Kürt Hareketinde Gelinen Nokta Üzerine

Abdullah Öcalan‘ın, İtalya’da ortaya çıktığı günlerde aşağıda okuyacağınız satırları kaleme aldım. Amacım Kürt sorununda 1997-98’le birlikte başlayan dönüm noktasını genel bir model içinde açıklayabilmekti. Gelişmelerin esas olarak bu tabloya uygun olduğunu düşünüyorum. Kısaltmalar dışında yazıya eklemeleri köşeli parantezlerle yaptım.

UYGULAMAYA KONULAN PLAN

PKK silâhlı eyleme 1984 yılında başladı. Öcalan Suriye’de idi ve savaşı 14 yıl Suriye üzerinden yönetti. Öcalan’ın Suriye’de olduğunu bilmeyen yoktu ve kendisi de bunu saklamak için özel bir çaba harcamadı. Bırakın yabancı basın mensuplarını ve siyasetçilerini, Türk siyasetçileri bile sıkça Şam’a elçi yolluyor, Apo ile görüşmeler yapıyorlardı. Apo ile Suriye’de görüşme yapmak “business as usual” (sıradan bir iş) haline gelmişti. Konuyu yakından bilen herkes için, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik hiçbir uluslararası siyasî girişimde bulunmaması ve bu gerçeği böylece kabul etmesi tam bir muamma idi. Bir devletin, komşu bir devletin, kendisine karşı savaşan binlerce kişiyi açıkça eğitmesine, para, silah ve lojistik her türlü desteği vermesine sessiz kalmasının ve bu devletle son derece normal bir düzeyde ilişki sürdürmesinin anlaşılabilir bir tarafı elbette yoktu.

Bu nedenle Türkiye’nin Suriye’ye yönelik açık tehdidi başladığı zaman herkes aynı soruyu sordu: Niçin 14 yıl beklendi ve niçin şimdi? Bu sorunun analizi, Türkiye’de ordu-toplum ilişkisi ve ordunun toplum üzerinde egemenlik stratejileri ile ilgili kendi başına ayrı bir konudur. [Ortadoğu’yu az buçuk tanıyan bir insan olarak, bu konuda şu kadarını söyleyebilirim ki, PKK’nın Suriye’deki varlığına istenerek göz yumuldu. Şu anda bölgemizin teknik donanımı yüksek, geniş tecrübesi olan Silahlı Kuvvetlerine sahipsek, bunu PKK sorununun bu denli “uzamış” olmasına borçluyuz. Ordunun hem teknik hem de yapısal düzenlemeleri için PKK çok önemli bir “antrenman imkânı” sundu, diye düşünüyorum. Müdahalede gecikmeyle ilgili dış güçlerin PKK’ya açık destekleri, Türk siyasetçisinin sorunun ciddiyetini kavramadaki beceriksizliği, ordunun başlangıçtaki tecrübesizliği vb. gibi birçok başka neden sayılabilir; ama bence en önemli neden, PKK’nın varlığının sunduğu imkânlardan, hem askeri hem de siyasî açıdan bilinçli bir tarzda sonuna kadar yararlanma arzusu idi.]

Tüm bu “hesaplarda” sivil siyasetin fazla devrede olmadığını düşünüyorum. Bunun en önemli göstergelerinden birisi, Eylül 1998’de Birleşmiş Milletler’in açılış toplantısına giden ve orada bir konuşma yapan Başbakan Mesut Yılmaz’ın da konuşmasında Suriye konusuna tek bir kelime ile bile olsa değinmemiş olmasıydı. Üstelik Clinton’ın konuşmasının esasını, bir devletin kendisine karşı terörist faaliyetleri yöneten bir başka devlete yönelik her türlü askeri eylemi yapma hakkı olduğu konusu oluşturmasına rağmen... Türkiye’nin Suriye’ye yönelik tehditlerini hükümet değil, Silahlı Kuvvetler başlattı. Hükümet sonradan konu ile uğraşmaya başladı. Bu ve benzeri bazı detay bilgilerin gösterdiği gerçek şu; Suriye’ye yönelik açık tehdit ve sonrasındaki gelişmeler, Türkiye Hükümetinin düşünerek gündeme getirdiği politikaların ürünü olmaktan çok, kararları başka yerlerde verilmiş politikaların sonucu olarak gündeme geldi.

Ne kadar ayrıntıda düşünülmüş olduğunu bilmediğim bir plandı uygulamaya konulan. Öcalan’ın Moskova’da dahi tutulmayıp, Rusya’dan çıkartılması bunun en açık göstergesi oldu. Başta Çeçenistan meselesi olmak üzere, PKK’yı ve Apo’yu Türkiye’ye karşı elinde bir koz olarak tutmasının belki de onlarca nedeni sayılabilecekken Rusya bu yola başvurmamıştı. İlginçtir, bu dönem bazı kabine üyeleri dahi açık açık, Rusların çıkarları nedeniyle Apo’yu bırakacaklarını tahmin etmediklerini; Suriye’ye yapılan tehditlerin Rusya’ya yapılamayacağını söylüyorlardı. Hattâ bu durumdan rahatsız olan çok sayıda sivil siyasetçimiz vardı. “Niye çıkartılıyor Apo Suriye’den, şimdi başımıza daha büyük belalar gelecek. Orada hiç olmazsa, nerede olduğunu biliyorduk”, yollu itirazlar hâlâ akıllardadır.

Hükümet üyelerinin, sivil siyasetçilerin böylesine “derin analizler” yaptıkları noktada, Rusya’nın bu adımı atmış olması, Rusya’ya yönelik baskının, esas olarak Türkiye’den değil, ondan daha da güçlü olan bir yerlerden gelmiş olması gerektiğini gösteriyor. Nitekim Öcalan’ın Roma’da yakalanmasına ilişkin basın toplantısı öncesinde Başbakan Mesut Yılmaz, ABD Büyükelçisini davet ederek, Öcalan’ın Rusya’dan çıkartılması konusunda gösterdiği çabalardan dolayı ABD’ye resmen teşekkür etti.

Ayrıntılarının ne kadar düşünülmüş olduğunu bilemediğimiz bu planın esasını Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesi oluşturmaktadır. Bu yeni düzende Filistin devletinin kurulması planının yanısıra Kürt meselesinin de esas olarak çözülmesi öngörülmektedir. Fakat bu çözümde PKK’ya ve hele hele Apo’ya hiç yer yoktur. Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesi için uygulamaya konulan planın bir parçasını PKK’nın ve Apo’nun tasfiye edilmesi oluşturmaktadır. Şu anda yaşanan budur.

ORTADOĞU’DA YENİ BİR DÜNYA DÜZENİNE DOĞRU

Bölgedeki gelişmelerin miladı olarak Sovyetler Birliği’nin dağılması alınmak zorundadır. Sovyetlerin dağılması ile birlikte, Batı diplomasisinde “Şark Sorunu” olarak bilinen sorun yeniden açık hale geldi. Çürümüş bir İmparatorluğun (Osmanlı) topraklarının gerek büyük devletler gerekse bölge ulusları arasında nasıl dağıtılacağı meselesi demek olan Şark Sorunu esas olarak Birinci Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi ile çözüldü. Bölgedeki ulusal devletlerin sınırları esas olarak bu dönemde çizildi. Sınırlara ilişkin ikinci düzenleme İkinci Dünya Savaşı sonrasında geldi ve İsrail devleti bu savaşın ürünü olarak doğdu. Sovyetler‘in dağılması ile birlikte üçüncü büyük savaş (Soğuk Savaş) sona erdi ve şimdi bölgede sınırlara ve devletlerin rejimlerine yönelik yeni düzenlemelerin yapılması gündemdedir.

Ortadoğu’da, İran devrimi dahil hiçbir yerel hareket, ne kadar istemiş olsa dahi ne bölge rejimlerine ne de sınırlara ilişkin herhangi bir değişiklik gündeme getirebilmişti. Bunun esas nedeni ABD-SSCB gerilimi idi. Bölgenin tüm sorunları bu gerilim ve dengenin ihtiyaçlarına göre çözülmüştü. Sovyetler’in dağılması bu gerilimi ortadan kaldırdı ise de, Rusya’nın gücünün devam ediyor olması, bölgede gerekli düzenlemelerin yapılmasının önünde bir engel olarak duruyordu. ABD’nin, Irak savaşını bölgede köklü düzenlemeler için kullanamamış olmasının bir nedeni ABD’nin özellikle Kürt sorunu konusunda net bir tutumunun olmaması idi ise, bir diğer nedeni de Rusya’nın bir karşı güç olma özelliğini koruyor olmasıydı. Gelinen noktada bu iki sorun da esas olarak çözülmüş gözüküyor.

Söz konusu olan Ortadoğu’nun hem sınırlar hem de rejimlerin niteliği itibarıyla yeniden düzenlenmesidir. Düğmeye Rusya’daki ekonomik kriz ile birlikte basılmış olması da bir tesadüf değildir. Dışarıdan görülebildiği kadar planın kaba hatları şudur: Bölge esas olarak Türkiye-İsrail ekseninde kontrol altına alınacak, düzenlemeler buna göre yapılacaktır. Bölge sınırlarını yeniden düzenleyecek en önemli gelişme Filistin Devletinin kurulacak olmasıdır. Bunun dışındaki düzenlemeler daha çok rejimlerin karakterine ilişkin gözüküyor. Saddam rejiminin devrilmesi artık basında bile çok açık ilân edilir bir hedef haline gelmiştir. Irak için hedeflenen rejim değişikliğinin Irak’ın devlet bütünlüğü sağlanarak mı yoksa Irak’ın bölünmesi ile mi gerçekleşeceği ise henüz kararı verilmemiş bir sorun olarak durmaktadır. En azından gelişmeleri dışarıdan izleyen bizler bu konuda kesin verilmiş bir kararın ipuçlarını elde edebilmiş değiliz.

Irak’ın bölünmesi veya kendi içinden demokratikleştirilmesi konusunda en önemli ayak Kürtlerdir ve bu konuda gerekli adımlar da atılmıştır. Kuzey Irak’ı kontrol altında tutan iki Kürt lider Barzani ve Talabani Amerika’ya çağrılmış ve kendi kontrolleri altındaki bölgede parlamenter bir rejimi hayata geçirmek konusunda anlaştırılmışlardır. Şimdilik Irak’ın bünyesinde bir federe yapı olarak düşünülen bu çözümün bağımsız bir devlet halini alıp almayacağını ise Saddam’ın akıbeti belirleyecektir. Öyle zannediyorum ki, bu Irak’ın devlet bütünlüğünün korunduğu, yeni federatif bir Irak devleti olabileceği gibi, iki veya üçe bölünmüş bir Irak biçiminde de olabilecektir. Eğer düşünülen bir şey varsa bu opsiyonlara açık olarak düşünülmektedir.

Özellikle Kuzey Irak Kürtleri açısından bunun anlamı açıktır. Kendi aşiret yapılarının güçlü olması ve de demokratik parlamenter bir rejimin ne anlama geldiğini bilme konusundaki kültürel eksiklerinin sonucu, 1991’de Körfez Savaşı sonrası kaçırdıkları, bağımsız bir devlet kurmayı da içerebilecek tarihî şans kendilerine yeniden verilmektedir. Bunu kullanıp kullanmamak artık onların elindedir.

İsrail-Filistin anlaşmasının önünde bir engel olarak duran Suriye’nin “kulağının çekilmesi” de bu planın bir parçasıydı. Ana amaç bu ülkede de Batı tipi parlamenter bir sisteme geçişin sağlanmasıdır. Hafız Esat yaşadığı müddetçe gerçekleşmesi zor gözüken bu amaca ulaşmadan önce yapılması gereken, Hafız Esat’a oyun bozanlık yapma şansının olmadığını göstermekti. Türkiye bu konuda üstüne düşeni severek yaptı ve görülen odur ki, Suriye kendisine yönelen tehdidin sadece Türkiye’den gelmediğini ve kendisinin geleceği ile de doğrudan ilgili bir tehdit olduğunu anlamışa benzemektedir. Çok somut çıkarları nedeniyle elinde tuttuğu Apo’yu, bilebildiğimiz kadarıyla Türkiye’den herhangi bir taviz almadan kovmak zorunda kalmış olmasının nedeni budur.

Ortadoğu’da yapılacak olan tüm bu düzenlemelerin içinde PKK’ya yer yoktur. Bu nedenle PKK’nın tasfiye edilmesi gerekiyordu. Uygulamaya konulan plan budur. Burada belirleyici olan PKK’nın böyle bir plana karşı olmuş olması değildi. Eğer Amerika kabul etmiş olsaydı, PKK yeni düzenlemede yer almakta kendisi açısından hiçbir sakınca görmeyecekti. Fakat “Türkiye mi PKK mı?” sorusu Amerika açısından soru olarak bile formüle edilemeyecek bir şeydi. Öte yandan, Türkiye’nin endişeleri bir tek PKK ile sınırlı değildir. Türkiye, Kuzey Irak için düşünülen çözümlerin Kuzey Irak’la sınırlı biçimde de olsa, bağımsız bir Kürt devletinin kurulması ile sonuçlanmasından endişelidir.

Bu nedenle Türkiye, ABD’nin planına esasta ”olur” vermiş, ama iki koşul ileri sürmüş gözükmektedir. Birincisi, PKK ve Apo meselesi kökünden halledilecektir. İkincisi, Kuzey Irak’taki düzenlemeler kendisinin onayı dışında yapılmayacaktır. ABD şimdilik her iki teklifi de kabul etmiş gözükmektedir. Nitekim, Barzani ve Talabani, ABD’den hemen sonra Ankara’ya uğramış ve burada bizim ayrıntıları hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadığımız düzenlemeler konusunda Türkiye’nin istekleri doğrultusunda gerekli değişiklikleri severek yapmış gözükmektedirler. [Kürtlerin Kuzey Irak’taki yapılanmalarının alacağı biçim Türkiye ile ABD arasında hâlâ bir sorun olarak durmaktadır. Ve önemli bir gerilim noktasıdır.]

Türkiye’nin ikinci isteği PKK konusunda olmuş gözüküyor ve Öcalan’ın Roma’da yakalanması ile sonuçlanan sürecin, bu isteğin kabul edilmesi ile birlikte başladığını düşünebiliriz. Bu nedenle eğer esaslarda büyük bir değişiklik olmazsa, Türkiye açısından, Kürt meselesinde PKK döneminin kapanmış olduğunu söylemek fazla abartılı olmayacaktır. Bu yeni dönemde PKK ve Apo’ya verilmesi düşünülen bir görev var mıdır? Bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. En azından Öcalan’ın bu yeni sürecin ancak ve ancak kendisi ile yaşanabileceğini söyleceğini, kendisine rağmen başlatılmış bir süreçte yeniden rol almak için elinden geleni yapacağını tahmin etmek zor olmayacaktır. [Nitekim Öcalan da savunmasını esas olarak bu eksende kurdu.]

Bu ise Ankara-Washington-Roma ekseninde kararlaştırılacaktır. Şimdilik görülen, planın baş aktörleri ABD ve Türkiye’nin Öcalan’ın tümüyle devre dışına çıkartılmasını istedikleridir. Buna karşılık, İtalya ve muhtemelen Avrupa’nın diğer bazı ülkeleri farklı bir tutum içine girme eğilimi göstermektedirler. [Gerçekten de plan sahiplerinin, PKK’nın tümüyle tasfiyesi üzerine bir plan kurdukları anlaşıldı. Avrupa, İtalya üzerinden beceriksizce devreye girmek istedi. Fakat, bu devreye girmenin bedelini ödeyecek cesarete sahip değillerdi. Örneğin bunun için Öcalan’ı yargılamaya razı olmaları, Kürt sorununu sahiplenmeleri gerekiyordu. Ama ne bu konuda oluşmuş bir politikaları vardı ne de cesaretleri. Siyasî ufukları buna elverişli değildi. Örneğin Almanya için sorun sadece bir “iç güvenlik” sorunu idi. Bu ve benzeri nedenlerle çabuk boyun eğdiler.]

Fakat asıl önemli olan nokta şurasıdır. PKK ve Apo’nun bu tarz devre dışına çıkartılmasında ve terör sorununun çözülmesinde Türkiye’ye yardımcı olanların, karşılık olarak Türkiye’den bekledikleri şeyler de olacaktır. Bunların başında Kürt meselesinin çözümü gelmektedir. Bugüne kadar Kürt meselesini “terörle mücadele” nedeniyle çözmek istemeyen ve üstelik böyle bir sorunun olduğunu dahi kabul etmeyen Türkiye, “Terör” meselesinin esas olarak çözüldüğü noktada sorunun çözümü doğrultusunda adımlar atmak zorundadır. Ve istese de istemese de buna zorlanmaktadır veya zorlanacaktır.

Görülmesi gereken şudur: Bölgede ve özellikle Türkiye’de Kürt meselesinin silahlı mücadele temelinde çözümü devri, kapanmaya yüz tutmuştur. Sorunun demokratik kanallardan çözümünün önü açılmaktadır. En azından ABD, Türkiye tarafından sorunun demokratik tarzda çözülmesinin önüne bahane olarak diktiği “terör” faktörünü ortadan kaldırmak konusunda kararlı gözükmektedir.

TÜRKİYE’DEN İSTENEN BEDEL: KÜRT SORUNUNU ÇÖZMESİ

Eğer üç büyük savaş sonrası yapılan düzenlemeleri, çekilen sınırları ve kurulan devletleri gözden geçirecek olursak, bölgede ulusal devletini kuramamış tek büyük topluluk Kürtlerdir. İran-Suriye-Türkiye-Irak dörtgenine dağılmış olarak yaşayan 25 milyon üzerindeki bu topluluğun sorunları, tek bir ulusal devlet çatısı altında olmasa bile, esas olarak çözülmezse, Ortadoğu’da kurulmakta olan bu “yeni düzen”in istikrarlı olma şansı yoktur. Eldeki mevcut koşullarda bölgede Kürt sorununun hangi biçimlerde çözülme şansı vardır?

Bunlardan bir tanesi, bölgedeki dört devleti karşısına alması kaçınılmaz olan, ama onlara rağmen oluşturulması düşünülebilecek bir Kürt devleti projesidir. Böylesi bir projenin ABD istiyor olsa dahi yaşam şansı olmadığı ortadadır. Böylesi bir devleti, gerçekleşmesinin olanak dahiline geleceği noktada, birbirlerine karşı Kürt kartını kullanmaktan çekinmeyen bölge devletlerinin aralarında anlaşarak boğacaklarından hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır. En azından tarihi tecrübeler bunu göstermektedir. İkinci çözüm ise şu anda ortaya konandır. Bölgedeki ulusal devlet sınırlarını esas almak ve Kürt sorununu her devletin kendi içinde demokratik yollardan çözmek.

Bu doğrultuda ilk adım Irak’ta atılmış, zaten de facto var olan durum resmileştirilerek, sorun esas olarak çözülmüştür. Bölgeyi kontrol altında tutan Barzani ve Talabani’den bölge üzerindeki kontrollerine demokratik bir içerik kazandırmaları istenmiştir. Barzani ve Talabani bu isteği kabul etmişlerdir. Burada bu iki lider açısından tek bir problem vardır. Bölge diktatörlüklerine karşı yeniden yalnız bırakılmaktan korkmaktadırlar. Bu korkunun nedeni bugüne kadar Kürtlerin Batı ile yaşadıkları tarihi tecrübelerdir. Batı ve ABD tarafından Kürtlere verilmiş çeşitli sözler, her seferinde boş çıkmıştır. 1974’te ABD’nin yüz üstü bırakması nedeniyle Baba Molla Barzani’nin yenilgisi hâlâ canlı bir hatıra olarak durmaktadır. ABD’nin, bugüne kadar yapılan, verilen boş sözlerle yetinmek stratejisinden vazgeçtiğini açık olarak göstermesi ve istenen garantileri vererek bunun arkasında gerçekten durduğunu ispat etmesi durumunda, ortada fazla bir sorunun olmadığını, olmayacağını söyleyebiliriz.

İkinci adım, diğer ülkeler bünyesinde Kürt sorununun demokratik yollardan çözümü doğrultusunda girişimlerde bulunmaktır. Bunun pratikteki anlamı, Türkiye’den belli düzenlemeler yapmasını istemek ve buna karşılık bu tür adımların önüne engel olarak dikilen “terör” sorununun ortadan kaldırılmasında da Türkiye’ye yardımcı olmaktı. Türkiye bir yol ayırımına girmişti. Bugüne kadar sorunu “terörle uğraşıldığı” gerekçesiyle erteleyen Türkiye’nin artık “terör” bahanesinin arkasına sığınma şansı kalmayacaktı. Türkiye ya kendiliğinden Kürt sorununun demokratik tarzda çözümü doğrultusunda adımlar atacak, ya da henüz daha kimler tarafından ve nasıl temsil edileceğini bilemediğimiz, “terör”den arındırılmış sivil bir Kürt hareketi gerçeği ile karşı karşıya kalacaktır.

Türkiye’nin Kürt sorunu doğrultusunda adım atmasını zorlayacak bir başka faktör de Kuzey Irak’taki gelişmeler olacaktır. Eğer Kuzey Irak’ta, Saddam’a rağmen ve ABD desteği ile gündeme gelecek değişmeler, Kürtler açısından Türkiye’ye kıyasla daha demokratik yaşam koşulları yaratırsa bu Türkiye açısından onun sınırlarını da zorlayacak ciddi sorunlar yaratacaktır. Türkiye’nin Kürt gerçekliğini kabul etmemekte direnmesi, yanı başında demokratik temellerde gelişecek bir Kuzey Irak’ın varlığında başına ciddi sorunlar açabilir. Böylesi bir “tehlikenin” bilincinde olan Türkiye’nin, tüm planlar sırasında, ortalık durulduktan sonra kendi başına bazı düzenlemeler yapma sözü vermiş olduğunu tahmin etmek mümkündür. Bu nedenle, ne zaman ve nasıl başlayacağını bilemediğimiz ve başlangıçta beklenen arzuların tümünün yerine getirilmesi biçiminde olmasa bile, dil ve kültür konusunda bazı adımların atılmaya başlanması kimseyi şaşırtmamalıdır.

Zaten görülmesi gerekir ki, demokrasi ve parlamenter rejim konusundaki tarihi tecrübesi nedeniyle, Kürtler açısından demokratik ilişkileri, Kuzey Irak’tan daha olgun tarzda gündeme getirebilecek tek ülke Türkiye’dir. Burada, Talabani’ye ait olduğunu bildiğimiz, Türkiyeli Kürtlere söylenmiş bir sözü hatırlatmakta fayda var: Talabani 12 Eylül askeri darbesi sonrasında, kendisine Türkiye’yi şikayet eden Türkiyeli Kürtlere, “gelin bir anlaşma yapalım, siz bana Türkiye’nin faşizmini verin ben de size Irak’ın demokrasisini vereyim” demiştir.

Türkiye, aksak, kör-topal 100 yılı aşkın bir demokrasi deneyinin üstüne oturmaktadır, ama şimdilik bu tarihi avantajının anlamını yeterince kavramamış, bilincine varmamış gözüküyor. Eğer bugün Kürt sorunu, bölge devletlerinin sınırını da değiştirecek bir Kürt ulusal devletinin oluşturulması dışında çözülebilecekse bunun anahtarı Türkiye’de yatmaktadır. [Kürt sorununun çözümünde Türkiye’nin merkez alınmasının en önemli nedenlerinden birisi budur.]

Eğer Türkler, devlet sınırlarının değişmesinden çok korkmakta iseler ve bunu ne pahasına olursa olsun korumak istiyorlarsa bunun yolunun kendi içinde demokrasiyi inşâ etmekten geçtiğini görmek zorundadırlar. Bölgede nihai istikrarı sağlayacak en önemli faktör şudur: Türkiye ya Kürtler için de demokrasiyi savunacak ve bölgede istikrarı sağlayacaktır ya da Kürtlerin en temel demokratik haklarını inkâr etmeye devam ederek, kendisinin sınırları da dahil olmak üzere bölgede istikrarsızlıkların sürmesine zemin sunacaktır. Mevcut alternatifler bunlar gözüküyor.

ÇÖZÜME İLİŞKİN MUHTEMEL SENARYOLAR

Konu Türkiye’de de tartışılmaya başlamıştır. Cevabı aranan soru şudur: Eğer sorunun barışçıl yollardan çözümü isteniyor ve dayatılıyorsa, Türkiye de PKK ve Apo sorununun çözülmesi koşuluyla buna yeşil ışık yaktıysa, bu süreç nasıl şekillenecek, Türkiye kimi muhatap alacaktır? Önümüzdeki dönemde Abdullah Öcalan da dahil birçok “gelin veya damat adayı”nın piyasaya çıkacağını tahmin etmek zor değildir. Bu noktada şansı en zayıf olan Abdullah Öcalan’ın kendisidir. PKK ve Apo’nun tasfiyesi üzerine oturmuş bir planın, Apo’nun muhatap kabul edilmesi ile sonuçlanmasını beklemek oldukça zordur. [Öcalan’ın savunması da bu nedenle tam bir trajedi oldu.]

Ama Apo’nun böyle bir süreçte yeniden muhatap alınmasının kaçınılmaz olduğu yolunda ileri sürülebilecek önemli bazı argümanların olduğunu görmemiz gerekiyor. Bu argümanların başında PKK’nın ulaştığı kitlesel yaygınlık gerçekliği ve onun sosyal ve sınıfsal yapısı gelmektedir. Bu, burada tüm boyutları ile ele alamayacağım derecede önemli ve ayrıntılı bir konudur. Şu kadarını söylemekle yetineyim ki, PKK bugüne kadar ki Kürt hareketlerinden esasta farklıdır. Bölgenin en gelişkin ülkesinde, Türkiye’de ortaya çıkmış olması nedeniyle, kendisinden önce ortaya çıkmış ve bölgede mevcut diğer hareketlerle kıyaslanmayacak derecede “modern” bir harekettir. Esas olarak geleneksel aşiret yapılarına ve onların feodal önderlerine dayanan daha önceki hareketlerden nitelik olarak farklıdır. Bölgenin yoksul insanlarına, büyük şehirlerin varoşlarına kadar sirayet etmiştir ve bu özelliği ile geleneksel herhangi bir otorite tarafından kontrol edilme şansına sahip değildir.

Bugüne kadar sadece silahlı mücadele ekseninde kendi kişiliklerini ve kimliklerini bulan bu yoksul ve özellikle de genç kitlelerin, kendilerinin varlığının bütünüyle bitmiş olduğunu ilân eden bir süreci, hiç ses çıkartmadan kabul etmelerini beklemek boşunadır. Bu insanların “tamam sizlerin yapacağınız bu kadardı, şimdi yoksulluğunuza ve hiçliğinize geri dönün” yolundaki bir çağrıya uyacaklarını beklemek insan psikolojisini bilmemek ve anlamamaktır. Bu insanların, kendi önem ve anlamlarını buldukları, kendilerinin varlık gerekçesi haline gelmiş bir süreci devam ettirmek isteyeceklerini, bu amaçla “terörü” şehirlere dahi yaymak ve genişletmekten çekinmeyeceklerini beklemek gerekmektedir.

[Sorunun demokratik kanallardan çözümünün önünde nasıl ki Köy Koruculuğu, Özel Tim gibi uygulamalar bir sorunsa, dağlardaki binlerce kişinin varlığı da aynı şekilde bir sorundur. Nasıl ki devlet, köy korucuları, özel tim mensupları gibi “insan malzemesini” elinin tersiyle bir kenara atamazsa ve bu insanlara yeni “istihdam alanları” bulmak zorunda ise, benzeri sorun dağlardaki insanlar için de geçerlidir. Belki de çözümün en zor taraflarından birisi de budur.]

Yaşanabilecek PKK içi tüm kavga ve çatışmalara rağmen, bu kitleleri ”pasifize” edebilecek en şanslı güç yine Apo’nun kendisi gözükmektedir. Bu noktada, Türkiye ve Avrupa’nın Apo’ya belli bir nefes alanı tanıması ve onun kendi yarattığı tabana karşı mücadelesini desteklemesi gerekmektedir. Apo’nun böylesi bir süreçte, eğer kendisine bu rolün verilmesi kabul edilirse, bu rolü severek oynayacağından kimsenin kuşkusu olmamalıdır. [Bu satırları yazdığımda Öcalan daha İtalya’da idi. Türkiye’de mahkeme önüne çıkması söz konusu bile değildi. Ama Öcalan’a mahkemesi ve sonrası süreçte gerçekten bu görev verildi ve bunun imkânları da sunuldu. O da kendi kitlesini “pasifize“ edebilmek için ne gerekiyorsa onu yaptı. Öcalan’ın bu tumunu olumsuz değil aksine, çok olumlu gördüğümü eklemek istiyorum. En azından binlerce askerin ve Kürt gencinin hayatı bu şekilde kurtuldu. İnsan hayatından daha kıymetli bir şey yoktur. Bu nedenle Öcalan’a yaptığı çağrılar nedeniyle saldıranların ve mangalda kül bırakmayanların konunun bu boyutunu da düşünmeleri gerekir.]

Şüphesiz sorunun başka tarzlarda çözümü de mümkündür. Bunlardan birisi Türkiye’nin, sorunun “silah” zemininde çözümünü baştan beri red eden, sivil çözümlere açık olan birtakım güçleri doğrudan muhatap olarak kabul etmesidir. Özellikle Kürt hareketi içinde başından beri sorunun barışçıl yoldan çözülmesi gerektiğini savunan güçler var olmuştur. Fakat böylesi bir tercihin, burada ayrıntısına giremeyeceğim kendisine göre zorlukları vardır. Bunların da başında 14 yıldır PKK tarafından kazanılmış birtakım mevzilerin, bu mevzilerin kazanılmasında hiçbir payı olmayan güçlere rahatça bırakılmasının yaratacağı zorluklar gelmektedir. Herhangi sıradan bir birey bile “kendi ektiğinin başkaları tarafından biçilmesine” seyirci kalmaz. Eğer Apo olmayacaksa, bu “sivil” muhatabın en azından bu çevrelerce de kabul edilebilecek güçler olması gerekmektedir.

Sorunun elbette sıradan her insanın aklına gelebilecek, çok daha rahat ve basit başka bir tarzda çözümü de mümkündür. Bu da, Türkiye’nin herhangi özel bir muhatap aramaya dahi gerek görmeden, içinde bulunduğu “zafer” konumunu çok iyi kullanması ve tek yanlı olarak Kürt meselesini demokratik yollardan çözme doğrultusunda bazı adımları atmasıdır. “Biz bugüne kadar terörle mücadele ettik. Bir ülkenin millî bütünlüğünü tehdit eden terör meselesi ile o ülkenin bazı vatandaşlarının dil ve kültüre dayalı hakları birbirine karıştırılmaması gereken ayrı ayrı şeylerdir”, ekseninde gündeme getirilecek tek yanlı bazı düzenlemelerin dahi sorunun çözümü doğrultusunda çok önemli bir adım teşkil edeceği görülmek zorundadır. Fakat, Türkiye açısından tüm bu varsayımların Öcalan ve PKK sorunu esas olarak çözüldükten sonra gündeme gelebileceğini eklememiz gerekir. [Şu sıralar bunun sancılarını yaşamıyor muyuz?]

Belki kimsenin aklına gelmeyen bir son senaryoya daha değinmek istiyorum. Türkiye’de sorunun demokratik tarzda çözülmesinden yana olan ve bu temelde başında beri PKK ve devlet politikalarına eşit mesafede duran güçler vardır. Bugüne kadar bu güçlerin karşısına sürekli “terör” satırı ile çıkılmıştı. PKK ve devlet politikaları dışında bir üçüncü seçeneğin mümkün olduğunu savunan bu güçler, bu her iki tarafın gücü altında eziliyorlardı. “Terör”ün temelde bir sorun olmaktan çıkması noktasında, PKK’ya ve devlete eşit mesafede durmanın getirdiği moral üstünlüğe dayanarak bu güçlerin devreye girmesi de beklenmelidir. [Bu konuda henüz “diri” bir çıkış gözlenmedi. HEP’in yeniden kurulması gerekir, konusunda söylediklerim bu çerçevede anlaşılmalıdır.]

Biçimi, tarzı nasıl olacaktır bunu bilme şansımız şimdilik yoktur. Ama görülmesi gereken gerçek şudur. Türkiye’de Kürt meselesinin çözümünde bir tarihî evre sona ermiştir. Bu evre, bu sorunun esas olarak ayaklanmalarla çözülmek istenmesi geleneğinin sona ermiş olması ile karakterize edilmektedir. Soruna sadece Cumhuriyet tarihi itibarıyla yaklaşacak ve başlangıç yılı olarak Koçgiri veya 1925 Şeyh Sait İsyanını alacak olursak, 1927 Ağrı, 1938 Dersim İsyanları ile devam eden ve en son PKK ayaklanmasında noktalanan süreç sonuna gelmiştir. PKK bu ayaklanmalar süreci içerisinde zaman ve yayılmışlık olarak en büyük ve en uzun ayaklanma idi. O da ulaşabileceği en geniş sınırlara ulaştıktan sonra artık görevini tamamlamış gözükmektedir. [Bu genel plan doğrultusunda biten bir başka olgu daha vardır. Artık bölge devletlerinin, diğer devletlerin bünyesindeki Kürt ayaklanmalarını, komşu devletleri zayıflatmak için kullanmalarının da yavaş yavaş sonuna gelinmektedir.]

Özetle, Türkiye bir dönüm noktasındadır. Ya demokratik tarzda Kürt meselesini kendi imkânları ile çözecektir ya da sorun bir tarzda Türklere çözdürülecektir. Bu şansı kullanıp kullanmamak yöneticilerin değil, Türkiyeli demokrat güçlerin de önünde bir seçenek olarak durmaktadır.

Olayın Türkiye’de alması muhtemel boyutları, Türkiye’deki demokrasi güçlerinin demokratik reflekslerinin neler olabileceğinden bağımsız bu noktada bir başka soruna değinmemiz gerekmektedir. Öcalan artık Avrupa’dadır ve sorun Avrupa’nın bu noktada ne tür bir tutum takınacağı veya takınması gerektiği noktasında düğümlenmiştir. Burada bu sorunun izleyeceği seyir konusunda bir çerçeve çizmeye çalışacağım.

[Yazının bu bölümünde Avrupa’nın Ortadoğu ve Kürt sorununda devreye girmek isteyip istemediği ve bunun koşullarının neler olduğu konusunu ayrıntılarıyla ele almıştım. Sonuçta Avrupa kelimenin gerçek anlamıyla “havlu attı”. Ama özet biçiminde de olsa Öcalan’ın Avrupa macerası konusunda bazı noktaları yeniden hatırlatmak istiyorum. Çünkü Avrupa’nın Kürt sorununda alacağı muhtemel tutum gelişmeleri belirleyecek önemli bir faktör olacaktır.]

AVRUPA VE ABDULLAH ÖCALAN

“Büyük Plan” sahiplerinin niyetlerinden ve amaçlarından bağımsız Abdullah Öcalan Avrupa’da “resmen göz altında”dır. Avrupa bir hukuk devletidir ve diktatörlüklerden farklı olarak, devletler isteseler dahi bazı şeyleri yapma şansına sahip değildir. Avrupa’nın, Öcalan konusunda vereceği siyasî kararın sınırlarını çizen, uyulması gereken açık hukuk kurallarıdır. Bu hukuk kurallarının çiğnenmesi ancak Türkiye’nin açık onayı ve bunun politik bir karar olarak deklare edilmesi ile mümkündür. [Ve nitekim de böyle oldu. Avrupa, kendi hukuk kurallarını da açıktan çiğnemekten çekinmedi.]

Salt can güvenliği gibi bir nedenle dahi olsa Türkiye’ye iade edilmemesi en kuvvetli seçenektir ve bu durumda üç şık ortaya çıkmaktadır. İtalya’da siyasî mülteci hakkının verilmesi, cinayet emirleri verdiği için arandığı Almanya’ya iade edilmesi veya Libya gibi Öcalan’ı kabul etmeye hazır bir diktatörlüğün bulunması. Bir dördüncü seçenek, “başka ülkelerde işlediği suçlar nedeniyle” İtalya’da yargılanmasıdır. [Sonuçta seçilen ülke Libya, değil Kenya oldu. Bunun dışındaki tüm seçenekler Avrupa’nın siyasî olarak Kürt sorununa ev sahipliği yapması anlamına gelecekti. Avrupa gerek ABD’nin baskısı gerek konuya ilişkin genel bir politikası olmaması nedeniyle kendi hukuk sistemini açıkça çiğneyerek “ben bu işte yokum”, dedi.]

Apo’ya İtalya’da siyasî sığınma hakkının tanınması ve buna bağlı olarak serbest bırakılması teorik olarak mümkündü. Fakat anlatılması çok zor bir durumdu. Gerçi hukuken, Avrupa’nın bir başka ülkesinde (örneğin Almanya’da) hakkında adam öldürmeyi teşvik etmek ve çete kurmak suçlarından dolayı tutuklama kararı bulunan bir kişinin, bir başka Avrupa ülkesinde (örneğin İtalya’da) serbestçe dolaşabilmesi olanak dahilindedir ve bu durumda olan bazı “sıradan suçluların” var olduğu bilinmektedir. Fakat Apo, sıradan birisi değildir ve bu doğrudan PKK ve Apo lehine verilmiş bir siyasî karar anlamına gelecektir.

Eğer, Avrupa soruna siyasî olarak sahip çıkmaya karar verirse, görünürde soruna salt hukuk sorunu olarak yaklaşabilir. Olası seçenekler içinde en mantıki olanı, Apo’nun Almanya’ya veya onu sorgulamayı kabul edecek bir başka Avrupa ülkesine teslim edilmesidir. İtalya, eğer Almanya isterse Apo’yu vermek zorundadır. Fakat iade talebinde bulunmamak Almanya’nın elindedir ve bu konuda kararı hükümet vermek zorundadır. Eğer Öcalan’ın iadesi “iç barışı bozacak ciddi bir tehlike” olarak tanımlanırsa, Almanya Öcalan’ı istemeyebilir. Eğer Almanya buna yanaşmaz ise geriye yapılacak tek şey kalacaktır. Apo’yu kabul edecek bir ülke açık artırmayla aranmaya başlanacaktır.

[Nitekim Almanya Öcalan’ı istemedi. Avrupa soruna Apo’nun yargılanmasını da içerecek tarzda sahip çıkmak yerine onu elinden çıkarmayı tercih etti. Bence, Öcalan’ın tarihi hatası da burada başladı. Avrupa’nın Kürt sorununu sahiplenmesinin koşulunun kendisinin yargılanmasından geçtiğini görmedi, göremedi. Avrupa’ya geldiğinde kendisini gerçekten Arafat sayıyor ve fazla havalarda uçuyordu. Kovulacağının belli olduğu noktada, yargılanması için çalmadık kapı bırakmadı ama iş işten geçmişti artık.]

Öcalan’a eğer burada siyasî bir nefes alanı tanınacak ve bir rol verilecekse, bu da Türkiye’deki silahlı mücadeleyi tasfiye etmede yardımcı olmasıdır. Bu tasfiyeyi en hızlı yapabilecek kişilerin başında Apo gelmektedir. Ve kendisine hayat garantisi verildiğinde bu işi de severek yapacaktır. Apo siyasal sığınmanın karşılığında severek bu fiyatı ödemeye hazırdır. Fakat onun Suriye ve Rusya’dan beri peşinde olanların asla müsade etmeyecekleri şey, Apo’nun bunu büyük bir siyasî zafer olarak sunmaya kalkması olacaktır. Çünkü şu andan itibaren zaten silahlı mücadeleyi tasfiye etmek zorunda olacak olan birisine, siyasî olarak “kaçmak” zorunda bırakılmış birisine tüm bu gelişmeleri siyasî bir zafermiş gibi sunma imkânının tanınacağını düşünmek için biraz saf olmak gerekir.

Gönderilecek bir başka ülkenin bulunmadığı durumda, görülen en mantıkı seçenek, PKK saflarındaki dağılmayı da kontrollü hale getirebilecek bir tarzda Apo’nun herhangi bir yerde “sıkı göz altında” tutulmasıdır. Eğer bunun dışında bir seçenek gündeme gelirse çok şaşıracağımı söylemek isterim. Bu “sıkı göz altında” tutulma sürecinde, Apo’nun Türkiye’ye iade edilmemek için kendisini ve geçmiş mücadelesini ne kadar sert bir tarzda eleştirdiğine şahit olursak şaşırmayalım.

[Ben gelişmelerin, Öcalan’ın enterne edilmiş bir biçimde tutulduğu bir üçüncü ülkede kalacağı koşullarda yaşanacağını tahmin ediyordum. Ama gelişmeler, Türkiye için en uygun şekilde oldu. Apo’ya yeni görevi, İmralı adasında tutuklu iken verildi. O da bu görevi severek oynadı ve oynamaya devam edecek.]

KÜRT MESELESİ İNSANLIK SUÇU İŞLEMİŞ OLANLARIN YARGILANMASI İLE ÇÖZÜLÜR

Tüm bu hesaplardan planlardan bağımsız, sorunun ele alınması gereken başka boyutları vardır. Bu boyutlar Apo’nun Avrupa’daki geleceğini belirlemede, eğer istenirse, temel alınabilir. Bunların başında, Türkiye’de 14 yıldır süren “adı konmamış savaş” sırasında, “savaş suçu” kapsamında da ele alınabilecek, onun da ötesine giden, en temel insan haklarını hiçe sayan eylemlerin gündeme gelmiş olması gelmektedir. Eğer önümüzdeki dönemde, Kürt sorununun demokratik yollardan çözümü gibi bir tartışma yapılacaksa, bu tartışmanın en önemli unsurlarından birisini, bu dönemde işlenmiş insanlık suçları konusunda ne tür bir tutum takınılacağı konusu oluşturacaktır.

[Eğer Türkiye’de Kürt sorununun çözümünden bahsediyorsak, bu konunun mutlaka tartışılması gerekir. Devlet bile şu günlerde, biraz sancılı da olsa “bağırsaklarını temizliyor”. Gelişmelerin sancılı olması nedeni, “ishal ilacı” içilmiş olmasıdır. Kendi organları bu pisliği atmaya yetmediği için “verilen ishal ilacının“ sancı vermesi ise normaldir.]

Soruna bu açıdan yaklaşıldığında görülecektir ki, bu dönemde sivil halka veya tutuklulara yönelik işkence, yargısız infaz gibi bolca eylem yapılmıştır. Ve bu eylemler sadece PKK tarafından değil Susurluk olayının da gösterdiği gibi, güvenlik güçleri içinde ayrıca örgütlenen gizli teşkilatlarca da gündeme getirilmiştir. Bu nedenle, Kürt probleminin demokratik bir çerçevede çözümü, bu tür suçları işlemiş olanların yargılanması gibi bir boyuta da sahip olmak zorundadır. Hangi taraftan olduklarına bakmaksızın, tüm insan hakları ihlal sahiplerini açığa çıkaracak bir temizlik gereklidir.

[Eğer, Kürt sorununu insan hakları ve demokrasi temelinde çözmek istiyorsanız, geçmişte yaşanmış ihlâllerin üstünün örtülmemesi, açığa çıkartılması bunun ön şartıdır.] Bunun için konuya muhataplar arasında herhangi bir ayırım yapılmamalıdır. Ne PKK’nın, “ulusal kurtuluş savaşı veren bir örgüt”, ne de Türkiye’nin, “kendi devletinin bütünlüğünü tehdit eden bölücü terör örgütüne karşı mücadele veren” bir devlet olması bu konuda takınılacak tavrı etkiler.

Polemiğe girmeden her iki tarafın da kendisi hakkındaki kanaatlerini esas almanın ve onun üzerinden konuşmanın doğru olduğu kanaatindeyim. Yani PKK’nın kendisini “ulusal bağımsızlık hareketi” olarak görmesini de, Türkiye’nin, “bir devletin, kendisini bölmek isteyen bölücü bir terör örgütüne karşı mücadele etmesi onun en doğal hakkıdır”, tezinin doğru olduğunu da kabul ediyorum. Söylemek istediğim, taraflar kendi haklarındaki kanaatlerinde haklı olsalar bile, bu onların insan haklarını ihlal etmelerini, “savaş suçları” işlemelerini haklı gösteremez.

Bu nedenle, sadece bir tarafı suçlama ile sınırlı, bir tarafın yaptıklarının cezalandırılmasını istemekle sınırlı ileri sürülecek taleplerin fazla inandırıcılığının olmayacağını söylemek istiyorum. “Beşikteki çocukları kurşuna dizdiler”, “Çatışmalarla hiç ilgisi olmayan köy öğretmenlerini kurşuna dizdiler”, diyerek haklı olarak PKK’lıların yargılanmasını isteyenler, aynı talebi benzeri suçları işleyen güvenlik güçleri için de savunacaklar mıdır, sorun buradadır. Benzeri sorun PKK ve bazı solcularımız açısından da geçerlidir. Güvenlik güçlerinin Kürt halkına karşı gündeme getirdiği şiddet uygulamalarından dolayı, haklı olarak sorumluların cezalandırılamasını isteyenler, sadece Öcalan ile aynı fikre sahip olmadığı için işkence edilen ve imha edilen insanlar nedeniyle onun da yargılanmasını savunabilecek midir? Şu andaki toz duman içerisinde gözden kaybolan asıl nokta da budur.

Yukarda ki tespitler ışığında, görülmesi gerekir ki, 14 yıllık savaş boyunca meydana gelen insan hakları ihlalleri ve “savaş suçu” kapsamına girecek suçların nasıl ele alınacağı, Kürt meselesinin siyasallaşması ile birlikte kaçınılmaz biçimde gündeme gelecek olan bir konudur. Bu konuda, geçmişte yaşanmış bu tür ihlalleri cezalandırıcı bir çizgi izlenebileceği gibi, çeşitli başka örneklerden bildiğimiz gibi sadece araştırma komisyonları kurmak ve raporlar yayımlamakla da yetinilebilir. Veya sembolik olarak bazı kişilerin veya sembolik bazı suçların (faili meçhul cinayetlerin ve sivil halka yönelik uygulamaların) yargılanması yoluna da gidilebilir.

Eğer Türkiye’de gelişmeler bu boyuta gelecek olursa, benim savunacağım, “yapanın yanına kâr kalmayacağını” gösteren bir hattın tutturulabilmesidir. Her kim insan haklarını ihlal ediyor ise, mevkisine, ideolojisine, neyin temsilcisi olduğuna ve ne adına yaptığına bakılmaksızın yargılanmak zorundadır. Yargılanmayan, yargı önüne çıkarılmayan ve göz yumulan her ihlal, yeni ihlallerin yapılmasını cesaretlendirmekten, teşvikten başka bir anlam taşımaz. Türkiye’de Kürt sorununun demokratik yollardan çözümünde ilke haline getirilmesi gereken tutum bu olmalıdır. Eğer insan haklarının bu ülkede tesis edilmesi gerçekten isteniyorsa, bu hakları ihlal etmenin ödüllendirilmediği, üstünün örtülmediği yolunda bir sinyalin verilebilmesi, kamuoyunda bu ihlalleri moral olarak açıktan yargılayan bir haleti ruhiyenin oluşturulması gerekecektir. Aksi bir tutum yeni ihlallere prim verir.

[Kendi pozisyonumun “uç bir tutum” olduğunu kabule hazırım. Bunun diğer ucu ise geçmişte yaşanmışların üstüne sünger çekmek ve unutmak tavrıdır. Bu iki uç arasında sınırın nerelerde çekileceği ise doğrudan toplumun vicdanı ile ve bu süreçte tartışan tarafların tutumları ve güçleri ile belirlenir. Türkiye’de zihniyet dünyamızın “unutma” ve “boşvermeye” daha yakın olduğunu biliyoruz. Ama bence asıl sorunlu olan da budur. Çünkü, sınırı nereden çekersek çekelim, cezalandırma olmasa bile geçmişe ilişkin sınırsız bir aydınlanma, olayların tüm boyutlarıyla tartışılması yaşanmazsa, demokratik bir toplumun inşâsı mümkün olamaz.]

Çünkü, eğer 14 yıldır sürdürülen ve 30.000 insanın hayatına mal olan bir savaşı sonuçlarıyla birlikte gerçekten sona erdirmek istiyorsak, bunun en önemli ön koşullarından birisi toplumun vicdanını rahatlatabilmektir. İnsanlık suçu işleyenlerin cezalandırılacaklarına, cezalandırılmaları gerektiğine ilişkin bir haleti ruhiye yaratmadan, her şeyin üstü örtülmeye çalışılırsa, yaralı vicdanların, tamir edilmemiş adalet duygularının ezikliği altında yaşanacak bir siyasî çözümün başarı getirmeyeceği görülmek zorundadır.

SON SÖZ

[Bugünkü bilgilerimizle Türkiye’nin Avrupa Birliği süreci içine alınmış olmasının da yukarda çerçevesini çizdiğim plan dahilinde düşünülmüş olduğunu söyleyebilirim. Kürt sorununun çözümü artık kendi başına bir sorun olmaktan çıkartılmış, Avrupa Birliği tam üyeliği sürecinde, genel demokratikleşmenin bir parçası haline getirilmiştir.

Henüz sorunun çözümü doğrultusunda ciddi adımlar atılmadı. Beklenen kollektif hak veya azınlık hakları değil, bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde, dil ve kültür alanında, eğitimden, yayın hakkına kadar bir dizi hakkın tanınmasıdır. Eğer “zihniyet dünyamız“ buna hazır hale gelirse, bu hakların mevzuattaki ufak değişikliklerle bile yapılabileceğini tüm hukukçular söylüyorlar.

Fakat bence sorunun hangi çerçevede çözüleceği artık belli olmuştur. Yani “Kürt sorunu esas olarak çözülmüştür.” Kürtçe romanların bile yasaklandığı bir ülkede bunları söylüyor olmam, safdillik ve aşırı iyimserlik olarak yorumlanmamalıdır. Aksine, sorunu çözmek istemeyen güçlerin varlığını ve bu güçlerin “direnmeye” devam edeceklerini biliyorum. Bu nedenle de henüz daha yolun çok başlarındayız. Ama en azından “gidilecek yol” bellidir ve en önemlisi 30.000 insan hayatının üstüne oturmuş bir kollektif hafıza üzerinden, 15 yıllık yaşanmış büyük acıların üzerinden sorun üzerine düşünüyoruz. İki önemli faktörün altını çizmek istiyorum.

Birincisi, eğer birileri hâlâ bu sorunu sınırlı bir çerçevede bile olsa çözmek istemiyorlarsa, yaşanmış bu büyük acıların faturasının, eğer çözüm doğrultusunda adım atılmaz ise, daha pahalı olarak önlerine getirileceğini de bildiklerini tahmin ediyorum. Şu anda büyük beklentiler nedeniyle frenlenmiş duyguların, bunların yerine getirilmediği durumda çok daha “kötü“ sonuçlar yaratacak biçimde boşalacaklarını söylemek fazla abartılı olmaz sanırım.

İkincisi, Türkiye’ye Öcalan’ı bir tepsi ile sunanlar, adım atılmadığını gördükleri yani “kandırıldıklarını hissettikleri” noktada, çok daha başka şeylere de güçlerinin yettiğini Türkiye’ye göstermekte çekinmeyeceklerdir. Kürt sorununun Ortadoğu’da, istikrarsızlık kaynağı olarak kullanılmasına son vermek isteyen bir plan hayata konmuştur. Ve bu planda Türkiye’nin arzuları esas belirleyici olmuştur. Çarkı geriye çevirmenin kimseye yarar getirmeyeceğini ve bu durumun da görüldüğünü zannediyorum.

Muhtemelen Türkiye’de bu planlara “Osmanlı zihniyeti“ ile yaklaşanlar vardır. Osmanlı, Batı’nın kendisine sunduğu reform taleplerine, “bunları kendisini parçalamanın araçları” olarak gördüğü için görünürde “evet” der ve zamana oynamayı tercih ederdi. Çaldığı vakit sürecinde ise, soruna kaynaklık ettiğine inandığı grubu daha fazla baskı altına alırdı. Ama Osmanlı bir tek Batı istediği için parçalanmadı. Esas olarak bünyesindeki farklı grupları siyasal ve sosyal yapısına entegre etmeyi red ettiği için de parçalandı.

Bu durumun tek bir anlamı vardır: Kürt meselesinin çözümü artık Türkiye’deki demokrasi güçlerinin, güçleri ile doğrudan orantılı bir hale gelmiştir. Yani bu sorun, toplum ne kadarını isterse o kadarı ile çözülecektir. Artık arkasına sığınacağımız “öcü ve kötü” öteki yok. Türkiye insanı ne kadar demokrat ise bu sorunu da o kadar çözecektir. Yol açıktır, gidip gitmemek demokratik güçlerin elindedir. Son 15 yılın tahribatı bu açısından da önemlidir.]