve 2. Demirel, orduyla, onu tatmin ederek yatıştırmaya ve bu arada da bünyesine nüfuz ederek kontrol etmeye çalışan nazik bir ilişki yürütmüştü; 3. Demirel ordu nezdinde “istenmeyen adam” olmanın popülist getirisi ile, 1965-80 arası o ilişki kalıbını yeniden tesis etme zaruretini dengelemek gibi büsbütün nazik bir işle meşguldü; 4. Demirel ise bütün olarak politika umuru ve politikacı esnafı ile ordu -aslında genel olarak statüko- arasındaki müşteri-müvekkil ilişkisine aracılık etmek gibi, kendi klientalizm kariyerini şâhikasına vardıran bir performansla -herkesten rol çalarak- rahata erdi.
“ÜSLÛP”
Demirel’i kişisel özelliklerinin ötesinde ele alacaktık... İki-üç kuşaktan sonra artık mizahçıların da pek ilgisini çekmeyen jest ve edası dışında kişisel bir özelliğinin (bir beğeni, bir ilgi alanı, bir tutku...) tespit edilemeyişinden daha belirgin bir kişisel özelliğinden söz etmek zaten zor. Mamâfih Demirel’in siyaset esnaflığı ve zanaatkârlığı kültüründe yerleştirdiği, daha doğrusu pekiştirdiği bazı özelliklere değinmek yerinde olur. Onun meşhur “üslûbu” da, devletçi-ve-sağcı zihniyetin ve hudutsuz bir pragmatizmin ‘saltık’ ifadesi olması itibarıyla, kişisel olmaktan çok ‘anonim’ sayılmalıdır aslında belki de!
Artık ancak Yavuz Donat’ın arayıp sorduğu kadim AP’lilerden, 80’lerin sonundaki “Kurtar Bizi Baba!” kampanyasının rüzgârına kapılanlara dek uzanan “bağlıları”nın Demirel’le kurduğu özel sadakat ilişkisi, bu ilişkiden periyodik olarak doğan vefasızlık hikâyeleriyle de çeşnilenerek, klientalist siyaset tarzını yeniden üreten bir hâle oluşturmuştur. (Bu hâlenin göz alıcı tasvirlerini yapmanın ötesinde onun altına girmenin cazibesine kapılan gazetecileri de unutmayalım - Demirel kırk yılda kaç saray gazetecisi büyüttü!) Bu hâleyle beraber yayılan, Demirel’in isim hafızasına, heyet kabul etme tutkusuna, el sıkışma ve hal-hatır sorma enerjisine, memleketi köşe-bucak tanımasına dair mitoslar, müşteri/müvekkil-seçmenler nezdinde, -toplu sporlardaki adama adama markaja benzeyen- dolaysız, yüzyüze bir klientalist ilişkinin hayalini onyıllarca yaşatmaya yardım etti. 4. Demirel, seyyar bir devlet törenini cisimleştiriyor; bu alâyiş performansı, aynı zamanda da bir dilek ve şikâyet mercii olarak Demirel’i her yerde hazır ve nâzır kılıyor.
Mühendis kimliği, özellikle 1. Demirel’in önemli silahlarındandı. Lâkin müteşebbis-mühendisin zalim kâr-verim diliyle konuşan Özal’dan farklı olarak o, daha ziyade bürokrat-mühendis gibi konuştu. Herhangi bir kamusal tartışma ihtimalinin üzerine rakam ve istatistik sağanağıyla, “işbilirlik” jestleriyle, olmadı, “devlet ciddiyeti”nin sersemletici etkisiyle gitti. Onun kesintisiz monoloğunun sığınağı, Susurluk’un sadece ayranıyla bilindiği zamanlarda da, akledilebilir olanı aşan bir bilgi kertesi olarak “devlet sırrı” imâsıydı.
Pederşâhî bir mesafeden sırtını sıvazladığı halka dair romantizmi ve köylü çocuğu imgesi, 1., 2. ve 3. Demirel’in buz gibi “devlet adamı” tavrını zar zor örtüyordu. 4. Demirel, popülist romantizm kontenjanını eski Demireller’in hatırasına referans vererek doldurmakta ve artık bütün sahne performansını makamın gerektirdiği “devlet adamı” rolüne hasredebilmektedir. Her türlü felâket, her türlü melânet karşısında mağdur insanların acılarını horlarcasına, hatta onlara meydan okurcasına azâmetle devletin herşeye hâkim ve kadir olduğunu bildiren, refleksleşmekten öte tikleşmiş açıklama kalıpları, devlet adına zaaf göstermemek uğruna gerekirse taş üstünde taş koymamaya azmetmiş o ihtar dili, 1999 depremlerinin otuz yıl evvelinden beri, kimden duyarsak duyalım Demirel’in “üslûbunu” andırmıyor mu?
RİCÂL
Demirel’in siyaset tarzını, Osmanlı siyaset geleneğinin önemli bir cihazı olan “ricâl” ile ilgili zihniyetin tarihsel izleri üzerinde düşünmek anlamlı olur. Osmanlı-Türk devlet mitosunda, devlet yönetme, devletin menfaatini herşeyin üzerinde düşünme vukufuna, bilgeliğine sahip bir seçkin devlet adamı zümresinin varlığı kilit önemdedir; işte o zümre “ricâl”dir (sözlük anlamı: “mevki sahibi kimseler”). Ricâlden olanlar, devletin hizmetkârıdır ama onsuz olunmaz bir hizmetkârdır ve olanca tabiyetiyle devleti cisimleştirme imtiyazına da sahiptir. Nitekim devletin başına gelebilecek en büyük felâketlerden biri, “kâht-ı ricâl”(ricâl kıtlığı) olarak kaydedilir. Bugün de Demirel’in Cumhurbaşkanlığının devam etmesinin zarureti, esasen bir “kâht-ı ricâl” problemi olarak takdim edilmekte. Demirel, “üslûbu”yla, ismi ve maişeti etrafında ördüğü hâleyle, devlet yönetimini ve politikayı bir “ricâl”in varlığı şartına tabi kılan bir zihniyeti sürdüregelmiştir.
“Ricâl”, yani devlet adamları, Osmanlı-Türk devlet mitosunda aynı zamanda “devletli” kişilerdir - yani “kut”un kendilerine nasip olduğu, başına devlet kuşu konmuş, talihli kişiler. Gücünün, imtiyazının makamla mukayyet olmasındaki fânîlik, ricâli, bu gücün bahşettiği fırsatlardan behemahal yararlanmaya sevkeder. Demirel de tam manâsıyla devletlidir; başına devlet kuşu konmuştur ve ona bahşedilen “kut”tan kendi nasibini almak için bu ruhsatı kullanmıştır. Ailesinin müteşebbis fertleri ve “yakını” olan işadamları, sadece klientalizmin değil, bu anlamda bir “devletli” umurunun suretleridir.
Bu yazı yazıldığında, Türkiye siyaset ve medya esnafı, “kâht-ı ricâl” problemiyle terörize olmuş vaziyette, bir 5. Demirel nasıl olur, onu halletmeye uğraşıyordu.
TANIL BORA