Cumhuriyet dönemi Türk romanının iki ana çizgisinden biri olan toplumu anlama ve anlatma eğilimi, 1950’lerden başlayarak politikayla daha fazla ilgilenmiş ve romandaki ezilmiş, mazlum insan tekinin yerini giderek işçiler almaya başlamıştı. Genellikle romantik veya doğalcı akıma bağlı olmakla birlikte, anlatım teknikleri ve biçimsel özellikleri ne olursa olsun, yazarların niyeti toplumsal gerçekleri sergilemek yönündeydi, ama Türk romanında gerçek anlamıyla politik türe dahil edilebilecek örneklerin ortaya çıkışının miladı 12 Mart’tır. O zamana dek görülmedik bir baskı ve şiddeti içeren bu siyasî tarih, romanların, öykülerin, şiirin ve müziğin merkezine yerleşiverdi. Ne var ki, bu yazı içerisinde yalnızca roman alanındaki kırkı bulan 12 Mart konulu edebi ürünlerin, dönemin başkaldıran öznesini, yani devrimci gençliği ve o yılların ekonomik-siyasal-toplumsal yapısını eksiksiz olarak yansıttığını söyleyemeyiz.
Jameson, azgelişmiş ülkelerde bireyin psikolojisini tarihin ve siyasetin belirlediğini ileri sürer. Bu tespitin her coğrafyada ve bütün tarih boyunca geçerli olup olmadığı uzun bir araştırma konusu olmakla birlikte, bir toplumun tarihindeki dönüm noktalarının yeni yaşam tarzları ve yeni insan tipleri doğurduğunu kolaylıkla gözleyebiliriz. Yeni insan tipleri arasında yazarlar da var elbette. Bu özel tarihte, yani 12 Mart’ın sonrasında, öykü ve roman alanında ismini duyuran yazarların önemli bir bölümü ’68 öğrenci hareketi ile ilişki içinde olup, darbenin ardından toparlanmaya başlayan sosyalist örgütlenmelere yakınlık duyan insanlardı. Kendisini devrimcilere yakın hissetme ile hareketin içinde olma arasındaki farklar dönemin ürünlerinde hemen kendisini göstermekle birlikte, 12 Mart romanları, işte tarih ve siyaset tarafından üstbelirlenmiş bu psikoloji ile yazılmışlardı.
Cumhuriyet tarihinin etnik bir kökene dayanmayan bu ilk toplumsal patlamasını siyasî bir bakış açısı ile “gerçekçi” bir biçimde ele almaya çalışan yazarların niyetleri ile verdikleri ürünlerin yansıttıkları ne yazık ki örtüşmez. Gerçek, sol hareketin içinden gelenlerde politik bakışla, gençlere sevgi duyanlarda ise romantik duygularla yer değiştirir, genellikle de insanî boyut öne çıkar. Sonuçta da, romana yansıyan eylemler ve isyan değil, isyanın öznesi olan ’68 kuşağının yenilgi ardından düştüğü durum, en çok da hapishane-işkence anlatıları olmuştur. 12 Mart romanlarının hemen hepsinde, gözaltına alınmış devrimcilerin çektikleri acılar ve giriştikleri hesaplaşma işlenir, ama eylemlerden söz eden roman pek azdır. Sorgu ve hapishane anlatılarının doğal sonucu ise, devrimcilerin edilgin veya mazlum kişiliklerle sunulması olmuştur. Onların neden ve nasıl isyan ettikleri, dünya görüşleri değil, yakalanmalarıyla başlayan yenilgi psikolojileri sergilenir bu romanlarda.
Aslında bir ağıttır 12 Mart edebiyatı. Kökenleri halk masallarına, şarkılarına, türkülerine uzanan ve 12 Mart’la yenilenip geleneğe aktarılan bir ağıt. Masumiyet, yurtseverlik, halkçılık, fedakârlık gibi kavramlar öne çıkınca, dönemin devrimci hareketinden geriye bastırılmış, basit bir gençlik isyanı kalır. İşçi grevleri, köylünün toprak işgâlleri, gençlerin Marksist-Leninist ideolojiye bağlanmaları unutulur gider. Bu somut tarihsel ve toplumsal dönemi yeterince kavramadıkları anlaşılan yazarların dışarıdan bakışları, -siyasî hedefleriyle bir ortaklıkları olmadıkları halde- devrimci hareketle kendileri arasında bir ilişki kurma çabaları, hareketi kendi ideolojik perspektifleriyle damgalamalarına, yani 12 Mart’ın devrimci eylemcisini Kemalizm’e yamamalarına neden olur.
DERGİLER, ROMANLAR
12 Mart’ı kültürel alanda enine boyuna irdeleyen, doğru ve net tahlillerini yapan edebiyat dalı “eleştiri”dir. Bu eleştirinin tarihi, ’60’lı yıllarda Yeni Dergi ile başlayan, ’69’da Halkın Dostları ile manifest bir hale gelip, ’70’lerde Yeni a, Militan ve Sanat Emeği ile açık bir biçimde politikleşen edebiyat dergiciliğinde aranmalıdır. Mesela, darbenin ilk etkileri atlatıldıktan sonra, Nisan 1972’de Yeni a dergisi katılır entellektüel dünyamıza. Yeni a, önüne “burjuva kültürüyle hesaplaşmayı, halkın mücadelesine dayanışma sağlamayı, sınıfsal kökenleri sağlam bir kültürün ve sanatın oluşmasına katkıda bulunmayı” koymuştur. Adnan Özyalçıner, “madem politikadan sözetmek yasaktı, o zaman biz de edebiyat yoluyla düşüncelerimizi dile getirebilirdik. Yaşananları ve yaşadıklarımızı öykü, şiir, eleştiri, kitap tanıtımı, sanat kültür etkinlikleri ve sanatçılarla konuşmalarla kamuoyuna duyurabilirdik. Biz o zaman, 12 Mart muhtırasından sonra yaşananlara karşı çıkmak için bu yöntemi kullanmıştık” sözleriyle daha açık bir biçimde ifade eder o yıllardaki amaçlarını.
Özellikle Murat Belge’nin Birikim dergisi sayfalarında yer alan yazıları, hem 12 Mart romanı, hem 12 Mart sol hareketi, hem de dönemin yapısının analizi açısından önemlidir. Bu yazılara Berna Moran’ın Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış ve Fethi Naci’nin Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişim kitaplarındaki 12 Mart bölümleri ile Asım Bezirci, Atilla Özkırımlı, Rauf Mutluay, Vedat Günyol gibi yazarların dönem romanlarına dair metin incelemeleri de eklenince, ortaya ciddi bir 12 Mart analizi çıkar. Bu nedenle, 12 Mart dönemi edebiyatının ’70’li yıllardaki örnekleri üzerinde durmayı gereksiz görüyorum, ele almak istediğim konu, 12 Mart’ın ve ’68’lilerin o yıllardaki değerlendirilişiyle şimdiki yorumlanışı ve edebiyata malzeme edilişi arasındaki farklılıklar. Yine de, 12 Mart yaşantısını konu alan romanların bir listesini vermek yararlı olur.*
Bu romanlara bakıldığında birkaç temel eğilim görülüyor. Birincisi, olaylara tamamıyla egemen ideolojinin ürettiği nedenselliklerle ve sistemin değer yargılarıyla yaklaşan, devrimcilere kendilerince bir eleştiri getiren romanlar (Gün Döndü, Sancı, Gençliğim Eyvah); sola sempatisi olmakla birlikte, bu somut tarihsel/toplumsal dönemi kavramakta yetersiz kalıp, yitirilmiş gençlere yakılmış birer ağıt olmaktan ileri gidemeyenler (Yaralısın, 47’liler, Yarın Yarın, Bir Uzun Sonbahar, Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları, Tartışma); 12 Mart dönemini içinden yaşamış ya da kavramayı başarmış yazarların dönemin gerçekliğini sergileyen romanları (Gizli Emir, İsa’nın Güncesi, Şafak, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Selimiye Üçlüsü, Grevden Sonra, Haşhaş) ve küçük burjuva aydını konu edinenler (Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar, Büyük Gözaltı, Bir Avuç Gökyüzü, Viski). Bir de, listede yer alan ama 12 Mart dönemini öyküsüne yalnızca bir atmosfer olarak katan romanlar var (Bir Kadının Penceresinden, Zor, Çocukluğumun Soğuk Geceleri).
Bir yanlış anlamaya meydan vermemek açısından vurgulamakta yarar görüyorum; açıkça sağ bir ideoloji ile yazılmış Emine Işınsu ve Tarık Buğra romanları dışında kalanlar, -yukarıda da belirttiğim gibi- zaman zaman gerçekliği tam olarak veremeseler de, 12 Mart öncesi ve sonrasındaki işçi ve öğrenci eylemlerine ya da ’68 kuşağına düşmanca bir tutum almamışlar, tersine onları idealize ettikleri için başarısız olmuşlardır. Elbette buradaki başarısızlık nitelemesini, ele aldıkları tarihsel dönemin gerçekliği ile ilişkileri anlamında kullanıyorum, romanların edebi ve estetik incelemesi bu yazının konusu dışında kalıyor.
’80’LERİN 12 MART’I
12 Mart’ın üzerinden on yıl geçtikten, 12 Eylül darbesi ile devrimci hareket ezildikten sonra, Yeni a ile aynı amaçlarla yola çıkan Bilim ve Sanat ve Yarın dergileri, kendileri ile paralel kulvarlarda faaliyet gösteren Yazko Edebiyat ve -çoğunluğu şiir ağırlıklı- irili ufaklı diğer dergilerle birlikte, ’80’lerin ilk yarısı boyunca sosyalist harekete ve düşünceye karşı yürütülen ideolojik saldırıya direnmeye çalıştılarsa da, dünya sosyalist sisteminin yaşadığı genel bunalımın da etkileriyle giderek ilgi ve tiraj kaybına uğradılar. Dergi ve yayıncılığın ’80 darbesiyle başlayıp 2000’e dek uzanan son yirmi yıllık tarihine baktığımızda, edebiyatın -konumuz özelinde romanın- üretim ve tüketim konjonktüründe önemli değişiklikler olduğunu, alanın giderek kapitalistleştiğini ve bu maddi hayatın entellektüel faaliyetleri de belirlediğini söyleyebiliriz. Yazarlar ürünlerinden, ürünler benzeri ürünlerden ayrıldılar, eleştiri tek tek kitaplar düzeyine inerken, dergilerin bir edebiyat hareketi/okulu olma niteliği de farklılaştı. Eski toplumsal ve ideolojik dürtülerin ortadan kalktığı anda, edebi alan atomize oldu. “Özgürleşen”, “bireyselleşen” ortamda, siyasî alanda olduğu gibi teorinin, estetik tartışmanın, edebiyat tarihi ve sosyolojisinin de önemi kalmadı, çok satarlık ve -biraz da postmodernliğin etkisiyle- haz duygusu egemen oldu edebiyat alemlerine. İşte bundan sonradır ki, mesela Füsun Akatlı, “Ahmet Altan’ın Sudaki İzi’ni siyasal değil, bütünüyle yazınsal düzlemde ele almak gerektiğine” inanabilmiş, akıntıya karşı direnmeye çalışan ve Marksist estetiğin yeni biçimleri üzerinde duran edebiyatçıların bütün çabasına rağmen, artık metinlerde ideoloji ve politika okuması yapılmasının modası geçmiştir. Solun eleştirisi ise “ne ideolojik ne politiktir” yeni anlayışa göre!..
Böylelikle, o güne kadar edebiyat dünyasına egemen olan edebiyat-siyaset-ideoloji birlikteliği sona erdi. Onun yerini alan edebi dalganın siyasî ve ideolojik olmadığını söylemiyorum elbette. Tersine, egemen ideolojinin rüzgârını da arkasına alan yazarlar, geçmiş dönemde yaşananlarla bir “hesaplaşmaya” girdiler. Nedense hesaplaşılan hep solcular ve sol içi ilişkilerdi. Olayların arkasındaki karanlık ilişkiler, derin devletin provokasyonları, ülkücü tetikçilerin kullanılışı bugün apaçık çıktı ortaya, ama, 12 Eylül sonrasında popülerleşen, kendisini entellektüel, hattâ özgürlükçü solcu biçiminde tanıyan yazarların 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerini kavrayışı, solun yanlış politikalarına ve sosyalizmin iflasına dayalıydı.*
Aslında, 12 Eylül darbesinin ardından yazılan ilk 12 Mart romanı olan Bir Düğün Gecesi, o yılların toplumsal ve siyasal analizini edebi anlamda da başarıyla yaparak umutlandırmıştı bizi. Berna Moran’a göre, Bir Düğün Gecesi; “bir yönüyle 12 Mart romanları arasında yer alırken, gerçekçi romandan modernist romana kayışıyla da, daha sonra gerçekçi romandan büsbütün uzaklaşan 1980’lerin romanına bağlanır. Ayrıca, hayal kırıklığına uğramış ve politikaya küsmüş küçük burjuva aydının çıkmazına ve içine düştüğü bunalıma eğildiği için de 1980 sonrası depolitik romana geçiş olma niteliğindedir.”
1983 yılında yayımlanan Tutsaklar, tutuklu gençler kadar onların yakınlarının trajedisini, bireysel tarihlerle toplumsal olayların çatışmasının birlikteliğini, kuşak farklılıklarını işlerken hareketin siyasî boyutunu öne çıkarmaz. Baba-kız, ana-oğul, abla-kardeş ilişkileri gibi evrensel temalar çerçevesinde insan psikolojisini başarıyla deşen Ayla Kutlu, 12 Mart’ın ekonomik ve toplumsal nedenleri üzerinde ısrarcı değildir. Yazar, yaşananları toplumun ortak suçu olarak tespit ediyor ve bir anlamda on yıl öncesinin siyasî perspektiften yoksun hümanist bakış açısını tekrarlıyor denilebilir.
12 Mart döneminin siyasal panoramasını insanların özel hayatlarına paralel olarak tahlil etmek yalnız sol kesimden değil, döneme ilişkin romanlar üreten sağcı yazarların da tuttuğu bir yoldu. Emine Işınsu, Ali’nin ve diğer solcuların eylemlerini kişisel tarihlerinde ve psikolojik bozukluklarında ararken, bu bozuklukları da Türkiye’de giderek yitirilen millî ve manevi değer yoksunluğu ile ilişkilendirmeye çalışır Cambaz romanında. Ekim 1979’da geçen öyküyü 12 Mart dönemine bağlamamızın nedeni de, işte bu yoksunluk tarihinin arkeolojisini yapmak için yazarın 1960’lara dek dönmesidir. Cambaz’da, ideolojik amaçlı bir eylemde ünlü bir işadamını öldüren sol eylemci Ali’nin sonundan başkaları sorumludur. Romanın bilge kişisi (yazar), gençlerin arkasından hayıflanırken, Ali ve onun gibilerin saflıklarından dolayı bir alet gibi kullanıldıklarını söyler; birer kukladır onlar. Romanın olumlu tipi İlhan ise, tersine, kendi değerlerine, Türk-İslam kültürüne sıkı sıkı sarılarak bulmuştur doğru yolu!
Ahmet Altan, inandığı doğrular için mücadele eden küçük burjuva Ali’nin kendisi ile barışık yaşamıyla, gecekonduda oturan Hüseyin’in sığ ve tutucu dünyasını birbirlerini dışlar nitelikte anlattığı Dört Mevsim Sonbahar romanıyla, 12 Mart’a ve devrimcilere karşı ilk ciddi saldırıyı başlatmıştır. İdeolojilerin insan yaşamına aykırılığı tezini ikinci romanı Sudaki İz’de de sürdürür Ahmet Altan. “İradesi ve tutkusu yoktu, bir başka gücün iradesine ve gücüne muhtaçtı” cümlesiyle tanımladığı devrimciler, yazara göre, oradan oraya sürüklenen, bastırılmış cinsellikleriyle bunalmış sorunlu insanlardır. Bu anlamda, birey-toplum-siyaset ilişkilerine getirdikleri bu sığ ve indirgemeci bakışlarıyla, Ahmet Altan ile Emine Işınsu’yu aynı ideolojik çerçeveye yerleştirebiliriz.
1979 Milliyet Roman Ödülünü Orhan Pamuk ile paylaşan Mehmet Eroğlu, kitabının basılması için uzun süre beklemek zorunda kalmıştı. Sanıyorum, yazınsal ortama egemen olan sol kesimin tepkisini göğüslemeye cesaret edememişti yayıncılar. 1984’e gelindiğinde ise, solculara, sosyalizme ve onun değerlerine edebiyat üzerinden saldırmak revaçtaydı. Böylece, 1974 Kıbrıs Harekatına katılıp psikolojik olarak altüst olmuş bir ’68’linin merceğinden bakarak geçmişle “hesaplaşan” Issızlığın Ortasında romanı gün ışığına çıktı. Hemen ardından, onu tamamlayan Geç Kalmış Ölü geldi. Romanında, psikolojik bunalımların ve cinsel tutkuların eşliğinde anlatılan ’68’lilerin ve onların eylemlerinin gerçek niteliğini şöyle tanımlıyor Eroğlu; “bir destan yazmaya kalktınız, ama seçtiğiniz bütün roller Hıristiyan şövalyelerine benziyordu. Hıristiyan mistikliği, Hıristiyan mazohizmi..” Eroğlu’nun karakterlerini tanımlayan özellikler, siyasî duruşları, ulusal özellikleri ve yaşadıkları zaman dilimi değildir. Bu karakterler, yaşamları kayıp bir şahıs etrafında kesişen -ihanet, şehvet ve şiddet dürtüleri ile davranan- polisiyelere özgü sterotipler olarak yaratılmışlardır. Sonuçta Mehmet Eroğlu’nun romanları 12 Mart dönemi gençliğinin değil, yazar özelinde, yeni bir tarihsel ve siyasal durum tarafından belirlenen birey psikolojisinin dışavurumu olarak önemlidir. Romanların yayıncısının 12 Mart’ın en “acıklı” metinlerini üretmiş Erdal Öz olması ise, bu yeni psikolojinin yaygınlığı açısından ilgiye değer.
’90’LARIN 12 MART’I
1984’te Erhan Bener’in Sisli Yaz’ında bir polisiye öyküye fon olan köşe dönücü solcuları ve Gürsel Korat’ın Ay Şarkısı’nın ilk bölümünde değindiği ’68 kuşağı devrimcilerini saymazsak, 12 Mart’ı yaşamış insanların ve eylemlerinin romana ve öyküye yansıması neredeyse 1999’a kadar unutuldu. Yeniden ortaya çıktıklarındaki suretleri ise, ne yazık ki, pek iyi resmedilmemişti. Onları konu edinen metinler arasında en kötüsü Attila İlhan’ın Yengeç Kıskacı adlı uzun öyküsüdür. Bu derme çatma burjuva, bürokrat ya da eski solcu tiplemeleri ve gazetelerde sıklıkla dile getirilen tarzda bir rüşvet öyküsüyle sistem eleştirisi yaptığını söyleyebilmek her yazarın cesaret ve cüret edebileceği bir şey değil. Sırf ilgi çekmek amacıyla eklenmiş darağacı düşleri, Deniz, Sinan, Mahir, Hüseyin, Ulaş, ’68, FKF sözcükleri metinde öylesine eğreti, yazarın o yıllar ve yaşananlara ilişkin bilgisi öylesine dışardan ve sığ ki, kendinizi bir pulp fiction ile başbaşa hissediyorsunuz.
Kendi deyişiyle “siyasetin karmaşası içinde yükselen ya da kaybolanların ara hallerini anlatan, acı ya da hasret çeken insanların bugüne kadar dile getirilemeyen açmazlarını anlatan bir roman” tasarlamış Timur Ertekin. Bunun için de sıklıkla kendi yaşam deneyimlerine başvuruyor. Şamanın Üç Soygunu, tanık gösterilen bütün adlara, yazarın apaçık siyasî geçmişine, yani gözümüze sokulan yaşanmışlığına rağmen, bu yaşanmışlığı romandaki yaşantının yaşanmışlığı duygusuna dönüştüremiyor. Bütün roman boyunca, örgüt arkadaşlarıyla yaptıkları sonu ölümle biten bir soygunu hatırlayan ’68 kuşağı devrimcisinin sorunlarla dolu bugünkü yaşamına tanık oluyoruz. Sürekli geçmişi ile hesaplaşma içinde olan, işkencecisi ve onun çekici karısı ile garip ilişkiler geliştiren kahramanımızda intihar ve ölüm neredeyse bir saplantıya dönüşürken, ortaya popüler Amerikan sinemasına benzer bir kurgu çıkıyor. Romanda uzun bir yer kaplayan hapishane yaşantısı ile olayın geçtiği bugün arasında kalan döneme hiç değinilmemesi ise, akla “daha önceleri nerelerdeydiniz” sorusunu getirmiyor değil!..
1999’un sürprizi Tahir Abacı’nın İkinci Adım romanıdır. Siyasî bir dönemi konu edinmesine rağmen, apaçık siyasî mesajlar taşımaz bu metin. Yazar, anlatmak istediklerini karakterlerinin maddi pratikleri üzerinden yansıtma yolunu seçmiş. Ancak, bu gibi önemli tarihsel dönemlerin ve teorik meselelerin edebi bir metinde yansıması çok kolay değil. Elbette bir romandan olup biten her şeyin bilimsel bir analizini yapması beklenemez, ama, 12 Mart gibi önemli bir tarihsel/toplumsal sürecin atmosferini okuyucuya daha iyi hissettirebilmek için, İkinci Adım’ın olay örgüsünün daha iyi dokunması gerekirdi diye düşünüyorum..
Erendüz Atasü’nün Gençliğin O Yakıcı Mevsimi romanında ise, birbirine paralel akan, benzer sorunlar yaşayan iki ilişki var; ilki ’68 kuşağından gelen Tomris ve Turhan, öteki ise -bir sonraki kuşaktan- Ayşe Aysu ve Ferit’e dair. ’68 kuşağı ile kendilerinden sonra gelenler arasında bağlar kuran öykü, Timur Ertekin’in ’68’li tipinin unuttuğu yılları da ihmal etmeyerek, bugünün yükselen değerleri karşısında tutunma şansı olmayan insanların trajedisini tarihsel ve toplumsal gerçekliği içinde ele almayı başarıyor.
BUGÜNKÜ EDEBİYAT DÜNYASI
2000’li yıllara başlarken, edebiyat dünyasındaki değişim yönünü belirlemekte özel bir siyasî tarihin işlenişindeki farklılıkları tanımlamak yeterli olmayabilir. Mesela, yalnızca tarih ve fantazya peşinde koşan genç kuşağın değil, 1970’lerde 12 Mart’a ve o dönemin gençlerine dair romanlar yazıp övgüler düzen yazarların da artık siyasî konuların yakınından bile geçmemeleri, topluma egemen olan ideolojinin ve bu coğrafyada yaşayan yazar-birey psikolojisinin başka bir göstergesi olarak düşünülmelidir. Siyasî olanla ilgilenmenin kirli ve demode olduğuna ilişkin yaygınlaşmış ön kabulün sonucu, diğer bütün alanlarda yaşanan yukarıdan aşağıya restorasyon, edebiyattaki yansımasını, toplumsal olana sırt çeviren, gerçekçiliği terk edip postmodernist çizgiyi fetişleştiren yeni bir roman akımında buldu diyebiliriz. Kendisine gerçeklikle ilgili süsü veren romanlardan yansıyan gerçeklik de ayrı bir tartışma konusu. 12 Eylül’den sonra yazılan ve politik yaşama da değinen romanların yazarlarının aklına; dramatize edilmiş işkence sahnelerinin, geçmişle girilen “tarihsiz” bir hesaplaşmanın, karşı tarafı olmayan silahlı eylemlerin ve artık politik kimliğini yitirmiş küçük burjuva bireyin intiharı saplantısının geldiğini görüyoruz. Sanki 1960’lardan ’80’lere dek bu ülkede hiç toprak işgâlleri olmamış, büyük işçi grevleri düzenlenmemiş, gecekondu direnişleri yaşanmamış, sendikal mücadeleler örgütlenmemiş, üniversite gençliği politik hayatı kitlesel eylemleri ile sarsmamış ve Taksim, Maraş, Çorum gibi katliamlar görülmemiş gibi, yazarlar, devrimci hareketin öznesi olarak gördükleri küçük burjuva devrimcisinin birkaç “silahşorvari” pratiğini ele alıyorlar bugün.
Kendisine kapalı bir gerçeklik ve bütünsellik iddiasına dayalı olan klasik gerçekçi edebiyatın eskidiğini, gerçekliğin artık farklılaştığını ve bütünsel olmadığını söyleyenler, parçalanmış bir dünyayı anlatan bugünün postmodern romanının daha gerçekçi ve yenilikçi olduğunu ileri sürüyorlar. Oysa, yazarın niyetinden bağımsız olan yenilikçilik ve bir edebi ürününün gerçekten yeni olup olmadığı meselesi ancak tarihin karara bağlayacağı bir iş. Tarihin verili bir anında yenilik gibi görünenlerin kısa bir süre içerisinde yıprandığını, sıradanlaştığını ve anlamını yitirdiğini kanıtlayan örneklerle dolu edebiyat müzeleri. Yalnızca teknik yenilikler, ilginç buluşlar ve dilsel oyunlar da kalıcı bir yeniliğin teminatı sayılmamalı.
Yeniden 12 Mart bahsine dönersek, o dönemin siyasî hareketine ve edebiyat ürünlerine yöneltilen en keskin eleştirinin “bireyin ihmal edilmesi” noktasında olduğunu söyleyebiliriz. Bu tarz eleştiriler, varolan toplumsal formasyon içerisinde doğru olarak görünse bile, tarihin farklı bir evresinin bugünkü kavramlarla değerlendirilmesinde ciddi bir çelişki çıkar ortaya. Edebi veya tarihsel bir metnin insanî pratikler yerine bütün zamanlara yayılmış soyut kuramlardan yola çıkması, o metnin gerçek tarihselliğini saptıran, bozan, değiştiren bir yaklaşımdır. Hangi bireyi anlatabilirdi ’70’lerin romanları? Tarihsel ve toplumsal bir olayı küçük burjuva entellektüelinin mutlaklaştırılmış bireyselliğiyle açıklamak mümkün müydü? Bugün bile Türk toplumu şu fetiş kategorimiz “birey”den yola çıkılarak kavranabilir mi?
Bütün kültürel oluşumlar gibi, edebiyat ve sanat ürünleri de yalnızca edebi ve sanatsal alanlar içinde filizlenmezler. İdeolojilerin öldüğünü, politikanın giderek önemsizleştiğini ilân eden yeni dünya düzeninde, medyanın görüntü ve haber bombardımanına marûz kalan bizler, meta üretiminin geldiği devasa boyutlar ve teknolojik gelişmeler karşısında; “çatışmalı bir gerçeklik içinde yabancılaşmış değiliz artık, kesin ve çelişkisiz bir gerçeklik tarafından dışlanmış bulunmaktayız!..” Türkiye’de son yirmi yıldır egemen olan roman okuma ve yazma kültürü, gerçeklere sırtını çeviren, görmeyen/duymayan/konuşmayan bir toplumsal yapı ile birbirini karşılıklı besleyerek gelişti. Yazarlar da aynı sürecin birer ürünü olarak değerlendirilebilir. Bütünü oluşturanlara göz atarsak, yayıncılar, kitabevleri, eleştirmenler, ödül müesseseleri, akademik kuruluşlar, dergiler, gazete ve televizyon kanalları, çevirmenler ve okuyucular da çıkar karşımıza. Saydığım bütün bu ögeleri kapsayacak biçimde; gündelik, siyasî ve edebi hayatların birbirinden bütünüyle ayrıldığı entellektüel bir şizofreniyi yaşıyoruz birlikte. Pratiklerimizin bir ön kabule dönüşen bu parçalanmışlığı, ideolojik ve politik sorgulanamazlığı, egemen ideolojiye ve onu yaratan sisteme boyun eğmek zorunda kalmışlığımızın, daha da kötüsü, onun nimetleriyle -sessizce- uzlaşmışlığımızın bir kanıtı olarak dikiliyor karşımıza.
Son yirmi yılın toplumsal bilançosunda on binlerce insanın hayatını yitirdiği, çok daha fazlasının evini barkını terk edip göçe zorlandığı, gencecik insanların cezaevlerinde, yargısız infazlarda katledildiği, çetelerin en üst düzey yetkililerce korunduğu, yoksul kesimlerin giderek daha yoksullaştığı apaçık görülürken ve bu ülke aydınları düşüncelerinden dolayı mahkûm olup zindanları doldururken, böyle bir toplumsal yaşama, edebiyat ve sanat ürünlerinin de ayak uydurmasını, edebiyatın bu denli özerk olmasını, yaşananların romana yansımamasını kabullenmek pek mümkün görünmüyor. İşte böylesi anlarda, siyasî alanda ardına düştüğümüz gerçeklerin edebiyat ve sanata da yansımasını talep etmek, sanatı politikanın emrine vermek değil, sanata siyasî bir perspektiften de bakabilmektir.
(*) 1970-1980 Arası 12 Mart ve ’68’lilere değinen romanlar: Melih Cevdet Anday, Gizli Emir (1970), Oğuz Atay, Tutunamayanlar (1971), Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar (1973), Çetin Altan, Büyük Gözaltı, (1973), Çetin Altan, Bir Avuç Gökyüzü (1974) Melih Cevdet Anday, İsa’nın Güncesi (1974), Hakkı Özkan, Grevden Sonra (1974) Tarık Dursun K., Gün Döndü (1974), Erdal Öz, Yaralısın (1974), Sevgi Soysal, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti (1974), Füruzan, 47’liler (1974), Lütfü Kaleli, Haşhaş (1974), Emine Işınsu, Sancı (1974), Sevgi Soysal, Şafak (1975), Çetin Altan, Viski (1975), Pınar Kür, Yarın Yarın (1976), Samim Kocagöz, Tartışma (1976), Oktay Rıfat, Bir Kadının Penceresinden (1976), Demir Özlü, Bir Uzun Sonbahar (1976), Sevinç Çokum, Zor (1976), Yılmaz Güney, Selimiye Üçlüsü (1979), Tarık Buğra, Gençliğim Eyvah (1979), Demir Özlü, Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları (1979) , Tezer Özlü, Çocukluğumun Soğuk Geceleri (1980).
(*) 1980-1999 arası 12 Mart ve ’68’lilere değinen Romanlar: Adalet Ağaoğlu, Bir Düğün Gecesi (1982), Emine Işınsu, Cambaz (1982), Ahmet Altan, Dört Mevsim Sonbahar (1982), Ayla Kutlu, Tutsaklar (1983), Mehmet Eroğlu, Issızlığın Ortasında (1979-1984), Mehmet Eroğlu, Geç Kalmış Ölü (1984), Erhan Bener, Sisli Yaz (1984), Ahmet Altan, Sudaki İz (1985), Bilge Karasu, Gece (1985), Gürsel Korat, Ay Şarkısı (1998), Timur Ertekin, Şamanın Üç Soygunu (1999), Attila İlhan, Yengecin Kıskacı (1999), Tahir Abacı, İkinci Adım (1999), Erendüz Atasü, Gençliğin O Yakıcı Mevsimi (1999).