Kurulduğu günlerde DSP-MHP-ANAP koalisyonunun çok zor yürüyeceğine dair yaygın bir kanı vardı kamuoyunda. Daha pazarlıklar safhasında DSP ve MHP yöneticileri arasında yaşanan söz düellolarından da hareketle, uzlaşmazlık ve çatışmaların bu iki parti arasında çıkacağı ve koalisyonun pek de uzun ömürlü olamayacağı düşünülüyordu.
Oysa beklenen olmadı. Bu iki parti arasında ciddi sorun yaratacağı sanılan Abdullah Öcalan’ın infaz kararı gibi hassas konularda dahi, MHP ortaklarını ve genel kamuoyunu pek rahatlatan neredeyse uysalca ihtiraz kayıtlarıyla yetindi. Gerçi arada bir, bazı bakan ve yetkilileri o bilinen MHP mazrufunun yerli yerinde durduğunu açık eden çıkışlar yapıp, “töre”lerinin sürdüğünü gösterdiyseler de; özellikle Devlet Bahçeli’nin çizdiği profil ve verdiği imajla kamuoyunda MHP’nin “normal” partilerden neredeyse farksız, sözüne güvenilir, “uyum” performansı umulanın çok ötesinde ve “istikrar” için kendini feda edebilecek bir parti haline geldiği fikri hayli yaygınlık kazanmaya başlamıştı.
Bu gerçek olamayacak kadar aşırı uyum ve sükûnet havası, Birikim’in baskıya verilmesinden bir hafta önce, Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller’le ilgili yolsuzluk iddialarını soruşturan komisyonların MHP’li üyelerinin, bu iki merkez sağ parti liderinin Yüce Divan’a sevki yönünde oy kullanmaları ile birdenbire bozuldu. Şimdi şiddetle merak edilen konu, MHP’nin parti olarak da, Meclis’teki nihai oylamada aynı yönde oy kullanıp kullanmayacağı. Birikim baskıya verildiğinde bu nihai oylamaya epeyce bir süre vardı. Ama o oylamanın sonucu ne olursa olsun MHP ile ANAP ve DYP arasındaki “merkez sağ savaşı” açıkça başlamış; daha doğrusu MHP, siyasal düzenin bu en stratejik kalesini zaptetmek için çoktandır hazırlanmakta olduğu saldırının düğmesine basmış sayılmalıdır.
ANAP ve DYP’nin bu hamleyi beklemiyor olmaları düşünülemez. Her iki parti de 18 Nisan 1999 seçimlerinde aldığı oyla kendilerinin üzerinde ikinci büyük parti konumuna yükselen MHP’nin ergeç bu atağı başlatacağını, bunun için imkân ve koşulların oluşmasını beklediğini ve en uygun saldırı noktasına vurmak için fırsat kolladığını adları gibi bilmek zorundaydılar.
On yıldan beri durdurulamayan bir destek ve prestij kaybına uğrayarak oyları yarı yarıya azalan bu iki parti, 1995 seçimleri sonrasında RP’nin merkez sağa yerleşme hamlesini güç bela savuşturdular. Gerçi bu sonuç, ne onların siyasal becerileriyle sağlanmış ne de biraz olsun toparlanmalarına yetmişti. MHP’nin hamlesine bu halleriyle nasıl cevap verebileceklerini 1999 Nisan seçimlerinden beri düşünüyor, buna göre hazırlık yapıyor olmalıdırlar.
Şurası da unutulmamalıdır ki; merkez sağ üzerindeki bir mücadelede taraflar sadece buradaki ve buraya aday partiler değildir. Türkiye’de her türden iktidar ilişkilerinin “kesiştiği” bu stratejik noktada kimin, kimlerin durduğu başta tüm partiler olmak üzere, söz konusu iktidar odaklarını da gayet yakından ve doğrudan ilgilendirir. Bu bakımdan her ne kadar sahnenin önünde MHP ile ANAP ve DYP arasındaki düelloları, manevraları seyredecek isek de, perde gerisinde de, çoğu zaman aralıklardan gözüken, gölgelerini sahneye yansıtan ve daha az önemli olmayan manevralara, tavır alışlara da tanık olacağız. Yani özetle MHP’nin merkez sağı zaptetme hedefine varıp varamayacağı yalnızca onunla ANAP ve DYP’nin arasındaki mücadelenin sonucu ile belirlenecek değildir. Onu merkez sağın yeni aslî sahibi yapacak faktörlerden biri bu mücadelede ANAP ve DYP’yi iyice köşeye sıkıştırmasıdır ama, sahiplik tapusu, “yeterlilik belgesi” için, çeşitli güç odaklarından oluşan “kamuoyu”nun da onayı gerekmektedir. MHP mücadelenin bu ilk ve hayatî raundundan o onayı da almış olarak çıkarsa; ilk genel seçimlerde alacağı oyun yüksekliği oranında merkez sağın yeni sahibi ünvanını resmen tescil ettirmiş de olacaktır.
Dolayısıyla MHP’nin yalnızca kendi gücü ile gerçekleştirebilmesi mümkün olmayan bir hedef söz konusudur. Eğer MHP, ANAP ve DYP’yi merkezden sürmek, merkez sağın yeni sahibi olmak için nihai saldırıya gerçekten kararlı ve hazırlıklı ise, “kamuoyu”nda bu girişimini destekleyecek havayı nasıl yaratabileceğini de hesaplamış olmalıdır. “Siyaseti yolsuzluk çamurundan kurtarma” teması, popüler düzeyde bu havayı yaratmaya uygun olabilir ama hâlâ unutulmayan sicili, sosyolojik müktesebatı ve fonundaki “ülkücü-mafya-işadamı” ilişkilerinin hiç de eksilmeyen gölgeleri ile MHP’nin bu havayı estirme gücünün epeyce arızalı olduğu da ortadadır.
Ama, bilinmelidir ki, özellikle bu düzeydeki bir “siyaset oyunu”nda lehte ve aleyhte argümanlar nesnel bir değerlendirme terazisinin kefelerine konularak tartılmazlar. Her argüman onun ardına konulacak siyasal-toplumsal ... güçle birlikte fiili ağırlığını edinir. O nedenle de başlayacak bir siyasal kapışmada, örneğin MHP yolsuzluk argümanıyla atağa geçmişse, bunun ardına sırf kendisinin -bu açıdan- arızalı gücünü yerleştirmekle yetinmiş değildir. O argümanın ardında yer alabilecek başka güçleri de hesaba katmış olmalıdır.
Böyle bir hesabın ve sağlamasının yapılmış olup olmadığını yaklaşık iki hafta sonra yapılacak Meclis’teki oylamada -belki de biraz öncesinde- öğrenmiş olacağız. Ancak şimdiden söyleyebiliriz ki; eğer MHP, DYP ve özellikle ANAP ile Yüce Divan’a sevk önerilerini iptal eden bir uzlaşmaya girerse, bu niyetlendiği saldırıdan vazgeçmesi anlamına gelecektir. Daha doğrusu MHP, “yolsuzluk” hattından hareketle yapacağı hücumun ya kendisine de pahalıya patlayacağını, örneğin aynı hattan bir karşı saldırıya uğrayıp yıpratılacağını kestirip “uzlaşma”ya razı olmuş ya da “yolsuzluk karşıtı” cephede kendisiyle birlikte saf tutacağını umduğu güçlerden yeterli desteği göremeyeceğini anlayarak “uzlaşma masası”na oturmuş olacaktır. Bu sonuç aynı zamanda yolsuzluk argümanının -en azından MHP tarafından- bir daha kullanılamamak üzre elden çıkarılması demektir. Bir ara formül bulunarak, örneğin yolsuzluk iddialarının yargıya intikalini sağlayarak bir Anayasa değişikliği yapılıncaya kadar komisyonların Yüce Divan’a sevk kararlarının işleme konulmaması yönünde bir Meclis kararının alınması da bir mütareke anlaşması gibi görünüyor ise de MHP’nin merkez sağı zaptetme hedefinin altından kalkamayacağını anladığının işareti olacaktır.
Ama eğer MHP, Meclis’teki oylamaya kadarki süre içinde bu “yolsuzluk” konusunu giderek sertleşen tavırlarla işleyip gündemde tutar ve hiçbir uzlaşma ve ara formüle yanaşmayıp blok halinde Yüce Divan’a sevk önerileri lehinde oy kullanırsa “ya devlet başa ... ya kuzgun leşe” kararlılığındadır ve sonuçta hangi ihtimal gerçekleşirse gerçekleşsin Türkiye’yi önümüzdeki aylarda son derece hareketli ve kritik önemde günler beklemekte demektir.
MHP’nin bu yola girmesini zorlayan ve kendi mantığında ciddi bir siyasal kazanç sağlayabileceğini düşündürten koşul ve imkânlar hiç de az sayılamaz.
Koşullardan söz edecek olursak öncelikle herkes tarafından MHP yükselişinin temel etkeni sayılan milliyetçi dalganın dinmesi “normalleşmesi” olgusundan bahsetmeliyiz. Milliyetçi dalganın iniş nedenleri üzerinde durmak konumuz değil. Ama eğer MHP’yi ikinci parti konumuna yükselten bu oylar o dalgayla sürüklenmişlerse şimdi de büyük ölçüde eski yerlerine doğru çekiliyorlar demektir. Her ne kadar kamuoyu yoklamaları MHP’den diğer partilere doğru gözle görülür bir oy gidişi göstermiyor ise de, milliyetçi dalganın bu çekilişi MHP’nin ardındaki “rüzgâr”ın kesildiği bir olgudur ve muhtemel bir MHP atağı bu rüzgârdan yoksun olacak demektir. Kaldı ki, MHP, örneğin Öcalan’ın infaz sorunundaki -genel kamuoyunun olumlu karşıladığı- tavrıyla da bu rüzgârın hafiflemesinde etken olmuştu.
Ancak bu konuya MHP’nin merkez sağa yerleşme stratejisi açısından bakarsak, o tutumun ve “rüzgâr” yitirmenin MHP lehine bir faktör işlevi gördüğünü de söyleyebiliriz. MHP, “merkez sağ”ın gayet istisnai durumlar hariç, bu ve benzeri rüzgârlarla doldurulamayacağını, aksine bu “rüzgârlı” halin oturmuş bir düzende merkez sağ işleviyle uyuşmadığını bilecek kadar “siyaset kültür”üne acemi sayılamaz. Sadece bu konuda değil, bir yıllık koalisyon ortaklığı döneminin birçok sorununda MHP yönetiminin sükûnetle, sağduyuyla hareket ettiği fikrini pekiştirmeye özel bir itina gösterdiği hatırlanmalıdır. Dolayısıyla MHP, bu rüzgârın dinmesiyle yitirdiklerinin yerine merkez sağa yakışan, o yeri doldurabilecek bir parti imajıyla kazanabileceği destekle doldurmayı hesaplamış ve eğer kamuoyu yoklamalarını baz alırsak bu hesapta açık vermemiş gözükmektedir.
Fakat daha yeni devreye girdiği için sonuçlarını ancak tahmin edebileceğimiz IMF tarafından dikte edilen tarımı, özellikle, çay, buğday ve tütünü destekleme politikasından tedricen vazgeçilmesi kararı için aynı şeyleri herhalde söyleyemeyiz. Dikkate alınmalıdır ki, bu ürünler MHP’nin “aslî tabanı”nı oluşturan Orta Anadolu ve yakın çevresi için en önemli geçim kaynaklarından biridir. Öte yandan bu ürünlere dünya fiyatları üzerinde ödeme yapılması Türkiye’de siyasal düzenin “toplumsal desteği”ni “sağlama alma”nın en önemli araçlarından biridir. Yöre bu nedenle de sağ partilerin aslî “oy kalesi”dir. MHP’ye her zaman Türkiye ortalamasının çok üzerinde bir destek veregelmiş, onun kadrolarının ve vurucu “gücü”nün önemli kısmını sağlamış, üstelik en son seçimlerde MHP’yi kendi birinci partisi yaparak, geleneksel merkez sağ partilerle defterini kapattığı sinyallerini en belirgin biçimde vermiş bu yöre halkı, yörenin “yerel” iktidar odaklarının MHP’ye tepkisi oradaki oy kaymalarıyla telafi edilecek gibi asla değildir.
MHP’nin hükümet ortağı olarak altında imzası bulunan IMF ile anlaşma, AB aday üyeliği protokolü gibi önemli kararlara kısmen yansıtabildiği küçük ihtiraz kayıtları, onun özgül-ülkücü/milliyetçiliğini yansıttığı işaretler sayılsa da; o kararların baskın niteliği MHP’nin savunageldiği görüşlerle şekillenmiş “ülkücü taban”ın, partinin aslî dayanağı olagelmiş kesimlerin göğüslerini gere gere savunacakları şeyler değildir. 1999 seçimleri öncesinde, Orta Anadolu’da, “derin Türkiye”de FP’den MHP’ye epeyce bir oy kaymasında etkili olmuş vaatler de yerine getirilmemiştir, getirilecek gibi de gözükmemektedir. Hatırlanacağı üzre o dönemde MHP, özellikle türban ve Kur’an kurslarına ilişkin yasaklar nedeniyle FP’yi korkaklıkla itham eden ve “biz olsaydık...” diskurlarıyla takviye edilen bir propaganda yürütüp hayli de etkili olmuştu.
Özetle, MHP, hükümetteki bir yılında kendi çekirdek seçmeninin ve yükselen milliyetçilik ile dinî hassasiyetlerin ona yönelttiği seçmen kitlesinin özgül MHP vaatlerinden, “ülkücü bir hükümet”ten beklediklerini yerine getirmemiş, ama buna mukabil merkez sağ seçmenin ve daha da önemlisi Türkiye’deki iktidar odaklarının “takdiri”ni kazanan bir performans göstermeye çaba sarfetmiştir.
MHP’nin merkez sağ parti liderlerinin yolsuzluklarını gündeme getirerek başlatacağı saldırı ile bu partilerin seçmenlerini kendine çekmeyi amaçladığı sonucu mu çıkar bundan? MHP, hükümetteki icraatıyla, o kesime dönük bir profil sergileyerek sağladığı “sempati”yi merkez sağ parti liderliklerini siyaset yapamaz hale getirip dağıtarak, “sahipsiz” kalan oyları toparlamayı mı düşünmektedir? Pek denemez. Çünkü, kestirme bir ifadeyle, on yılı aşkındır erimekte olan merkez sağ oyların hâlâ bu partilerde kalan, kalmakta direnen kesimi, parti liderleri hakkındaki yolsuzluk ithamları, hattâ karineleri ile ilk kez karşılaşıyor değildir. Dahası, bu ithamların gerçek olduğunu bilmeleri infiale kapılmalarını gerektirmez. Onlar için liderlerinin yolsuzluğa bulaşmaları eğer “becerikli” biçimde tevil edebiliyorsa, takdir nedeni bile olabilir. “Yiyip yediren ama sonuçta iş çıkaran”ı “ne yemez ne yedirir”e her zaman tercih etmişlerdir. Daha fazla bilgi için merkez sağın en muteber şahsiyetinin, Bay Süleyman Demirel’in “aile fotoğrafları” hatırlanabilir.
Dolayısıyla, eğer MHP’nin “yolsuzluk” temalı bir siyasal saldırıyla “merkez sağ”, zaptetme planı söz konusu ise; bu hedefe o saldırının MHP’ye koşturacağı merkez sağ oyların sayısı ile ulaşmayı düşünmeleri pek “gerçekçi” değildir.
Ama, birkaç ay önce, TSK’nın “yolsuzluğu” bir numaralı tehlike ilân etmesi gibi bir “gerçek” var ortada. MHP’nin muhtemel saldırı planı bu anlamda bir gerçekçiliğe oturtulmuş olamaz mı?
Birikim’in geçen ayki (133.) sayısında, yeni Cumhurbaşkanının seçimi dolayısıyla yapılan analiz ve yorum yazısında, bu seçimin, 28 Şubat ile ordu lehine bozulmuş olan “sivil”-asker iktidar paylaşımı dengesini “düzeltmek”, daralan “sivil siyaset” alanını genişletmek niyetini yansıttığını belirtmiş; ordunun tüm siyasî partilerin onay verdiği bu seçim operasyonuna ses çıkarmamakla birlikte, bunu karşılıksız da bırakmayacağını belirtmiştik. Yine aynı yazıda ordunun bu karşı hamleyi tek başına değil “... seçeceği veya kendine yaklaşacağını umduğu partner parti(ler)le yapacağı”na işaret edilmiş ve buna en yakın adayın da MHP olduğu söylenmişti.
Bu sayı okurun eline geçtiğinde, eğer MHP, Meclis’te de koalisyonun çökmesini, hükümetin dağılmasını göze almış bir tavır koymuş ise, partnerler anlaşmış, düzenin -henüz değilse bile-, “devlet”in kurtlarla dansı başlamış demektir.