Aslî Kurucu Unsur “Mertebesinin“ Sorunları

Türkiye’de Kürt çevreleri içinde, dönem dönem dile getirilen taleplerden birisi, Kürtlerin de Cumhuriyetin aslî kurucu unsuru olduklarının resmen tanınmasıdır. Abdullah Öcalan’ın, 1980’lerin sonlarına doğru kendisiyle yapılan söyleşilerde özellikle dile getirdiği bu talep, Öcalan’ın yakalanmasından sonra başlayan yeni süreçte birçok kişi ve örgüt tarafından sistemli biçimde ifade ediliyor. Türkiye’de “Kürt realitesinin” Türkiye Cumhuriyetinin aslî kurucu unsuru olarak tanınması talebi, bazı Kürt çevrelerinde, bütün diğer taleplere bütünlüğünü veren, merkezî bir konum işgâl ediyor. Bunun yakın tarihte bir örneği, Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla Türkiye’ye gelip teslim olan grubun DGM’deki savunmasında belirtilen görüştü: “[Türkiye’ye geliş tarihî olarak] 29 Ekim gününü seçişimizin nedeni Cumhuriyetin 76. kuruluş yıldönümünde Kürtler’in de kurucu öge olarak kuruluşunu gerçekleştirdikleri, ortak vatanda özgürce yer almak istemlerinin sembolik bir adımını gerçekleştirmektir. Cumhuriyet kurulduğu zaman Türkler ve Kürtler onun aslî kurucu üyeleri idiler. Fakat, kuruluş sonrası Kürtler Cumhuriyet’ten dıştalanarak kültür ve dilleri üzerine de yasak getirilmesi sonucu, bu birlik ciddi bir yara aldı”.[1]

Daha yakın bir tarihte, 31 Mayıs 2000’de Paris’te Fransız Ulusal Meclisi binası içinde yapılan Kürt sorunu konulu toplantıda, PKK temsilcisi olarak Rıza Erdoğan’ın yaptığı konuşmada da aynı çizgi hâkimdi. Erdoğan, “Türkiye’de Kürt sorununun çözümü için Kürt-Türk diyaloğunu zorunlu görmekteyiz; tarafların birbirlerini yadsımadan Cumhuriyetin aslî kurucu üyelerinden olan Kürt halkının ulusal kimliğini tanıması, anayasal vatandaşlık, halkların özgür ve gönüllü birlikteliğinin sağlanması temelindeki adımlar toplumsal uzlaşmayı geliştirecek ve barışçıl çözümü ortaya çıkaracaktır” diyordu.[2] Erdoğan’ın konuşmasında, aslî kurucu üye” kavramıyla “anayasal vatandaşlık” kavramının birbirlerini tamamlamadıkları, hattâ çelişkili olduklarına dikkat edilmiyor. “Aslî kurucu üye” tamlaması, konuşmada yer alan başka tamlamalara bütünlüğünü veren bir üst tamlama konumunda. Bu ise, anayasal vatandaşlık kavramı veya herkesin siyasal topluluğun eşit ve ortak üyesi olduğu etnik veya kültürel çağrışımı olmayan demokratik yurttaşlık kavramlarına göre, önerilenin ne derece ve kimin için özgürleştirici olduğu sorusunu gündeme getiriyor.

Türkiye’de ve yurtdışındaki birçok toplantıda, Kürtler adına konuşanların önemli bir bölümünün, içinde bulunduğumuz dönemde, idam cezasının kaldırılmasının yanında neredeyse tek hedefinin, bu talebin diğer kesimlerce de kabûlünü sağlamak olması, bu talebin içerdiği farklı sorunları düşünmeyi gerekli kılıyor. Böyle bir tanınma talebi sadece bir tarihî olguya gönderme yapmayıp, esas olarak bir gelecek tasarımı içeriyor. Bu gelecek tasarımı, çoğu kez sol, sosyalist bir söylem içinden ifade edilse de, “aslî unsur olarak tanınma” talebine hâkim olan içerik milliyetçilik. Bu milliyetçiliğin muhafazakâr-dindar boyuttan dile getirilen bir başka türü de var. “Aslî kurucu unsur” tamlaması, farklı siyasal konumlardan, ama milliyetçi perspektif içinden ifade ediliyor. Böyle bir milliyetçi bakış açısının kendi içinde bir meşrûiyeti olabilse de, onun kaçınılmaz olarak milliyetçiliği en yüksek değer olarak kabul eden bir noktadan ve sadece bu noktadan değerlendirilmesini gerekli kılmaz. Milliyetçi bir dünya görüşüne sahip olmak ne kadar meşrûysa, bu tavrı sol-sosyalist düzeyden eleştirmek de bir o kadar meşrûdur. Ömer Laçiner’in Birikim’in bu sayısındaki Kürt milliyetçiliği çözümlemesinin somut bir tezahürü olan “aslî kurucu unsur” önermesi, sosyalist perspektiften değerlendirildiğinde önemli sorunlar içeriyor. Bu yazıda, aslî kurucu unsur olarak tanınma talebinin içerdiği sorunları yakın tarihimiz çerçevesinde değil, gelecekle ilgili olarak ele alacağız.

Kürtlerin de Türkiye Cumhuriyetinin aslî kurucu üyesi olduğunu bugün iddia eden bütün girişimler, hemen hemen standartlaşmış biçimde, Osmanlı düzeni içinde Türk ve Kürt unsurlarının beraberliğini vurgularlar. Çoğu zaman tarihte daha geri gidip, Türklerin Anadolu’ya girmesiyle ve özellikle Malazgirt savaşıyla bu ittifak başlatılır. Kürtler içinde egemen olan tarih yorumuna göre, Selçuklulara Anadolu kapısının açılması Kürtlerin sayesinde olmuştur. Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerinden Cumhuriyet’in ulus-devlet biçiminde kurulmasına kadar “Kürtler her zaman Türklerin yanında olmuşlardır”. Muhafazakâr cepheden Abdülmelik Fırat bunu şöyle ifade eder: “Kaldı ki Kürt halkının, bu topraklarda gelip yerleşmesi için Türk halkına yardım ettiği tarihî bir gerçektir. Asırlar boyu Türk halkına dışarıdan yapılan her saldırıya, Kürt halkı daima karşı koymuş ve beraber olmuştur.”[3] Abdullah Öcalan bunu kestirmeden şöyle ifade eder: “Türkler’in Anadolu’ya girişi, yerleşmeleri, devletleşmeleri, imparatorluk haline gelmeleri, çözülüş süreci ve Cumhuriyet’le birlikte daha da ileri bir uluslaşmayı yaşamaları, etle tırnak kadar Kürtlerle bağlantılıdır.”[4]

Tarihî olguların günün amaçlarına göre yorumlanması, belki tarihin kaderidir. Ama, ulusal kimliğin çok cılız biçimde oluştuğu 19. yüzyılın ikinci yarısından önce, bilinçli bir Kürt ulusal kimliğinin (ve Türk ulusal kimliğinin) var olduğunu kabûl eden bu tür yaklaşımlar, tüm milliyetçiliklerde olduğu gibi, Türklük ve Kürtlük kategorilerini tarihî olarak mutlaklaştırıp, neredeyse tarih dışı kategori konumuna oturturlar. Bu, genel olarak, milliyetçi bir sorunsaldan hareketle yeniden yazılan tüm tarihlerde bulunan bir çarpıklıktır. Çarpıklık da olsa, bazı durumlarda bu hayalî tarih içinde bulunulan dönemin bazı sorunlarını çözmeye yarar. Kürtlerle Türkler tarihte ilk karşılaştıkları dönemden beri kardeştir önerisinin böyle bir yararı olabilir. Ama bu, o dönemdeki yorumlama gereğine uygundur ve bir anda tam tersine de kullanılabilme olanağını içinde barındırır.

Kürtlerin Türkiye Cumhuriyetinin aslî kurucu unsuru olarak tanınmaları talebinin dayandığı, daha gerçekçi tarihî arka planda, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Osmanlı devletiyle yerel Kürt güçleri arasındaki zımni ittifak ve özellikle Lozan Antlaşması’na giden süreçte, başta Mustafa Kemal olmak üzere, Ankara hükümetinin yöneticilerinin çeşitli vesilelerle yaptıkları beyanlar yer almaktadır. Sevres Antlaşması’nın içerdiği özerk Kürdistan fikrine karşı temkinli davranan TBMM hükümeti, İsmet İnönü’nün daha sonra ifade ettiği gibi, Lozan’da tezlerini “biz Türkler ve Kürtler diye bir millet olarak” savunur.[5] Daha çok Musul vilayetinin Türkiye’ye iade edilmesi gereğini desteklemek için yaptığı konuşmalarında İsmet İnönü, “Kürt soyu gibi üstün bir soy” tabirini kullanmaktan çekinmez. Ama aynı zamanda, Kürt halkının İran kökenli değil, “Turan kökenli olduğunu” Encyclopedia Britannica’ya dayanarak iddia eder! 23 Ocak 1923’de İnönü’nün Lozan’da okuduğu bildiri, Kürt sorunu konusundaki Ankara hükümetinin taktik tavrını çok iyi özetler. Bir yanda, Yezidilerin de Kürt olduklarını, aynı gelenek ve göreneği paylaştıklarını, aynı soydan gelmekle beraber aralarında “mezhep farkı” olduğunu belirttikten sonra, Kürtlerin Turan kökenli olduklarını iddia edip, şöyle devam eder: “Zaten, Anadolu’yu tanımlarken bilirler ki, gerek töre, gerek gelenek bakımından, Kürtler, hiçbir yönden Türklerden farklı değillerdir; ayrı diller konuşulmakla birlikte, bu iki halk soy, inanç ve görenek bakımından tek bir bütün meydana getirmektedir.”[6] Konuşmasının daha ilerisinde, Musul vilayetindeki “kardeşlerin anayurda bağlanması” gereğini dile getirirken iki halk olgusuna daha açık biçimde vurgu yapar: “Yüzyıllardır bu iki halk, soy, inanç, özlem ve töre bakımından olduğu kadar, gelenek ve görenek bakımından da ortak bağlarla birleşmiş olarak tam bir uyum içinde yaşamaktadırlar; Kürtlerin kendi istekleriyle Türk yönetimi altına geçtiklerini ve kaderlerini Türkiye’nin kaderine bağladıklarını göstermektedirler. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir; çünkü, Kürtlerin gerçek ve meşrû temsilcileri Millet Meclisine girmiştir ve Türk temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar.”

Musul sorunu gündemdeyken, daha çok İngilizlerin “Kürtler Türklerle beraber yaşamak istemiyorlar” tezlerini çürütmek için geliştirilen bu siyasal tavır, daha ileride uygulanacak Türkleştirme politikalarına açık kapı bırakmayı da ihmal etmeyen, taktik bir tavırdır. Aynı zamanda, Birinci Meclis içinde Musul’un İngilizlere “satıldığını” ve Kerkük, Süleymaniye ve Musul’un terk edilmesiyle “Kürtlerin vatanının bölündüğünü” iddia eden Kürt milletvekillerini yatıştırmak amacı da gözetilmektedir.

Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyetinin programında ve Sivas Kongresi beyannamesinde (11 Eylül 1919) ifade edilen “anasırı İslamiye”nin özkardeşliği ve Mondoros Mütarekesi’nde tespit edilen sınırlar içinde kalan, “her noktası İslâm ekseriyeti kahiresi ile meskûn olan memaliki Osmaniye aksamı yekdiğerinden ve camiai Osmaniyeden gayri kabili tecezzi ve hiçbir sebeple iftirak etmez bir kül teşkil eder” görüşü, Ankara hükümetinin uluslararası camiada bağımsız bir devlet olarak tanınmasına kadar dile getirilecektir. Çünkü hazırlıkları yapılan Sevres toplantısındaki tezlerin esas olarak Osmanlı devleti içindeki “unsurların” bağımsız devlet kurmaları olacağı bilinmekte ve buna karşı önlemler alınmaya çalışılmaktadır. Ayrıca, 1908’den itibaren patlak veren Kürt isyanları ve oluşmaya başlayan Kürt ulusal hareketi karşısında, son Osmanlı yönetiminin tecrübesini haiz Ankara hükümeti kadroları için bir ölüm-kalım tehlikesi vardır. 20-22 Ekim 1919’da Amasya’da, İstanbul hükümeti ve ARMHC temsilcileri arasında yapılan anlaşmanın tutanaklarında yer alan görüş, bu endişeyi açıkça dile getirir: “Kürtlerin serbest gelişmelerini sağlayacak şekilde sosyal ve geleneksel haklar yönünden imtiyazlara nail olmaları da desteklenip, yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığı adı altında yayılmakta olan yalanların önüne geçmek için de, bu noktanın şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü.”[7]

Kürt milliyetçiliğinin 1908 devriminden sonra hızla yükselişini yakından bilen ve bu milliyetçiliğin halk arasındaki taşıyıcılarının da Kürt şeyhleri olduğunu, dolayısıyla esas olarak İslâmi tınılı bir milliyetçiliğin hızla yayıldığını gören[8] Ankara hükümeti için, kurulan yeni devletin Türklerin ve Kürtlerin devleti olduğunu beyan etmek taktik bir zorunluluktu. Mustafa Kemal tarafından temsil edilen siyasî proje, ilk elde, siyasî birliğin zeminine toplumsal, kültürel ve etnik farkları aşan bir kategori olarak İslâm dinini yerleştirir. Mustafa Kemal’in Meclis’in gizli oturumunda ifade ettiği, “bizce kat’i olarak muayyen bir şey varsa o da hududu millî dahilinde Kürt, Türk, Laz, Çerkes vesair bütün İslâm unsurlar müşterekilmenfaadır” görüşü, kısa zamanda homojen bir millet tanımına dönüştü. Bundan sonraki dönemde, “Türk vatanında Kürt yoktur” şeklinde ifade bulan görüş 1920’lerin sonlarından 1990’ların ilk yıllarına kadar devlet söylemine egemen olacaktır.[9] Bunun yanında, Lozan’da tanınan azınlıkların ise, “Türk vatanında yabancı unsurlar olarak” varlıkları kabul edilecektir.

Bugün Kürtlerin bir kesiminin Türkiye Cumhuriyetinin aslî kurucu unsuru olarak tanınmaları talebini canlandırmaları, milliyetçi duruşlarının yarattığı ikilemi aşmak için buldukları ara bir çözümdür. Kürt milliyetçiliği açısından iki ana çıkış yolu vardır. Birincisi, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini savunup, bağımsız bir devlet kurma talebini de içeren, ayrılıkçı tavrı benimsemektir. İkincisi ise, Kürtlerin bir etnik azınlık olarak tanınmalarını ve Lozan azınlıklarına benzer haklara sahip olmalarını talep eden azınlık hakları tavrıdır.

Birinci yönün, belli dönemlerde Kürt hareketlerinin sözcüleri tarafından dile getirildiğini biliyoruz. Özellikle 1990-92 aralığında, PKK’nın askerî olarak güçlü göründüğü dönemde, bağımsız bir Kürt devletinin kuruluşunun yakın olduğu türünde beyanları, PKK’nın yarı resmî organlarında okumak mümkündü. Resmen açıkça benimsenmemiş de olsa, bu bağımsızlıkçı tavır, Kürtlerin aslî kurucu unsur olarak tanınması talebini dile getirmeye doğal olarak gerek duymuyordu. Çünkü böyle bir talep, bağımsızlık talebiyle çelişkili olurdu. Kürtlerin bağımsız bir ulusal devlet kurmalarının yakın olduğu ve bunun en zayıf halka olan Kuzey Irak ve Güneydoğu Türkiye’de gerçekleşmesi ihtimalinin 1990’ların ortasından itibaren hızla zayıflamasıyla, en azından Türkiye’deki Kürtlerin arasında, bağımsız bir Kürt devleti kurma projeleri dile gelmez oldu. Dolayısıyla “kurucu unsur” olarak tanınma talebinin önündeki bir engel kalktı.

İkinci yön, yani Kürtlerin de Lozan azınlıkları gibi ama dinî olmak yerine etnik azınlık olarak tanınması ve bu çerçevede dil, eğitim hakkı gibi kültürel haklardan yararlanmaları talebi, Kürtler arasında hiçbir zaman geniş bir etki yaratmadı. Resmî azınlık olarak tanınarak, Türkiye’deki Ermeni, Rum, Yahudi azınlıkların konumuna düşme “tehlikesinin” bilincinde olan Kürtler, nüfusları diğer “azınlıklara” oranla kıyas edilemeyecek kadar büyük olsa da ve tam da bu nedenden dolayı, bu azınlık statüsünün, “apartheid” benzeri bir ayrımcılığa yol açabileceğinin bilincindeydi. Ayrıca var olan sisteme entegre olmuş Kürt seçkinleri için, böyle bir azınlık konumuna geçmek, şimdiki durumlarından çok daha geriye düşme riskini de taşıyordu. Kürtlere azınlık statüsü talep ederken, aynı zamanda Kürtlerin aslî kurucu unsur olarak tanınmalarını önermek, kendi içinde çelişkili bir durum olacaktı. Lozan azınlığı statüsünün cezbedici olmaması, aslî kurucu unsur olarak tanınma talebinin olgunlaşmasını mümkün kıldı.

Kürtler için ayrılıkçılığı veya azınlık statüsünü savunmayan, ama Kürt milliyetçiliği hattında siyaset yapmaya devam etmek isteyenler için, geriye “Türk konumunu” Türklerle paylaşmak talebini dile getirmek, yani egemen ulus konumunu talep etmek yolu kalıyordu. Bu nedenle, 1920-23 aralığında, ARMHC’nin ve daha sonra Ankara hükümetinin taktik nedenlerle dile getirdiği, çok-uluslu İslâm birliği projesinin bir alt ürünü olan, Türkler ve Kürtlerin aslî kurucu üye oldukları Türkiye Cumhuriyeti imajına ısrarla sarılmaya başlandı. Ama bu durumda, Cumhuriyetin 1924 Anayasası’nda açık ifadelerini bulmaya başlayan, etnik vurgulu Türk milleti tanımına doğru yapılan keskin dönüşü izah etmek zorlaşıyordu. Örneğin, “Kürtler ve Türklerin dilleri ayrı iki kardeş halk” olduğunun beyan edilmesinin üzerinden bir sene geçmeden, Anayasa’nın 12. maddesinde, milletvekili seçilme koşulları arasında, “Türkçe okuyup yazma bilmeyenler milletvekili seçilemezler” kaydı yer alacaktı. Bundan sonra hızlanan Türkleştirme politikaları, birçoğu İttihat ve Terakki döneminde tartışılan, öngörülen ve kısmen uygulamaya sokulan önlemlerden oluşuyordu. Lozan öncesi ve sonrasındaki “dönüşü” izah etmek için öne sürülen emperyalizmin oyunları ve benzeri dış etmenler yerine, bu sürekliliğin vurgulanması daha doğruydu. Ama bu defa 1920-1923 aralığı önemsizleşecekti. Bu nedenle, “aslî kurucu unsur” üzerine kurulu Kürt söylemleri, 1920-23 aralığını uzun bir tarihin doğal sonucu olarak ele almayı tercih ettiler.

“Türk”lüğün anayasada, “Türkiye’de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir” biçiminde tarifi, etnik vurgusu ikinci plânda kalan, “anayasal vatandaşlık” kavramına uygun bir vatandaşlık sıfatı olabilirdi. Ama bu tanımlamanın, temsil etme hakkı seviyesinde ayrıca bir dille pekiştirilmesi, vatandaşlık tanımının içine açık bir etnik-kültürel özellik katıyordu. Sürekli olarak etnik kimlikle hukukî kimlik arasında savrulacak olan ve devlet yönetiminin eline, işine geldiğinde etnik-kültürel kimliği veya hukukî aidiyet kimliğini öne çıkarma imkânı veren bu muğlaklık, aslında tasarlanmış bir muğlaklıktı. Daha sonra birçok örnekte bulacağımız, asimilasyoncu milliyetçiliğin zeminini oluşturuyordu. Asimilasyon dinî temelde devam ettiği için, dinî azınlıklar karşısında ise dışlayıcı (ayrımcı) milliyetçilik devreye girdi. Asimilasyoncu milliyetçilik Kürtlere o muğlak “Türk” şemsiyesi altında eşit yer edinme olanağı sundu. Buna karşılık, dışlayıcı milliyetçilik Müslüman olmayan azınlıklara karşı yürürlüğe girdi.

Bu çerçevede, ne ayrılıkçılığı savunan ne de resmî azınlık statüsünü talep eden bir milliyetçi Kürt duruşu için, tutunulacak tek dal, Kürtlerin de bu özgül Cumhuriyet düzeninin aslî kurucu unsuru olarak tanınmalarını talep etmekti. Bu yolla, “Türk vatandaşı” kavramının taşıyıcısı olduğu etnik ve siyasal ikili aidiyetin sorunlarını aşmak öngörülüyordu. İki ulusal unsurun birlikte egemenliğini savunarak, Türk milliyetçiliğine cephe almadan, mevzi kazanmak tasarlanıyordu. Böyle bir cepheden çatışmaya girmemek için, 1924 sonrası tarihini esas olarak Türklerin Kürtleri ezmesi tarihî olarak sunan aşırı milliyetçi Kürt tarih okumasına karşı mesafeli davranılmaya başlandı. 1924 sonrasında Kürt-Türk ittifakının bozulmasında dış etkenler, özellikle İngiliz parmağı ve genel olarak emperyalizm öne çıkarıldı. Daha ilginç bir yorumu, Abdülmelik Fırat dile getiriyor. “Üst düzeyde Türkiye’yi yönetenlerin hiçbirinin Türk olmadığı; ne mutlu Türküm diyenlerin diğer etnik grupların dönmeleri” olduğunu iddia ederek, Kürt-Türk sorununun aslında “gerçek etnik kimliğini ve dinini gizleyen ve kamufle eden, aşağılık kompleksine girmiş kişiler”den kaynaklandığını iddia ediyor.

Fırat’a göre, “Kürt dönmeler, Laz dönmeler, Boşnak dönmeler, Gürcü dönmeler, Arap dönmeler, Rum dönmeler, Ermeni dönmeler, Yahudi dönmeler [Çerkez, Arnavut, Çeçen, vs...dönmeler nedense burada unutulmuş!] birbirlerini sıkı sıkıya tutarlar ve Türklerden uyananlar olursa hep bir ağızdan ‘Vatan, Millet, Sakarya’, ‘Bir Türk Cihana bedeldir’ naralarını atarak onu gaflet uykusuna yatırırlar.”[10] Burada hem özcü bir yaklaşımın varabileceği ırkçı tavrın mükemmel bir ifadesini bulduğumuz gibi, aynı zamanda gerçek Türkler, gerçek Kürtler ve diğer gerçek kalmış, bozulmamış ırklar ve dinî kimlikler üzerine kurulu bir siyasal yapının, Türklerin de gerçekten iktidarda olmalarını sağlayabileceği imâ edildiğini görüyoruz. Osmanlılar döneminden beri, aslında devşirmeler tarafından yönetilen Türklerin kurtuluşu da, “etnik kimliklerine ve dinlerine yabancılaşmış bu dönme sınıfının” iktidarına son verilmesinden geçmektedir. Fırat’ın eleştirdiği, 1924 Anayasası’nın tanımladığı vatandaşlık kimliği olarak Türklüğün, kimin gerçekten ne olduğunun bilinmesine olanak sağlamayan, gizleyici yanıdır ve Fırat’a göre, bu durumdan “hakiki Türkler ve hakiki Kürtler” kaybederek çıkmaktadır. Abdülmelik Fırat’ın bu yorumu, ırkçı tezlere savrulan milliyetçiliğin klâsik bir örneğini oluşturur. Benzerlerini günümüz Avrupa’sında birçok aşırı sağcı milliyetçi akımda buluruz. Bütün bu akımlar için şeytan, “kozmopolitizm”dir ve ırkın, milletin, vs... saflığının bozulması, kadim düzenin bozulup, “ne idüğü belirsizler”in, “nesebi bulanıkların”, “vatansızların” önünün açılmasını getirir.

Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği tavır bundan büyük ölçüde farklıdır. Bir cephesiyle, geleneksel yapıya da bir başkaldırışı içeren, daha çok alttakilerin hareketi olan PKK, kendinden önceki Kürt hareketleri tarihine karşı mesafelidir. Öcalan yazı ve konuşmalarında, 1924 sonrası gelişmeleri eleştirir, ama bunların üzerinde çok fazla durmaz. PKK’nın kuruluşuna kadar gerçekleşmiş ayaklanma teşebbüslerinin ulusal bilinç içinde yapılan eylemler olmadığını iddia eder. Öcalan’a göre “Kürt isyanları gerçekten yüzeyseldir, derinliği yoktur”, bu eylemlere milliyetçilik denemez, “daha çok mahalli otoritelerini kurma istemidir” ve “Kürtlük bir eklemedir”; aşiret geleneği içinde özerkliklerin savunulmasına yönelik direnişlerdir bunlar.[11] Öcalan’a göre, Kürtler örgütsüz ve güçsüz oldukları ve ulusal bilinçleri gelişmediği için, Mustafa Kemal’in Türk milliyetçiliğine yönelmesini engelleyememişlerdir. Karşısında güçlü bir Kürt olgusu bulmayan Ankara hükümeti, hızla şoven milliyetçiliğe kaymıştır. Bu nedenle, Öcalan için, bugün, her şeyden önce “Kürtler güç sahibi olmalıdırlar”. 1989 yılında Doğu Perinçek’le yapılan söyleşide, ayrılıkçılık ve azınlık satüsü dışındaki, milliyetçi üçüncü yolun genel çerçevesini buluruz: “[Türkiye Cumhuriyeti içinde birliğin oluşabilmesi için] bir defa şu şartın kesin olması gerekir: Kürtler güç sahibi olacaktır. Ben ‘Kürtler’in diline özgürlük’ falan demiyorum. Bir halkın birliğe yanaşabilmesi için, güç sahibi olması gerekir. Kimliğini kabulün ölçütü nedir? İktidar olmasını, siyasî güç olmasını kabul etmektir. Siyasî, askerî, kültürel ve ekonomik örgütlenme olmadan birlik olmaz.”[12]

Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları mı, temel demokratik hak ve özgürlükleriyle donanmış güç sahibi olmalıdırlar, yoksa Kürtler Kürt olarak mı güçlenmelidirler. Bu iki tavır, bambaşka iki siyasal konumlanışa tekabül etmektedir. Kısa bir dönem için bu iki konum birbirine yakın gibi gözükse de, birbiriyle çatışması kaçınılmazdır. Bir etnik kimlik etrafında güçlenmek, güçlü olunan coğrafyada kendi azınlıklarını ve dışlamacı politikalarını yaratmakla nihayet bulacaktır. Buna en yakın örnek, Güneydoğu’da Süryanilerin uzun yıllar boyunca sadece Türk devletinden değil, Kürtlerden çektikleridir.

Bugün Türkiye’de Kürt sorununa siyasal çözüm önerileri, sol veya muhafazakâr tınılı milliyetçilikler tarafından, Kürtlerin de Türkiye Cumhuriyetinin aslî kurucu unsuru oldukları olgusunun tanınması talebi içinde ifade edilmektedir. Yukarıdaki örnekleri Özgür Bakış gazetesinde yayımlanan birçok köşe yazısında ve haber-yorumda, Kürt sorunu merkezli dernek ve benzeri kuruluşların yayın ve demeçlerinde bulmak mümkün. Kürt milliyetçiliğinin yeni çehresini tanımlamak açısından aydınlatıcı olmanın yanında, bu öneri, birçok sorunu da beraberinde getirmektedir.

Birinci sorun, milliyetçi konumlanıştan kaynaklanıyor. Bir yerine iki milliyetçiliğin beraberliğinden oluşan bir siyasal yapı, özgürleşme açısından bir kazanım mıdır? Etnik milliyetçi temelde oluşacak böyle bir birlik yapısının sürdürülür olduğunu varsaysak da, böyle bir milliyetçi birliktelik, ancak bir üçüncüye, bir “ötekine” karşı kenetlenerek varlığını devam ettirebilecektir. Nitekim, Kürtlerin aslî kurucu unsur olmasını talep eden yaklaşımlar, bu savlarını güçlendirmek için, içinde bulunulan coğrafyada “öteki” unsurlara karşı Türkler ve Kürtlerin doğal bir ittifak zemininin var olduğunu vurgulamaktadır. Öcalan bunu şöyle dile getiriyor: “Coğrafyadaki yerleşime bir bakalım: Kürtlere en yakın olanlar Türklerdir. Oysa Araplar, Ermeniler ve diğer komşu halklarla böyle bir ilişki yoktur. Kürtlerle Türkler birarada yaşamışlardır” (bkz.. çerçeve). Ötekinin veya ötekilerin kim olduğu ve olacağı konusunda tarif açıktır. Jwaideh, Kürt milliyetçiliğinin oluşumu üzerine yaptığı mükemmel çalışmada, Türklerin, Doğu vilayetlerinin Ermenilerin eline geçmesine karşı, “Kürtlerin milliyetçi heveslerini körükleyen” çok şey yaptıklarını belirtir.[13] Hamidiye Alayları’yla başlayan, Ermeni tehciri sırasında sürdürülen Ermenilere karşı Kürtlerin kullanılması politikası, Sevr öncesinde yeniden canlandırılır. “Öteki”nin dışlanmasına dayalı bu kısa dönemli ittifak, eğer sürseydi, dışlama mekanizmaları çok daha güçlü biçimde kurulacaktı. İki aslî ulusal kurucu unsurlu bir Cumhuriyetin dışlama mekanizmaları herhalde daha da güçlü olacaktı. İki ulusal unsurun aralarındaki egemenlik bölüşümü sorununa bir denge noktası bulunduktan sonra, esas olarak dinsel ve ulusal temelde diğer dışlamalar gündeme gelecekti.

Bugün “aslî unsur”, “esas unsur”, “başlıca öge” gibi tamlamalarla ifade edilen bu tavrın, başlıca, aslî veya esas olmayanları nasıl tanımladığını açıklaması gerekir. Tasarlanan düzende “başlıca” sıfatını hak etmeyenler ne yapacaklardır? Hangi haklara sahip olacaklardır? Aslî unsurları olan bu düzende, aslî olmayanlar İslâm devletindeki gayri müslimlerin konumunda mı olacaklardır? Kurucu olmanın siyasal anlamı, sahip olmaktır. Türklerin ve Kürtlerin sahibi oldukları bir Türkiye Cumhuriyetinde, sahip konumunda olmayanlara düşen yer nedir? Ne olabilir?

“Aslî kurucu unsur konumunu Kürtler ve Türklerle sınırlamayalım, Çerkesler, Lazlar, Abazalar, Arnavutlar, vs… de aslî kurucu unsur sayılsınlar” (nitekim onlar da hemen sıraya gireceklerdir) diye de önerilebilir. Böyle bir durumda aslî olmak ne demektir? Böyle bir tanınmanın pratik sonuçları ne olacaktır? Böyle bir öneri, -ki bilgimiz dahilinde kimse tarafından daha ifade edilmedi-, “aslî” sıfatını geçersiz kılar.

İkinci sorun, zaten burada kendiliğinden gündeme gelmektedir. Bir veya iki aslî kurucusu olan bir Cumhuriyet rejimi ne demektir? Aslî olmayan kurucu unsurların ve ne aslî ne de kurucu konumunda olan unsurların olduğu, yani içinde yaşayanların üç sınıflı olduğu bir toplum mudur kast edilen? Eğer öyleyse, 1923’ten beri süreklilik arzeden yapıda herhangi bir özlü değişiklik yapmak söz konusu değildir. Önerilen, bir egemen milliyetçilikle mücadele ederken, bundan sonra iki egemen milliyetçiliğe karşı mücadele etmek perspektifidir. Bu önerileri sol perspektiften ele alınca, esas sorun tam da bu değil midir? Sosyalistlerin hedefi, aslî bir etnik, sınıfsal veya kimliksel unsuru olmayan bir demokratik rejimdir. Eşitliğin, “eşitler arasında eşitlik” olarak değil, tüm konumlar arasında eşdeğerlik olarak tanımlanması arzulanan bir düzenle, resmen bir veya iki aslî kurucu etnik unsuru olan bir düzen taban tabana zıttır.

Üçüncü sorun ise, böyle bir talebin pratik sonuçlarıyla ilgilidir. Aslî unsur olma talebi, ister istemez, resmî dil sorununu da gündeme getirir. Ve neden resmî dilin sadece Türkçe ve Kürtçeyle sınırlandığı, Türkiye’de anlamlı miktarda kullanılan diğer dillerin de resmî dil olması sorusu da beraberinde gelir. Yok eğer deniyorsa ki, bu talebin arkasında yatan resmî dil olarak tanınma değil, Kürtçe’nin serbestçe öğretilmesi ve kullanılmasını sağlamaktır, o zaman bu hakkı talep etmek için “aslî unsur” sıfatını talep etmek gerekmez.

Dördüncü sorun, Türkiye dışındaki Kürtlerle ilgilidir. Aslî kurucu unsurlarından birisinin Kürt olduğu bir Türkiye, “dış Kürtlerin” hamisi mi olacaktır. Kurucu unsurlardan birisi Türkî cumhuriyetler üzerinden politikalar oluşturmaya çalışırken, diğeri de “Kürdî cumhuriyetler” veya “Kürdî topluluklar” üzerinden bir büyük devlet politikası mı yürütecektir? Nitekim Abdülmelik Fırat, “İngiliz emperyalizminin çizdiği bugünkü hudutlar dışında kalan mazlum Türk ulusunun hiçbir yerindeki halkına sahip çıkılmadığı”ndan acı acı yakınır ve bunun en canlı örneği olarak, “yanıbaşımızdaki Iraklı Türkmen kardeşlerimizin Baas’ların insan mezbahanelerinde kesilmelerine ve yüzülmelerine [iktidardaki dönmelerin] seyirci kalmalarını” gösterir.[14] İki aslî etnik unsurlu bir Cumhuriyetin “cihanşümûl” bir Türklük ve Kürtlüğün merkez gücü olma iddiası ne derece gerçekçidir ve sosyalist perspektif açısından bakınca arzulanır bir hedef midir?

Daha genel olarak ele aldığımızda, Türkiye’de Kürtlerin “biz de aslî kurucu unsuruz” formülü içinde ifade ettikleri bu tavrın, milliyetçi tavrın açmazlarını gözler önüne serdiğini görürüz. Üstelik söz konusu milliyetçi tavır, egemen milliyetçiliğin sadece konumuna değil, onun söylem biçimine ve hattâ ritüelerine de öykünmektir. Musa Anter, “Genel olarak Kürt sorunu” başlıklı 9 Ağustos 1992 tarihli bir yazısında, 1930’ların Türk Tarih Tezinin bir kopyasını bize sunar: “Şimdi bile bütün dünyaca medeniyetin beşiği olan Zagros Dağlarının çocukları olan Kürt gençleri, bir çocuğun anasının kucağına yapıştığı gibi ona sığınıyorlar. Dünyaca bilinen, Mezopotamya denen bölge, Zagros dağlarının bir nevi bahçesi ve yeşil sahasıdır. İşte tüm uygar alemin, bilimadamlarının kabul ettiği uygarlığın doğuşu ve dünyaya yayılışı, bu dağların ve ovaların gerçek sahipleri olan Kürtlerin eseridir. Anadolu, Hitit, Fenike, Mısır, ve bağlantılı olarak Helen, Roma ve Doğu’da Hint kültürü, bu Zagros’un sakinleri olan Kürtlerin eseridir.”[15] Tarihte bir kurucu mitos bularak, bugünü ululamaya dayanan bu yöntem, sadece Anter’e özgü değildir. Hemen hemen bütün Kürt milliyetçisi yaklaşımlarda, benzer bir uzak geçmiş arama ve onu yüceltme endişesi görülür. Böyle bir arayış Kürt milliyetçiliğine özgü değildir, evrenseldir. Ulusal bilincini yeni kazanan, “geç uluslaşan” toplulukların hemen hepsinde gözlemlenir. Aslî unsur olma iddiasındaki Kürt milliyetçiliği açısından özgül olan, bunu yaparken Türk milliyetçiliğinin en hamasî tezahürlerini taklit etmesidir. 19 Mayıs gösterisi benzeri gösteriler, Atatürk’le “önderliğin” sık sık karşılaştırılması, vs.... gibi pratikler, aslî unsur olma tahayyülünün kıvrımlarının arasında yatan “benzer bir güç olma” arzusunun safça ifadeleridir. Tüm siyasal referansları Kemalist pratik içinde yoğrulmuş Türkiyeli Kürt milliyetçisi tahayyülden başka bir davranış beklemek belki gerçekçi de değildir.

Kürtlerin de aslî kurucu olduklarının tanınması talebi, yukarıda belirtildiği gibi, var olan Türk kimliğinin, hem etnik bağı olmayan bir yurttaşlık kimliği hem de bir etnik-kültürel aidiyetin simgesi olarak ikili içeriğinin sona ermesi demektir. Bu ise, ilk elde olumlu bir gelişmedir. Ama “Türk” sıfatının, yurttaşlık bağıyla bağlı kişileri tanımlaması işlevine son verildiğinde, Türklüğün salt etnik-milliyetçi içeriği kalacak ve Türk milliyetçiliğinin önündeki en büyük engellerden birisi böylece ortadan kalkmış olacaktır. Vatandaşlık anlamındaki Türk sıfatının Türk milliyetçiliğinin önünü büyük ölçüde kestiğini, çünkü salt etnik vurgulu bir Türklük kavramının taşıdığı çatışma potansiyelinin devlet çıkarları dikkate alınarak engellendiğini biliyoruz. Bu engelin ortadan kalkması, devlet güçlerinin de “son Türk devletini” kurtarmak için bu kez dinî değil, etnik temizleme harekatına girişmeyi göze almalarına yol açabilecektir. Bugüne kadar resmî söylemde dile gelmeyen, Cumhuriyetin “aslî unsurunun Türkler olduğu” tezi, bir karabasan gibi toplumun üzerine çökecektir.[16] Bu tehlikeye karşı, “iki halkın kardeşliği” gibi içi boş bir söylemle mücadele etmenin boşunalığını yakın tarihte başka ülkelerde yaşananlardan biliyoruz.

Sosyalist perspektiften değerlendirildiğinde, çoğul kimlikleri içinde yurttaşların özgür birliğini savunurken, bunların etnik veya dinî cemaatlerin birliği biçiminde siyasal plânda kurumlaşmasını desteklemek gerekmez. Tersine, farklı etnik, dinî ve kültürel kimlikler taşıyan ve Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde, beraber yaşamak isteyen insanların ortak üst kimliğini Türkiyelilik oluşturur. Türk değil, Türkiye Cumhuriyetinin yurttaşları; Türk değil, Türkiyelidirler.[17] Bunların arasında aslî ve aslî olmayan unsur ayrımı yapılamaz. Çoğunluğun konuştuğu ortak dil, topluluğun ortak dilidir. Ama herkes istediği ana dili öğretmek, öğrenmek, yazmak ve kullanmak hakkına sahip olmalıdır. Devletin “son Türk devleti” olmadığı, tüm yurttaşlarının devleti olduğu bir Türkiye’de, siyasal yapı üniter veya federal olabilir. Ne biri ne de diğeri, demokrasi ve özgürlükler açısından mutlak olarak diğerine üstündür.

Türkiye’de Kürt realitesinin tanınması mücadelesinin demokrasi ve özgürlüklere asıl katkısı, var olan ulusal-etnik egemenlik sistemine ortak olarak değil, bu egemenlik sisteminin köklü biçimde değiştirilmesi mücadelesine katılarak olacaktır. Türkiye’de Kürt sorunu aynı zamanda Türk sorunudur. Etnik anlamda Türk vurgulu bir yurttaşlık kavramının aşılmasıdır esas sorun. Üniter bir devlet anlayışının aynı zamanda üniter bir toplum ve üniter bir yurttaşlık kimliğini empoze etmediği, çoğul kimlikli ve eşit yurttaşlar toplumunun kuruluş sorunudur. Kürt sorununu çözmek amacıyla kurucu ata figürünü, Türklerin ve Kürtlerin atası olarak genişleterek; devleti, Türklerin ve Kürtlerin kutsal devleti olarak tanımlayarak; bu coğrafyada yaşayan “diğer unsurlara” karşı ittifaklar önererek; barış, eşitlik ve özgürlük yolunda adım atılamaz.

[1] Yeni Özgür Halk, Nisan 2000.

[2] Özgür Politika, 1.6.2000.

[3] Abdülmelik Fırat, Fırat Mahzun Akar, İstanbul, 1996.

[4] Abdullah Öcalan, Kürt-Türk İlişkileri Üzerine Barış ve Demokrasi Konuşmaları, 1988-1999, Aram Yayıncılık, İstanbul, 1999.

[5] İsmail Göldaş, Lozan, ‘Biz Türkler ve Kürtler’, Avesta Yayınları, İstanbul, 2000.

[6] A.g.e., s. 106.

[7] A.g.e., s. 250.

[8] Wadie Jwadieh, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi. Kökenleri ve Gelişimi, İletişim yayınları, İstanbul, 1999 (İngilizce ilk baskı, 1961).

[9] Bkz. Mesut Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999.

[10] A.g.e., s. 41.

[11] Abdullah Öcalan, a.g.e., s. 31

[12] Abdullah Öcalan, a.g.e., s.49.

[13] A.g.e., s. 394.

[14] A.g.e., s. 109.

[15] Musa Anter, Ülke ve Gündem Yazıları, Avesta yayınları, İstanbul, 1996.

[16] 1982 Anayasası’nın girişinde ve birçok resmî metinde asil Türk milleti, Türk Yurdu gibi kavramlar yer almaktadır. Ama bunlar hep, “Atatürk milliyetçiliği” denen, hem etnik hem de siyasal kimlik milliyetçiliğine çekilebilen muğlak milliyetçilik tanımının gölgesinde yer almaktadırlar.

[17] Ama maalesef ordu, Türkiye Silahlı Kuvvetleri değil, Türk Silahlı Kuvvetleri’dir.

ÇERÇEVE(52-54)

Özgür birlik için

demokratik ittifak

21. yüzyıla girerken, Türkiye’nin en önemli siyasal gündemini; demokratik yeniden yapılanmanın bir an önce sağlıklı bir biçimde pratikleştirilmesi oluşturmaktadır. İçinde bulunduğumuz süreçte, tarihsel kördüğüm çözülmüştür. Şimdi yapılması gereken, yeniden inşadır. Türkiye’nin, içinde bulunduğu çok yönlü yapısal krizlere rağmen, sorunlara bir türlü çözüm bulamamasının nedeni, her alanda yaşanan yozlaşmalardır. Yönetimde çetecilik yönteminin getirdiği yozlaşma, genel olarak solda, demokratik sahada güçlü bir çıkışın bir türlü gerçekleştirilememesi, bütün bu sorunları daha da ağırlaştırmaktadır. Şimdi, Türkiye’de gerçek bir demokrasinin geliştirilmesinin koşulları her zamankinden daha fazla olgunlaşmaktadır. Eksik olan; demokratikleşme sürecinin pratikleştirilmesi, örgütlenmesidir. Türkiye’nin hamle yapması, bu yönlü adımların atılmasına bağlıdır. Siyasal tıkanmaya yol açan en önemli sorunun çözümü yolunda, Kürt sorunu kapsamında PKK gerekeni yapmıştır. PKK, şiddete son vererek, büyük bir siyasal atılım gerçekleştirmiştir.

Burada önemli olan; bu topraklarda yaşayan insanların tarihinin, birlikte ele alınmasıdır. Tarihimiz geçmişte ortak olduğu gibi, gelecekte de ortak olacaktır. Türkiye’de yaşayan Türkler’le Kürtler’in tarihi, bu bakımdan iyi incelenmeli ve sonuçları güncelleştirilmelidir.

Bu ülkede Kürtler ve Türkler tarihi birlikte yaptılar. Kurulan bütün imparatorluklarda ortak pay sahibidirler. Mevcut devlet de, birlikte inşaa edilmiştir. Tarihe bakıldığında şu husus mutlaka görülmelidir: Kürtler özgürlüğü, Türkler’le beraberlikte aramışlardır. Bu neden böyle olmuştur? Coğrafyadaki yerleşime bir bakalım: Kürtler’e en yakın olanlar Türkler’dir. Oysa Araplar, Ermeniler ve diğer komşu halklarla böyle bir ilişki yoktur. Kürtler’le Türkler birarada yaşamışlardır. Bunun çarpıcı örnekleri vardır. Malazgirt’te böyle olmuştur. Alparslan’ın ordusunun içinde sayısı 10.000’i bulan Kürt savaşçı vardır. Cumhuriyet’in kuruluş süreci de böyledir; M. Kemal bu süreçte Kürtler’in desteğini almıştır.

Fakat Cumhuriyet ortak bir şekilde kurulmuş olmasına rağmen; Kürtler, Cumhuriyet’in nimetlerinden yaralandırılmamışlardır. İsyanlar döneminde karşılıklı yaşanan büyük hatalar, bir yandan aşırı şovenizmin, diğer yandan da dar milliyetçiliğin gelişmesine yol açmıştır. Bu nedenle devletin daha kuruluşunda tarihsel çarpıklıklar oluşmuştur. Egemen sınıfların siyasal yaklaşımı böyle şekillenince de, hem Türkler’in ve hem de Kürtler’in büyük acılar çekmesine yol açan trajik bir tarih yaşanmıştır.

Güncelin tarihini yazarken, demokratik sistem içinde çözüm en ideal olanıdır. Günümüzde, siyasal sınırların önemi ortadan kalkmıştır. Sınırlar önemli değildir. Avrupa hızla tek devlete doğru gitmektedir. Ortadoğu’da da böyle olacaktır. Bizim eskiden beri geliştirdiğimiz Demokratik Ortadoğu Federasyonu kavramımız vardı. Günümüz Ortadoğusu’nda yaşanan temel sorunlar da bu kavram çerçevesinde aşılacaktır. Bu nedenle biz, sınırlar meselesini tümüyle bir tarafa bırakıyoruz. Mevcut sınırlar içinde demokratik siyasal çözüm esastır. Burada önemli olan; Demokratik Cumhuriyet vatandaşlığıdır. Bu da demokratik yeniden yapılandırma ile mümkün olacaktır. Bu açıdan, yeniden inşaa sürecinde Kürtler’e çok büyük bir rol düştüğü unutulmamalıdır. Kürtler büyük acılarını, kırgınlıklarını, demokratik bilinç, demokratik irade ve demokratik eylemliliğe dönüştürmelidir. Eksik olan yön ve günün en temel siyasal görevi de budur. (...) Yapılması gereken de budur. Bu büyük siyasal eylem için Türkiye’deki geniş demokratik güçlerle işbirliği geliştirmenin önemi her zamankinden daha acil bir görev olarak önümüzde durmaktadır.

Türkiye’de çıkarları gerçek bir demokrasinin geliştirilmesinden geçen geniş siyasal çevre, örgüt ve partilerin bu dönemde yapması gereken; Kürtleri bu demokratik mücadelede yalnız bırakmamaktır. Anlamlı bir mücadele birliğinin oluşturulmasının koşulları her zamankinden daha fazla geliştirilmiş durumdadır.

Böyle bir siyasal birlik için şekil şartları önemli değildir. Burada önemli olan; ilkelerde, prensiplerde demokratik irade birliğine ulaşmaktır. Bu çabada eksik olan demokratik öncülüktür. Demokratik öncülük konusunda; coşkulu, inançlı ve çok çaba içine girmek gerekir. Demokratik ittifaklar olmadan demokrasi geliştirilemez. Bunun herkes tarafından iyi anlaşılması gerekir.

1923’te olduğu gibi, Türkiye yaşadığı bir darboğazdan çekip çıkarılmalıdır. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde olduğu gibi, 21. yüzyılın bu ilk çeyreğinde de, demokratik devlet yapılanması süreci barış içinde gerçekleştirilmelidir. 1920’lerde nasıl ulusal kurtuluş yaratılmışsa, şimdi de demokratik kurtuluş olmalıdır. Demokratik bilinç, demokratik hoşgörü içinde, Kürt-Türk kardeşliği ülke bütünlüğü içinde kurulmalıdır. PKK son stratejisiyle buna hazır olduğunu ispatlamış bulunmaktadır. Tarih, bir kez daha ortak harekete geçmek için her zamankinden daha müsaittir. PKK’den kaynaklanabilecek sorunlar aşılarak, ortak kuruluş için büyük bir şans yakalanmış bulunmaktadır. Bu süreçte engeller yok mudur? Kuşkusuz vardır. Engeller oligarşik güçlerdir. Ama, gelişmenin önünde engel oluşturan bu güçler, aşılabilir, zayıflatılabilir. Herkesin üzerine düşeni yapması durumunda bu yönlü gelişim daha da hızlanacaktır. Sürecin doğrultusu bu yöndedir.

Son günlerde CHP’de yaşanan sınırlı bazı gelişmeler, bu açıdan cesaret verici özelliktedir. CHP kendini yenileyerek, demokratik yeniden yapılanma sürecinde Türk-Kürt kardeşliğini savunarak yerini almalıdır. Yeniden yapılandırmanın demokratik olabilmesi için bu parti cumhuriyetin kuruluşundaki birlik esprisine uygun bir siyasal yönelim içine girmelidir.

İçinde bulunduğumuz süreçte, çabasızlık ölüm demektir. Tembellik asla affedilemez. Şu asla unutulmamalıdır. Niyet ne kadar iyi olursa olsun, tembellik, çözümsüzlük, yaratıcı olmamak ihanetle eş anlamlıdır. Bütün bunlar, siyasal çözümsüzlüğe, siyasal çözümsüzlük de acılara yol açar. Örneğin anadilde eğitim çalışmaları için kapsamlı hazırlıklar yapmak, Türk-Kürt ilişkileri tarihini derinliğine incelemek güncel çalışmalar anlamında bir an önce yerine getirilmesi gereken önemli görevler olarak önümüzde durmaktadır. İnceleme-araştırma-eğitim bu dönemin önde gelen çalışma yöntemleri olarak önemine uygun biçimde ele alınmalıdır. Aydınların, dilbilimcilerin bu anlamda gecikmeksizin konferanslar örgütlemesi, yazılı ve görsel çalışmalar yapması gerekir. Kültür, sanat ve edebiyat akademileri kurulmalı, gençlik bütün enerjisini özgür barışın gerçekleştirilmesi için pratikleştirmelidir. Şimdiye kadar yazılan tarih acı yüklüydü. Fakat, yeni yazılacak tarih eskisinden daha güçlü ve şanlı olacaktır. Yeni tarihte barış, umut ve sevgi güçlü gelişecektir.

ABDULLAH ÖCALAN

Özgür Politika, 21.4.2000